Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, iyiyim. Hoş da bir hava var bugün. Son üç gündür de hava güzeldi gerçi ama bugün çok çok güzel. Kötü bir kış geçirdik bu sene. Zor oldu.
Neyse…
BARAN’da bir şey farkettim bu arada. Bir hafta öncenin dergisi dün elime geçti. Benim esas avukatlarımdan Ahmed Arslan’ın ismi geçmiyordu orada. Niçin? Artık BARAN’da değil mi yoksa?
(Av. Yılmaz, Carlos’u doğruluyor, ancak herhangi bir problem olmadığını, Av. Ahmed Arslan artık Adana’da yaşamaya başladığı için, isminin de BARAN’da geçmediğini söylüyor.)
Anlıyorum, anlıyorum. Tamamdır.
Hayat nasıl gidiyor?
(Av. Yılmaz, iyi gittiğini söylüyor.)
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl peki?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun da iyi olduğunu ve Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini söylüyor.)
Bu ay mahkemesi başlıyor mu, yoksa henüz başlamadı mı süreç?
(Av. Yılmaz, mahkeme sürecinin henüz başlamadığını söylüyor.)
Eğer bir şâhide ihtiyaç duyarsa, o ben olabilirim Neden olmasın? Şâhidlik yapmaya gelebilirim Türkiye’ye. (Carlos ve Av. Yılmaz gülüyor.)
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, herhangi bir sorusu olmadığını söylüyor. Bu arada, Carlos’un kendisiyle yaptığı telefon görüşmelerinin yayınlanacağı internet sitesinin “gelecek hafta” faaliyete geçeceği ve sözkonusu sitenin adresini Carlos’un eşi Isabelle hanıma göndereceği bilgisini veriyor. Sitenin isminin de “carlosreveals.com” yâni “Carlos İfşâ Ediyor” olacağını ekliyor.)
Size zahmet, Isabelle’i bilgilendirin; çok teşekkür ediyorum. Sitenin ismi de çok hoş ayrıca; iyi fikir. Çok güzel, çok güzel.
(Av. Yılmaz, internet sitesi için bir “biyografi” yazıp yazamayacağını soruyor Carlos’a. Sözkonusu İngilizce hayat hikâyesini ya kendisine yahud Isabelle hanıma gönderebileceğini belirtiyor.)
Elbette. Zevkle yazarım; söz.
Bir sorunuz yoktu, değil mi?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Musul’da ve IŞİD idaresinde kalan diğer yerlerde yaşanan bazı hâdiselerle ilgili olarak, daha önce de konuştuğum çerçevede bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.
Musul Müzesi’nde bulunan antik eserlerin tahrib edilmiş olduğuna, böyle bir şeye inanamıyorum. İnsanlık mirasıdır çünkü bunlar ve Mezopotamya’da yaşayan tüm halkların gurur vesilesidir.
İyi bir müslümanın, gerçek bir müslümanın, zaten herhangi bir putu yoktur. Fakat bunlar put değil ki! 2500 yıl önce, ondan da önce “put”tu onlar. Yalnızca büyük bir kültürel mirastan ibarettirler artık bugün ve orada yaşayan tüm halkların gurur vesilesi olarak, hayranlık uyandırıcı eserlerdir. O tür eserleri orada bizzat kendim de görmüş bir insan olarak, şimdi bu olanlara inanamıyorum.
Diğer yandan, daha önce de söylemiştim, ABD ordusu Bağdad’a ulaştığında, daha doğrusu Saddam Hüseyin’in bir kuzeninin ihaneti yüzünden –Saddam’ın “karşı saldırı” başlatma emrini iletmemişti!- Bağdad’a hiç savaşmadan girdiklerinde, üçüncü dünya ülkelerindeki en büyük müzelerden biri olan Bağdad Müzesi, aşağı sınıftan bazı Iraklı piçlerce yağmalanmaya başlanmış, başka bazıları da bu hırsızlığı organize etmişti.
Unutmamalıyız ki, aslında İsrail ordusunda asker olmalarına rağmen, Amerikan üniforması giyen İsrailliler vardır ABD ordusunda. İşte Bağdad’a girildikten ve Bağdad Müzesi’ne ulaşıldıktan tam bir hafta sonra, antik eser ticareti yapan bazı yahudi tüccarlar, müzeden çalınan bazı parçaları Kudüs’e götürerek orada satışını yapıyorlardı. Neler olup bittiğini anlayabilirsiniz bu vesileyle.
Babil’de olan bitenleri de biliyorum ben. Baasçı Irak Cumhuriyeti büyük bir iş çıkarmıştı orada ve Babil şehrini yeniden kurmuşlardı. Kendi döneminde dünyanın en muhteşem şehri olan Babil’in nasıl bir yer olduğu fikrini verebilecek bir çalışma ortaya koymuşlardı. Ne var ki Amerikan ordusu geldiğinde, bu kez de bir tank birliği yerleştirmişti oraya ve yapılan çalışmayı hiç umursamayan askerler, berbat bir hasara sebeb olmuşlardı orada. Hor görüyorlardı yâni; Amerikan askerinin hiç umurunda değildi Babil.
Amerikan vatandaşları sanat eserlerini tahrib etmez normalde. Fakat Arablara karşı öyle bir kafa yapıları vardı ki, orada isteyenin istediğini yapmasına izin verdiler. Çok üzücü şeyler bunlar.
Şimdi de aynı şey. Amerikalılar, hiç umursamadan orayı burayı bombalayıp duruyorlar.
Afganistan’da geçmişte yaşananlara bir bakalım dilerseniz:
Bamyan’daki Budist heykellerinin [2001’de] tahrib edilmesine Taliban içerisinde kim taraftardı o zaman? Yalnızca bir azınlık! Tarihin o en eski Budist heykellerinin yıkılmasına ne Molla Ömer, ne Usame bin Ladin, ne de Taliban’ın çoğunluğu taraftardı. Sadece dışişleri bakanı [Vekil Ahmed Mütevekkil] ve onun çevresindeki adamlar, “biz böyle bir şeyin Afganistan’da bulunmasını kabul etmiyoruz!” falan deyip tahrib etmişlerdi sözkonusu heykelleri.
Fakat, Amerikan ordusu 2001’de Afganistan’ı işgal ettiğinde, hemen Amerikan safına geçenler de yine bu dışişleri bakanı ve adamları olmuştu. Sonra Katar’a falan gidip bir sürü para kazanan bu adam ve yanındakiler, Taliban hareketine sızmış Batıcı hainlerden başka bir şey değildi. Bamyan’daki iki Buda heykelini yıkanlar bu adamlardı işte.
Bu bakımdan, şimdi Irak’taki, Musul’daki antik eserleri tahrib edenler de acaba böyle kişiler mi diye merak ediyorum.
(Carlos, Musul’daki tahribatı yapanların, Nakşibendî Millî Kurtuluş Cebhesi’ne bağlı Baasçı gerçek müslümanlar, 20 yıldan fazladır savaşan general ve subaylar olamayacağını ifâde ediyor ve “İslâm Devleti”nin bu tahribatı yapmaktan nasıl bir çıkar umabileceğini soruyor. Sonuçta o eserlerin bir ülke zenginliği olduğunu vurguluyor…
Zaten “İslâm Devleti”nin bugüne dek gerçekten bir “devlet” gibi davrandığını söyleyerek, böylesi tahribatlara yeltenmediklerine, müslümanların ortak tesislerine ve zenginliklerine dokunmadıklarına dikkat çekiyor. Bu te, bir yandan Suriye hükümetiyle savaş hâlinde iken, diğer yandan da kendi kontrolleri altındaki bölgelerden geçen Suriye boru hatlarına saldırmamalarını örnek gösteriyor. Hernekadar bu boru hatları Suriye hükümetine petrol sağlıyor olsa da, sonuçta bunların halka âit bir mülk olduğu şuurunu taşıdıklarını belirtiyor…
Böyle bir devlet şuuru taşıyan insanların ne demeye sözkonusu antik putları tahrib ettiklerini bu yüzden anlamlandıramadığını ifâde eden Carlos, Afganistan’daki gibi bir ajan faaliyetinin bu işde rol oynamasından kuşkulandığını söylüyor…
Ajan faaliyetleri çerçevesinde, bir dönem Suriye ve Irak’taki direnişin ardında bulunan Suudîlerin bölgedeki yönlendirmelerinden bahsediyor ve Irak’taki Şiî ajan hükümetine saldırmama karşılığı destekledikleri gerçek mü’minlerden İzzet İbrahim el-Durî’yi de bilvesile zikrediyor. Meselenin küçük bir topluluktan ibaret olmadığını; onbinlerce insanın dahil olduğu bu direniş içerisinde, Suudî veya Katarlı yahud başka milletlerden düşman ajanlarının da mutlaka bulunduğunu ifâde ediyor…
Kaldı ki, ne demeye antik eser tahribatı gibi utanç verici bir hâdisenin dünya basınına verildiğini ve internete konulduğunu, bunun ardında ne olduğunu soruyor Carlos…
Türkiye ve Arab ülkelerinde yaşayan halkların, bölgede yaşanan tüm çatışma ve sapkınlıklara karşı, öyle şiddet nitelikli de olmayan ama halka dayanan, ahlâkî ve dinî bir başkaldırı, bir protesto düzenlemeleri gerektiğini vurguluyor…
Ortadoğu’daki ve dünyadaki müslümanların düşmanının tek olduğunu, bunun da siyonist devlet ile bunların ABD’deki patronları ve Avrupa’daki güya hıristiyan müttefikleri olduğunu söylüyor. Hıristiyanların bir yahudi devletini desteklemesinin tezat olduğunu, çünkü yahudileri tarihte sadece müslümanların koruduğunu, hıristiyanların ise onları katlettiğini ve takibata uğrattığını belirtiyor…
Yumuşak bir insan olmamasına rağmen, tüm bu olan bitenlerden çok üzgün olduğunu ifâde etme ihtiyacı duyuyor Carlos ve çocuk yaşından beri kana ve gaddarlığa şâhid olduğunu, silâhlarla içiçe yaşadığını, hattâ 15 yaşındayken bir yeraltı gücüne kumandanlık yaptığını, zaten adının da 1970 ve 80’lerdeki bir takım hâdiseler sebebiyle tarihe mâlolduğunu söylüyor. Buna rağmen, gaddarlıktan hiçbir zaman mutlu olmadığını; üstelik düşman ülkelerden mahpuslarına son derece insanca davrandıklarını vurguluyor. Ancak bu insanları serbest bıraktıklarında, bu mahpusların basına konuşmalarına asla izin verilmediğini, düşman kontrolündeki basında bu insanların kendilerine iyi davranıldığıyla ilgili hiçbir sözlerinin yer almadığını söylüyor. Şimdi bu bölgede yaşananlardan dolayı çok sinirli ve üzgün olduğunu tekrar ve özellikle vurguluyor Carlos…
Suriye rejimine bazı yönlerden sempati beslemesine rağmen, IŞİD’teki bazı insanlara da sempati duyduğunu, İzzet İbrahim el-Durî’nin adını verse bile asıl vermediği ve tanıdığı bazı insanların burada bulunduğunu, ancak olan bitenleri anlamlandırmakta bazen zorlandığını ifâde ediyor…
Kürtlere de sempati duyduğunu; devlet kurmak şeklinde olmasa bile, Kürtlerin millî haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini daima savunageldiğini; ancak IŞİD’e karşı Kobani’deki yahud Ayn-el Arab’taki zaferin hiç de tek başına PKK ve müttefiklerinin cesaretine dayanmadığını; bunda özellikle ABD, NATO ve ajan ülkelerin hava bombardımanlarının etkili olduğunu belirtiyor…
Çok keskin tezatların ortasında olduğumuzu söylüyor Carlos. İdeolojileri her ne olursa olsun, her devrim, her direniş, halka da dayansa her hükümet altında suç işleyen insanların çıktığını, kadınların tecavüze uğradığını, çocukların kaçırıldığını, erkeklerin gasbedilip katledildiğini, çünkü bunun insanın iyi olmayan tarafı olduğunu ve maalesef hep yaşandığını vurguluyor. Ne var ki, çıkıp bunun propagandasını yapmanın, işte bunun hiç de normal olmadığını ifâde ediyor…
Türkiye’nin gerçek müslümanlar tarafından oluşturulmuş İslâmcı hükümetinin, bölgedeki bu gidişatı durdurabilecek politik bir rol oynayabileceğine inandığını söylüyor Carlos…
Bunun kolay bir şey olmadığını, çözüm için kimsenin elinde hazır bir formül bulunmadığını, ancak IŞİD’in tüm dünya ülkeleri kendisine karşı birleşse bile bir on yıl daha savaşmaya devam edebileceğini, çünkü yere inip de kimsenin kendileriyle savaşmayı göze alamadığını vurguluyor…
Kendisini herşeyden fazla endişelendiren bir husus olarak, siyonist ve emperyalist düşmanın, İslâmî bir temele dayanmasa bile, dinî bir aşırılığı enjekte etmeye muvaffak olduğunu; ancak her ne olursa olsun, herşeyin Allah’ın elinde olduğunu vurgulayarak konuşmasını bitiriyor ve tekbir getiriyor…)
Baran Dergisi 426. Sayı