Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra tek süper güç durumuna gelen ABD, eski karadan (Asya, Avrupa, Afrika) uzak olan stratejik konumu sebebiyle dünyayı uzaktan yöneten ve vurulamayacak bir süper güç olarak görünüyordu. Bu sayede istikrarın tesis edilmiş olduğu bir ülkeydi.
11 Eylül 2001 tarihine geldiğimizde ise durum farklı bir boyuta evrildi. Usame bin Ladin liderliğindeki El-Kaide New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ni ve Washington D.C.’deki Pentagon’u vurduğunda insanların kafasında yer edinen ABD olgusu bir değişime uğradı.
ABD’ye ve tüm insanlara Afganistan’dan sanki bir ses “Allah’ın düşmanlarına gereken cevabı vermemiz için sıfırdan bir şey üretmemize bile gerek yok; biz istersek sizi sizin silahlarınızla vururuz.” dedi. Amerika ve Batı şok geçirmişti, zira kendilerinin barış getirmek için uyguladıkları metodu bu sefer kendilerine barış getirmek için uygulayan biri çıkmıştı. Lakin onlar bu durumu “terör” olarak adlandırdı. Çünkü vurulan onlardı, çünkü onlar masumdu! Fahişe yüzlü deve, Afganistan’dan bir tokat indirilmişti.
Sovyetler Birliği dağılıp dünyanın ABD ve Sovyetler arasında paylaşıldığı Soğuk Savaş sona erdiğinde ise ABD, dünyanın tek “süper gücü” hâline geldi. Soğuk Savaş’ın ardından dünyada hâkimiyeti ele geçirdiği ve artık gücü kimseyle paylaşmak zorunda olmadığı iddiasında olan ABD’nin, bu noktaya gelene kadar yaptığı en iyi şey ise her şeyi yapmaya gücünün yetebileceği fikrini insanların zihnine zerk edebilme kabiliyetini haiz propaganda gücüydü.
Bu başarılı illüzyon, 11 Eylül 2001’de uçaklarla hedef alınan İkiz Kuleler ve Pentagon’la birlikte çöktü. Hedef alınamaz olmasının sağladığı avantajla sermayenin merkez üssü hâline gelen, daha sonra askerî ve siyasî olarak dünya düzeninin kurucusu olan ABD, yıllarca emek vererek oluşturduğu imajın yıkılması sonrasında kudurmuş köpek misali İslâm dünyasının üzerine fiilen atılmaya teşebbüs etti. ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinde eline aldığı işi yapmaktan aciz stratejik körlüğü ortaya çıkınca önüne gelenin ABD’ye kafa tutma cesaretini kendinde bulduğu bir dünya ortaya çıktı. İşin müntehasından bakıldığında, ABD’nin Afganistan’da aldığı mağlubiyet ise, 11 Eylül’ün, aradan geçen 20 yıllık süredeki tesirleriyle birlikte ne kadar ehemmiyetli bir hadise olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Dünyayı değiştiren hadise
11 Eylül saldırılarıyla vurulamaz sanılan ABD büyük darbeyi yiyince, daima istikrarı seven ve istikrarın olduğu yerde olan sermaye ABD’ye şüphe ile yaklaşmaya başladı. ABD’nin dış politikasının da radikal bir değişim ile saldırgan bir hüviyete bürünmesiyle bu istikrarsızlık ortamı perçinlenmiş oldu. Dünyanın güç ve ekonomi merkezi ekseninde kayma meydana geldi. Kısacası paradigma tamamıyla değişti!
ABD’ye etkisi
11 Eylül hadiselerinin ardından paniğe kapılan ABD, Afganistan’ı işgal etti. Ardından Irak işgali… ABD, bu işgallerden sonra işler istediği gibi gitmeyince askerî harcamalar sebebiyle büyük bir iktisadî darboğaza girmiş oldu. Bunu da zaten yıkılma evresine girmiş olan ABD’nin sonunun gelmesini hızlandıran bir etken olarak not edebiliriz.
11 Eylül hadisesi ve arkasından yaşanan işgallerle, ABD dış politikasının temel yapı taşı olan Ortadoğu’da anti-Amerikancı tutumun halk arasındaki itibarı daha da arttı. Bugün hamlelerin baş döndürücü bir hız kazandığı Ortadoğu üzerine, artık 20-30 yıllık planlar yapılamıyor. Her taşın altından bir belirsizlik ve kaos çıkıyor. Bu kaosun ardından oluşacak düzen ise kimin hegemonyası altında kurulacak kestirilemiyor.
Sonun Başlangıcı
Kimilerinin üzerine komplo-teorileri üreterek “düzmecedir” dediği, “ABD, Afganistan’ı işgal etmek için kurguladı ve kendi istihbarat birimlerine yaptırdı” dediği ve bunları derken de sadece Dünya Ticaret Merkezi’nin tartışıldığı ve Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’un vurulmasının hep göz ardı edildiği 11 Eylül hadisesi, ABD’ye çok pahalıya patlamıştır. 11 Eylül ABD için sonun başlangıcı olmuştur! 11 Eylül hadisesi ABD’yi yaralamakla kalmamış, dünyadaki siyasî atmosferi de tamamıyla değiştirmiştir. 11 Eylül saldırılarıyla beraber ABD’nin hâkimiyetinin de masaldan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Buna mukabil hem Batı’da hem de Doğu’da NATO’nun meşruiyeti tartışılmaya başlanmıştır. Bununla beraber Batı’nın düşüşünün doğurduğu otorite boşluğu, Müslümanların özgüven kazanmasını sağlamıştır.
Yenilmez sanılan “süper güç”e 11 Eylül’le birlikte dev bir yumruk indirilirken ABD Afganistan topraklarına çekilmiş ve bu topraklarda Taliban tarafından boğulmuştur. Taliban’ın ABD’ye karşı yıllardır sürdürdüğü mücadele neticesinde yenilmez zannedilen ABD Afganistan topraklarında perişan edilmiştir.
Dün 11 Eylül hadisesini ABD’ye yamamaya çalışıp, yine Müslümanların mücadelesini pasif göstermeye çalışanlar bugün de 20 senedir ABD ile savaşan Taliban’dan bir Amerikan işbirlikçisi çıkartmaya uğraşıyorlar.
Amerika’yı ilah edinenler
11 Eylül eylemleri sonrası dezenformasyonun sistemli bir şekilde yapılması, bedenleri ile birlikte zihinlerinin de satın alındığı “elemanlar”ın manipülasyon (hileli yönlendirme, güdümleme) bombardımanları ve neticede sadece fertlerin değil toplumların zihinlerinin tahrifi-esir alınması… Bu mevzu “dezenformasyon”a iyi bir örnek sanırız; çünkü sonrasında ABD’li Michael Moore isimli bir yönetmen, 11 Eylül’ü Müslümanların değil, ABD’nin Irak’a girmek için yaptığına dâir belgesel bir film bile çekti; tabiî ki burada Moore’un belgesel filminin bir anda bütün dünyaya nasıl yayıldığının da altının çizilmesi gerekiyor. Sonrasında ise, Moore’dan daha ateşli bir şekilde bu mevzuyu savunan sayısız insan türedi. Elbette, Moore da bu dezenformasyonun bir parçasıydı. Moore’un “belgesel”ini kaynak göstererek ABD’ye iman tazeleyen, neyi savunduğunu, niye savunduğunu bilmeyen binlerce insan türedi. Bedir’de Allah’ın yardımı ile Peygamberin zafer kazandığına inanan, inanması gereken sayısız insanın, Amerikan Gücü’nün mutlaklığına bu kadar inanabiliyor olması, günümüzde dezenformasyonun hangi boyutlara ulaştığının net bir göstergesidir. Burada şu önemli husus da gözden kaçırılıyor ki, ABD Irak’a yahut başka bir yere girmek için bahane aramaz ki! Tarihi boyunca Kızılderililerden Vietnam’a, Japonya’dan Afganistan’a kadar birçok milleti mahveden ABD, Irak’a girmek için niçin bunca zahmete katlansın ki? Burada gözden kaçırılan husus, fena yakalanan, bir anda şoka uğrayan ABD’nin meseleyi ustalıkla manipüle etmeye çalışmasıdır.
11 Eylül mevzuundaki en büyük dezenformasyonlardan birisi de “ikiz kulelerde ölen siviller” kelimelerinin devamlı tekrarıdır herhalde. “Pentagon” gibi senelerce “büyük bir savunma sistemi var” diyerek dünyaya hava atılan ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın çökmesinin on saniyede gerçekleşmesinin şoku ancak böyle bir manipülasyonla kapatılabilirdi. Hep “ikiz kuleler”e ve “sivil kayıplar”a vurgu yapılması, “Pentagon hezimeti” kapatılırken Müslümanların “masum siviller”e saldırdığı imajının altının devamlı çizilmesi ve buna benzer birçok hususla beraber maalesef Müslümanların bu yalan, dezenformasyon ve manipülasyonları yutması da acı vericidir.
“11 Eylül Fedâ Saldırıları” karşısında bir türlü ABD’nin de “vurulabileceği” fikrine inanamama durumudur; oysa buradaki temel problem, böyle bir eylemi Müslümanların yapıp-yapmadığı değil, ABD’nin Allah’tan daha büyük bir imaj olarak zihinlerde yer edip etmediğidir.
Türkiye’de Batıcı diye tanımladığımız, muhafazakarından kemalistine dek geniş bir perspektifte yayın yapan, ABD’yi mutlak güç addedenler, 11 Eylül’dekinden de büyük bir travma yaşıyorlar. Onlara göre ABD yenilmez güç olduğundan, onların şuurlarında İkiz Kuleler eğer vurulursa bunu vurabilen de ancak Amerika’dır kompleksi yatmaktadır.
Çakal Carlos’un kaleminden 11 Eylül
“Dünya tarihinin ABD için felaket olan en önemli devrimci operasyonlarından birinin yıl dönümüydü. Sistemi hedef alan en ehemmiyetli operasyon Aralık 1975’te düzenlenen OPEC baskını, ikincisi ise Şehid Usame bin Ladin tarafından organize edilen 11 Eylül saldırılarıdır. Dünya Ticaret Merkezine ve Pentagon’a uçaklarla düzenlenen saldırıyı Usame’nin öncülüğünde onun örgütü gerçekleştirdi. … Bu, emperyalizme karşı yapılan en büyük saldırılardan biriydi.
…
Elbette, orada -hepsi olmasa da- ölen bazı insanlar masum kurbanlardı; yanlış zamanda yanlış yerde bulunuyorlardı sadece. Ne var ki, orası, yâni Manhattan, insanlığın düşmanı olanların üssü, dünya halklarına karşı her gün 24 saat süren daimî bir savaşı -seyreltilmiş uranyumun dahi kullanıldığı- bombardımanlarla sürdürenlerin en başta gelen yönetim üssüydü.”
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun kaleminden 11 Eylül
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler eserinde Amerika’nın acziyetini ele alırken Ladin’in göstermiş olduğu şecaatı da şöyle dile getirmiştir:
“…gerçeği yönlendiren ve eline geçen fırsatı yiğitçe değerlendiren din gerçekçileridir ki, -onlar yalnız Allah’ın emirlerini dinlerler-, senin gerçekçilik adına Amerika’nın helâ taşlarını yaladığın yerlerde, ikiz kuleleri zeminle bir edip “süper devlet” palavrasını yerle yeksan ederler.”
Baran Dergisi