Kıskançlık, ihtiras, bencillik, cömertlik gibi kavramların etrafında “uyumsuzluk” üzerine esaslı bir söylevde bulunan Albert Camus, serip serpiştirdiğimiz eylemlerimizin ardındaki “garip” teferruatları müşahede etmiş: “Bir kitabın son sayfaları, daha ilk sayfalarında mıdır?” diye sormuş. Buradaki “kitap”ı pekâlâ, “insan” olarak da okuyabiliriz. Son ile başı, bir düğüm içinde gören Cezayir asıllı Fransız yazar, “baş” ile “son”un arasında müphem bir ittifakın varlığından söz ediyor. “Kâbir”deki bir insan acısıyla kıvranan Camus, büyükten küçüğe her bir hareketin, “uyumsuzluk” âleminden tüten bir duman olduğunu bile bile onun peşine vermiş. İyi etmiş: “Bütün büyük hareketlerin, bütün büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır. Büyük eserler çoğu kere bir sokağın dönemecinde veya bir lokantanın kapısında doğar. Uyumsuzluk böyledir” demiş. Bir tevafuk; Amerikalı hikâyeci O. Henry de “Her şeyde bir öykü vardır. En iyi öykülerimden bazılarını park banklarından, lamba direklerinden ve gazete satıcılarının tezgâhlarından devşirdim.” demiştir. Uyumsuz dünyanın, soyluluğunu bu zavallı doğuştan, ânilik ve bilinmezlikten aldığını vurgular Camus. Kimsenin bilmediği esrarlı yollardan bir ânda çıkıveren “kader”in esrarlı ve zarif ayak izlerini görmek istemiş de, muvaffak olmaya ömrü yetmemiş Camus’nün.
“Berzahta kıvranan” Camus’den “Uyumsuz (Fr. Absurde)” bahsi:
“Derin duygular da büyük eserler gibi şuurlu olarak söylendiklerinden daha fazla mânâ taşır. Bir ruhta bir hareketin veya tiksintinin sürekliliği, yapma veya düşünme alışkanlıklarında da görülür, ruhun kendisinin bile bilmediği neticelerde sürer gider. Büyük duygular âlemlerini kendileriyle birlikte dolaştırırlar; gösterişli veya düşkün. İçinde kendi iklimlerine kavuştukları yalnız kendilerine mahsus bir dünyayı tutkularıyla aydınlatırlar. Bir kıskançlık, bir hırs, bir bencillik veya bir cömertlik âlemi vardır. Bir âlem; yâni bir metafizik ve manevi bir tutum. Önceden belirlenmiş duygular için doğru olan şey, temellerinde bize güzelin verdiği veya uyumsuzun uyandırdığı coşkunluklar kadar belirsiz, aynı zamanda hem o kadar karışık, hem o kadar kesin, hem o kadar uzak, hem de o kadar hazır olan coşkunluklar için daha doğru olacaktır… Uyumsuzluk duygusu, her sokağın dönemecinde her adamın yüzüne çarpabilir. O durumuyla, gönül yakıcı çıplaklığı, parıltısız ışığı içinde, kavranılmaz bir şeydir. Ama bu güçlük bile düşünülmeye değer. Bir insanın bizim için her zaman bilinmez kaldığı, bizi aşan, ircâ edilemez bir yanı olduğu belki de doğrudur. Ama gerçekte insanları tanırım; davranışlarından, hareketlerinin bütünlüğünden geçişlerinin hayatta meydana getirdiği neticelerden bilirim onları. Aynı şekilde, neticelerinin toplamını akıl seviyesinde bir araya getirir, bütün yüzlerini kavrayıp dikkate alır, âlemlerini yeniden çizer, böylece, tahlilin hiç mi hiç kavrayamayacağı bütün bu akla aykırı duyguları gerçekte tanıyabilir, gerçekte değerlendirebilirim. Görünüşe göre, bir oyuncuyu yüz kere gördüm diye onu kişi olarak daha iyi tanıyamayacağım şüphe götürmez. Yine de canlandırdığı kahramanların toplamını yapar da gözden geçirilen yüzüncü kişide onu birazcık daha fazla tanıdığımı söylersem, bunda bir gerçek payı bulunduğunu sezmek zor değildir. Çünkü bu görünüşteki aykırılık aynı zamanda bize yol gösteren bir hikâyedir de. Verdiği bir ders vardır. Bir insanın içten temayülleri kadar oyunları ile de tanımlandığını öğretir. Hisler için de böyle biraz; kişinin gönlündeyken kavrayamayız bu duyguları, ama yol açtıkları davranışlar, gerektirdikleri düşünce tutumları bir ölçüde açığa vurur bunları. Bu sözlerle bir usulü tanımladığım iyice anlaşılıyor. Ama bu usulün bilgi değil de çözümleme usulü olduğu da anlaşılıyor. Çünkü her usul, bir metafizik gerektirir, bazı bazı, daha bilmediklerini ileri sürdükleri neticeleri farkında olmadan belli ederler. Böylece bir kitabın son sayfaları daha ilk sayfalarındadır. Bu düğüm kaçınılmaz bir şey. Burada tanımlanan usul, her türlü gerçek bilginin imkânsız olduğu duygusunu açığa vuruyor. Yalnız görünüşlerin dökümü yapılabilir, yalnız iklim duyulabilir… Öyleyse bu kavranılamaz uygunsuzluk duygusuna aklın, yaşama sanatının veya kısaca sanatın birbirlerinden farklı ama kardeş dünyalarında ulaşabilir miyiz? Uyumsuzluk iklimi başlangıçtadır. Son ise, uyumsuz âlemdir, ayrıcalıklı ve amansız yüzünü parıldatmak üzere dünyayı kendine has bir ışıkla aydınlatan şu düşünce tutumudur… Bütün büyük hareketlerin bütün büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır. Büyük eserler çoğu kere bir sokağın dönemecinde veya bir lokantanın kapısında doğar. Uyumsuzlukta da böyledir. Özelikle uyumsuz dünya, soyluluğunu bu zavallı doğuştan alır. Kimi durumlarda neler düşündüğü mevzuunda kişinin bir soruya “hiç” karşılığını vermesi yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu karşılık içtense, boşluğun çok şey anlattığı, günlük hareketler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip manevî durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzluğun ilk belirtisi gibidir… Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkış, tramvay, dört saat daire veya fabrika, yemek, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde Salı-Çarşamba-Perşembe-Cuma-Cumartesi, çoğu kere kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar” işte bu önemli. Bıkkınlık makinemsi bir yaşayışın hareketlerinin sonundadır; ama aynı zamanda şuurun uyarılması başlar. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi şuursuz olarak yeniden zincire dönüş veya kesin uyanıştır. Uyanışın ardından netice gelir zamanla: İntihar veya iyileşme. Tek başına ele alınınca bıkkınlıkta tiksindirici bir şey vardır. Burada, iyi bir şey olduğu neticesini çıkarmam gerekiyor; çünkü her şey ancak onunla bir değer taşıyabilir. Bu sözlerin hiç de yeni bir yanı yok. Ama çok olmaları önemli: Bir zaman için uyumsuzun kaynaklarında bir ufak inceleme için yeterlidir bu kadarı. Basit “kaygı” her şeyin başlangıcındadır… Aynı biçimde donuk bir hayatın bütün günlerinde zaman alıp götürür bizi. Ama ister istemez, bir gün gelir, bu defa da bizim zamanı taşımamız gerekir. Geleceğe dayanarak yaşarız. “Yarın”, “ileride”, “iyi bir işim olunca”, “yaşlandıkça anlarsın.” Bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil, çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Yine bir gün gelir, insan 30 yaşında olduğunu görür veya söyler; gençliğini belirtir böylece. Ama aynı ânda, zamana göre yerini de belirtir. Zaman içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir ânındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını ister hep, bütün benliğinin bundan kaçınması gerekirken yarının gelmesini diler. Etin bu başkaldırısı; uyumsuz budur işte. (Ama gerçek anlamında değil. Bir tanımlama değil, anlamsızı kapsayabilecek duyguların sıralaması söz konusudur burada. Sıralamanın bitmesiyle anlamsız tüketilmiş olmaz.) Bir derece daha aşağı inildi mi yabansılık başlayıverir: Dünyanın yoğun olduğunu fark etmek, bir taşın ne derece yabancı, bizce kavranılamaz olduğunu, tabiatın, bir görünümün bizi büyük bir güçle okşayabileceğini sezinlemek. Her güzelliğin dibinde insana aykırı bir şey yatar ve bu tepeler, gökyüzünün tatlılığı bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz hayâlî anlamı hemen o dakikada yitiverirler, yitirilmiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle. Bin yıllar ötesinden dünyanın temel düşmanlığı yükselir bize doğru. Yüzyıllar boyunca da onda yalnız kendisine önceden verdiğimiz biçimleri, çizgileri anlamış olduğumuza göre, bundan böyle bu yapmacıklığı sürdürmeye gücümüz yetmediğine göre, bir saniye için onu anlamaz oluruz. Yeniden kendi kendisi olduğuna göre, dünya bizce anlaşılmaz olur. Alışkanlıkla maskelenmiş bu dekorlar ne iseler yine o olurlar. Uzaklaşırlar bizden, bir kadının alışılmış yüzü altında, aylarca veya yıllarca önce sevilmiş kadını bir yabancıyı andırır gibi bulabilir, bizi birdenbire böylesine yalnız edivereni bile arzulayabiliriz belki. Ama zamanı gelmemiştir daha. Bir tek şey: Dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı, uyumsuz budur işte… İnsanlar da insana aykırı bir şeyler salgılar. Kimi uyanıklık saatlerinde, davranışlarının mekanik görünüşü, anlamdan yoksun pantomimaları, çevrelerindeki her şeyi saçmalaştırır. Bir adam camlı bir bölme ardında telefonla konuşur; sesi duyulmaz ama, istenilen yere ulaşamayan mimikleri görülür: Bu adamın niçin yaşadığını sorar insan kendi kendine. İnsanın bile insana aykırılığı karşısında bu rahatsızlık, kendimizi yansıtan görüntü karşısında bu hesaba gelmez düşüş, günümüzün bir yazarının dediği gibi bu “bunaltı”, bu da uyumsuzdur. Aynı biçimde bazı ânlarda bir aynada bize doğru gelen yabancı, kendi fotoğraflarımızda bulduğumuz alışılmış, ama yine de kaygı verici kardeş; bu da uyumsuzdur işte… En sonunda ölüme ve ölümle ilgili duygumuza geliyorum. Bu mevzuda her şey söylenmiştir, gözü yaşlılıktan kaçınmak da uygun olur. Yine de herkesin sanki hiç kimse “bilmiyormuş” gibi yaşamasına ne kadar şaşılsa az. Gerçekten ölüm tecrübesi yoktur da ondan. Ancak yaşanan, şuuruna varılan şey denenmiş olabilir. Burada, olsa olsa başkalarının ölümüyle ilgili bir tecrübeden bahsedilebilir. Bir ilâç yerine başka bir ilâç kullanmak gibi bir şeydir bu; aklın görüşüdür ve buna da hiçbir zaman kanmayız. Bu hüzünlü kanaat inandırıcı olmaz. Ürperti, aslında hâdisenin matematik yanından gelir. Zamanın bizi korkuya düşürmesi, tanımlamayı yapmasındandır, çözüm arkadan gelir. Ruh üzerine bütün güzel sözler burada, hiç değilse bir zaman için karşıtlarının doğru olduğunun kesin deliliyle karşılaşacaklardır. Bir tokadın iz bırakmaz olduğu bu cansız bedenden ruh silinmiştir. Maceranın bu ilkel ve kesin yanı uyumsuz duygusunun özünü meydana getirir. Kaderin ölümcül ışığı altında, yararsızlık göz önüne serilir. Durumumuzu şartlandıran kanlı kesinlikler karşısında hiçbir ahlâk, hiçbir çaba, tecrübeye dayanmayan bir düşünceyle haklı çıkarılamaz… Bir daha söylüyorum, bütün bunlar bol bol tekrarlanmış şeyler. Burada kısaca bir sınıflandırma yapmakla, bu kesin özleri belirtmekle yetiniyorum. Bütün edebiyatlarda, bütün felsefelerde boy gösterir bunlar. Her gün konuşmalar bunlarla beslenir. Yeni baştan uydurmak söz konusu değil, ama ana mesele üzerinde sorular sormamız için bu açık gerçekleri kesin olarak bilmemiz gerekiyor. Bir daha söyleyeyim, uyumsuz buluşlar değil beni ilgilendiren; onların neticeleri. Bu olgular kesin olarak biliniyorsa, hangi neticeyi çıkarmalı, hiçbir şeyi atmamak için nereye kadar gitmeli? İsteyerek ölmeli mi, yoksa ne olursa olsun umut mu etmeli? İşe girişmeden önce, aynı dökümü akıl seviyesinde de yapmak zorunlu… Aklın ilk işi doğruyu yanlıştan ayırmaktır. Yine de, düşünce kendi kendisine yönelince ilk bulduğu bir çelişkidir. Burada, inandırıcı olmaya çalışmak boşuna. Yüzyıllardan beri hiç kimse, Aristo’nun ispatlamasından daha açık, daha kıvrak bir ispat getiremedi bu meselede: “Bu kanaatlerin sık sık gülünç düşürülen neticesi, kendi kendilerini yıkmalarıdır; çünkü her şeyin doğru olduğunu söylemekle, karşı kesinlemenin de doğru olduğunu belirtmiş oluruz. Bunun neticesi olarak da kendi görüşümüzün yanlış olduğunu; çünkü karşı kesinleme, bunu benimsemez. Her şeyin yanlış olduğu söylenirse, bu kesinleme de yanlış olur. Yalnız bizimkinin zıddı olan düşüncenin yanlış olduğu veya yalnız bizimkinin doğru olduğu bildirilirse, o zaman da sonsuz sayıda doğru veya yanlış hükümleri kabul etmek zorunda olduğumuzu görürüz; çünkü doğru bir kesinleme ileri süren kimse, aynı zamanda onun doğru olduğunu da söylemiş olur, bu böyle sonsuza kadar gider…” Bu kısır döngü, kendi üzerine eğilen aklın başdöndürücü bir dönüş içinde silinip gittiği bir dizinin ilkinden başka bir şey değil. Bu aykırılıkların basitliği bile indirgenemez, kavranılmaz olmalarına yol açar. Ne kadar söz oyunu, ne kadar mantık cambazlığı yaparsak yapalım, anlamak birleştirmektir. En ileri girişimlerde bile, aklın derin isteği, insanın dünyası karşısındaki şuursuz duygusuna varır; içli dışlılık ihtiyacıdır, aydınlık isteğidir. Bir insan için dünyayı anlamak, onu insanlara indirgemek ona damgasını basmaktır. Kedinin dünyası, karıncanın dünyası değildir. “Her düşünce insan biçimlidir” gerçeğinin başka anlamı yok. Aynı biçimde, gerçeği anlamaya çalışan akıl, ancak onu düşünce tâbirlerine indirgediği zaman ihtiyacının karşılandığını düşünebilir. İnsan, kâinatın da sevip acı çekebileceğini benimseseydi, uzlaşmış olurdu. Düşünce, olguların değişken aynalarında hem bu olguları, hem de kendi kendilerini tek bir ilkede özetleyebilecek ölümsüz bağlantılar bulabilseydi, bir düşünce mutluluğundan söz edilebilirdi, mutlular ifâdesi de bunun gülünç bir benzeri olurdu ancak. Bir birlik hasreti, bu mutlak isteği, insan dramının temel davranışını ortaya koyar. Ama bu hasretin var olması, hemen giderilmesi gerektiği anlamına gelmez. Çünkü isteği fetihten ayıran uçurumu aşar da, Yunan filozofu Parmenides’le (M.Ö. 540-450) birlikte BİR’in (ne olursa olsun) gerçekliğini kesinlersek, bütün birliği kesinleyen, ama bu kesinlemesiyle hem kendi ayrılığını, hem de çözümlemek iddiasında olduğu çeşitliliği ispatlayan bir aklın gülünç çelişkisine düşmüş oluruz. Bu ikinci kısır döngü, umutlarımızı boğmaya yeter… Bunlar da apaçık gerçekler. Kendi başlarına değil, kendilerinden çıkarılabilecek neticeler bakımından ilginç olduklarını bir kere daha söyleyeceğim. Başka bir açık gerçek biliyorum: “İnsan ölümlüdür!” diyor bana. Bununla birlikte bundan aşırı neticeler çıkarmış düşünürler gösterilebilir. Bu denemede, bildiğimizi sandığımızla gerçekten bildiğimiz arasındaki sürekli ayrılığı, yaşadığımız boyun eğişle gerçekten duyduğumuzda hayatımızı altüst edecek düşüncelerle yaşamamızı sağlayan sahte bilgisizliği durmamacasına başvurulacak bir şey olarak görmek gerek. Aklın bu içinden çıkılmaz çelişkisinde, bizi kendi eserlerimizden ayıran kopmayı bütünüyle kavrayacağız. Akıl, umutlarının kımıltısız dünyasında sustuğu sürece, her şey hasretinin birliğinde yansıyarak düzenlenir. Ama ilk davranışında bu dünya çatlar ve yıkılır: Sayısız, ışıltılı parçalar sunulur bilgisine. Bize gönül rahatlığı verecek bildik ve durgun sathını bir daha kurabilmekten umudu kesmek gerekir. Yüzyıllardan beri yapılan araştırmalardan, bunca düşünürün bunca el çekişinden sonra iyice biliyoruz ki, bütün bilgimiz için geçerlidir bu. İnsan düşüncesinin bir anlam taşıyabilecek biricik tarihini yazmak gerekseydi, yapılacak şey birbirini kovalayan pişmanlıklarının ve güçsüzlüklerinin tarihini yazmak olurdu… Gerçekten de, kim hakkında, ne hakkında, “Bunu biliyorum!” diyebilirim? İçimdeki bu yüreği duyabiliyorum, varolduğu hükmüne varıyorum. Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun da varolduğu hükmüne varıyorum. Bütün bilgim burada duruyor; gerisi kurmaca. Çünkü varlığımdan emin olduğum bu “ben”i kavramaya çalıştım mı, parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor. Bürünebildiğim bütün yüzleri bir bir çizebilirim, ona bütün verilenleri, bu eğitimi, bu kökü, bu ateşliliği veya bu susmaları, bu büyüklüğü veya düşüklüğü de bir bir çizebilirim. Ama yüzlerin toplamı yapılmaz. Benim olan bu yürek bile hep tanımlanmaz kalacak benim için. Varoluşum hakkında vardığım bu kesinlikle bu güvene vermeye çalıştığım öz arasındaki çukur hiçbir zaman dolmayacak; kendi kendime yabancı kalacağım hep. Mantıkta olduğu gibi “mânâbilim”de de gerçekler vardır ama gerçek yoktur. Sokrates’in “kendini tanı!” sözünün değeri, günah çıkarma yerlerimizin “faziletli ol!” sözünün değerini aşmaz. Bir hasretle birlikte bir bilgisizlik de belirtirler. Büyük mevzular üzerinde kısır oyunlardır bunlar. Yaklaştırma oldukları ölçüde geçerlidirler ancak… İşte yine ağaçlar; sertliklerini biliyorum, işte su, tadını duyuyorum. Otların ve yıldızların bu kokuları, gece, yüreğin rahata erdiği bazı akşamlar: Tesirini ve güçlerini duyduğum bu dünyayı nasıl reddedebilirim? Yine de bu yeryüzünün bütün ilmi, beni bu dünyanın benim olduğuna inandırabilecek hiçbir şey vermeyecek. Onu bana anlatıyorsunuz, bana onu sınıflandırılmasını öğretiyorsunuz, kanunlarını sayıyorsunuz, ben de bilme susuzluğum içinde bunların doğru olduklarını kabul ediyorum. Mekanizmasını tanıtıyorsunuz, umudum büyüyor. Sonunda bu sihirli ve karmakarışık kâinatın atoma, atomun da elektrona indirgendiğini öğretiyorsunuz bana. Bütün bunlar güzel, gerisini de anlatmanızı bekliyorum. Ama siz bana elektronların bir çekirdek çevresinde toplandıklarını görünmez bir gezegenler takımından söz ediyorsunuz. Bu dünyayı bana bir imge ile açıklıyorsunuz. O zaman dönüp dolaşıp şiire-sırra geldiğinizi anlıyorum: Hiçbir zaman bilemeyeceğim. Buna kızmaya zamanım mı var? Şimdiden teori değiştirdiniz. Bunca çabanın ne gereği vardı? Bu tepelerin tatlı çizgileri, bu çarpıntılı yürek üzerinde akşamın eli çok daha fazlasını öğretiyor bana. Başladığım noktaya geldim. Anlıyorum, ilim yoluyla olguları kavrayıp sayabilirsem de, dünyayı kavrayamam. Bütün engebelerini parmağımla tâkib edecek olsam, bundan fazlasını bilemezdim. Siz de tutmuş, kesin ama hiçbir şey öğretmeyen bir tasvir ile bilgi vereceğini ileri süren, ama hiç mi hiç kesin olmayan faraziyeler arasında bir seçim yapmamı söylüyorsunuz. Kendi kendime de, dünyaya da yabancıyım; yardım umabileceğim tek şey de, bir şeyi kesinlemeye yeltenir yeltenmez kendi kendini iptâl eden bir düşünce. Beni ancak bilmeye ve yaşamaya yanaşmadığım sürece rahat ettiren, fetih istekleri her türlü saldırıyı boşa çıkaran, duvarlara çarptıran bu şart nedir? İstemek, aykırılıklara yol açmaktır. Aldırmazlığın, yüreğin uykusunun veya ölümcül vazgeçişlerin verdiği bu zehirli ferahlığın doğması için düzenlenmiş her şey… Böylece akıl da kendi tarzında bu dünyanın uyumsuz olduğunu söylüyor bana.”
Camus, “Trafik kazasında ölmek de absürt bir şeydir” demiştir. Fransız yazar bir trafik kazası sonucu 4 Ocak 1960’da ölmüştür.
Not: Camus’ten iktibas ettiğimiz kısım, Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Muztaribler isimli eserinin ikinci cildinden alınmıştır.