Türkiye’de, Türk tiyatrosu yok. Bizim tiyatromuz Batı tarzı kültür kurumları içinde en iyi taklittir. İngilizler kadar güzel Sheakespeare oynarız; ama kendimiz gibi oynadığımız bir tiyatromuz yok.
Ulvi Alacakaptan Kimdir?
İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi Şişli Yüksek Okulu İşletmecilik Bölümü'nü bitirdi ve ilk kez 2. sınıfta bir skece çıktı. 1960'ta İstanbul Radyosu Çocuk bölümüne seçildi ve 1967'ye kadar İstanbul Radyosu'nda çalıştı. Ve aynı yıllar arasında oyunlar yönetti ve oynadı. 1969-1971 yılları arasında Dostlar Tiyatrosu sınavını kazandı ve iki yıl eğitim gördü. 1969-1978 yıllarında çeşitli oyunlarda oyunculuk, yönetmen yardımcılığı ve dramaturgluk yaptı. 1978’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’na katıldı. Türkiye’nin önde gelen tiyatro oyuncularıyla aynı sahneyi paylaştı, onlarca oyunda yönetmenlik ve oyunculuk yaptı. 1980 yılında ilk sinema hayatına başladı ve bir çok filmde rol aldı. 1985’te Çağrı Sahnesi’ni kurdu ve İbrahim Sadri’nin Aykırı Gece Karşılamaları adlı ilk oyununu ismini İnsanlar ve Soytarılar olarak değiştirerek sahneye koydu. 1986 Sanat Manata Karşı’da oyun- cu, yazar ve yönetmen oldu. 1987’de Birlik Sanat Ürünleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı oldu. 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı’na Gösteri Sanatları Merkezi isimli bir tiyatro okulu kurdu ve Genel Sanat Yönetmenliği ve Politik Tiyatro hocalığını üstlendi. GSM de Fetih/Bir Gül Macerası ve Üstad Necib Fazıl Kısakürek’in Ahşap Konak isimli oyunları- nın yönetmenliğini yaptı. 2000’li yıllarla beraber dizilerde rol almaya da başlayan Alacakaptan, 2007-2014 yılları arasında Bağcılar Belediyesi Tiyatro Okulu’nu kurdu ve Genel Sanat Yönetmenliği’ni üstlendi.
Kitapları:
Çaladaktilo, Ağzınıza Laik, Zehir zemberek, Ulvi Şeyler, Melodik Coplama...
Türk tiyatrosunun bugünkü manzarası hususunda görüşleriniz neler ve bu manzaraya bakacak olursak Türk tiyatrosu istenilen düzeye ulaşmış mıdır; yoksa kat edeceğimiz çok mesafe var mı?
En başta şöyle bir mesele var… Ben tiyatronun her alanında bulundum. Tiyatro Oyuncuları Derneği’nde başkanlık yaptım. Şehir Tiyatroları Repertuar Kurulu üyeliği yaptım. Her yerde şunu söyledim “Türk tiyatrosu diye bir şey yok”. Yani, Türk, Fransız, İngiliz, Alman herhangi bir sanat dalının o milletten sayılabilmesi için kendine has bir üslûbu olması lâzım. Bu çok mühim bir meseledir. Bunun için de sanatçının kendine has dili ve üslûbu olması gerekiyor. Bu müzisyen olabilir, tiyatrocu olabilir. Mesela şimdi Necip Fazıl’ın bir şiirini gördüğünüz zaman, anlarsınız o şiirin ona ait olduğunu. Keza Nazım Hikmet’in de öyle. Onun için Türkiye’de, Türk tiyatrosu yok. Bizim tiyatromuz Batı tarzı kültür kurumları içinde en iyi taklittir. Biz Fransızlar kadar güzel Moliere oynarız, İngilizler kadar güzel Sheakespeare oynarız; ama kendimiz gibi oynadığımız bir tiyatromuz yok. Bunun nedeni de açık; cumhuriyetle birlikte geleneksel tiyatromuz bir kenara itilmiş ve Batı’ya dönüştürülmüş, Batılı da olamamış…
Sadece tiyatroda değil, hayatın her sahasında böyle.
Evet, maalesef. Konumuz tiyatro olduğu için bu sahadan ilerliyorum. Daha da somut görebiliyoruz. Yıllardır ben “yerli bir tiyatro” peşindeyim. Bu nasıl yapılır, bu konuda okullar da kurdum. Ama çok fazla ilerlemiş değiliz. Çünkü, bizde geleneksele bakış açısının da hastalıkları var. Geleneklerin yanlış dostları var. Çıkıyorlar Karagöz, “evet efendim, tamam efendim, münasiptir efendim” bu iş böyle olmaz. O artık geçmiş bir şeydir, ancak onun ruhunu alırsın, üslûbunu alırsın, modern tiyatronun anlatım biçimleriyle harman edersin ve şimdiki seyircinin seyir alışkanlığına bakarsın ona göre hareket edersin. Şimdi uzun tiratlar falan kalmadı, millet kısa mesajla şey yapıyor. Yeni bir tiyatro yaparsın, bunun için de güç, yetenek ve birikim gerekir. E sen Müslüman olarak yahut inanan insan olarak zaten tiyatroyu bir kenara itmişsin. Tabii haklı olarak gerçekleşmiş bu. Cumhuriyet rejimi tiyatroya çok önem veriyor. Reşat Nuri Güntekin zamanında, “Hançer ve Hülleci” diye iki tane oyun yazmıştır, Müslümanları yeren türden. Ama Cumhuriyet rejimi bizimkilerden daha vefalı çıkmıştır, kendisini Paris’e kültür ateşesi yaptılar. Tabii birde Mason olmasının bir payı var burada. Mesela benim için cumhuriyet balo ve tiyatrodur. Balolara kimler gidiyor, karılarıyla dans ediyorlar mı, karılarının başka birileriyle dans etmesine izin veriyorlar mı? Bunların hepsi cumhuriyetin ilk yılında takip edilmiş. Ve tabii altyapıda, sanayide, tarımda bir şey yapamayan mevcut hükümet, yaslanmış kültür planlarına. Halk evleri kültür evleri vesair. Devlet Tiyatrosu kurulmuş 1934’de, 1914’te Şehir Tiyatroları kurulmuş. Bunların birisi Almanlar gibi oynayan, diğeri de Fransızlar gibi oynayan bir hale gelmiş.
Yani kültür sanat faaliyetleri, halkı kendi geçmişinden koparmak üzerine mi inşa edilmiş?
Aynen öyle. Müslümanların tiyatroya soğuk bakmalarında böyle tarihsel neden var. Hep alay edilmiş sahnelerde Müslümanlara, küfredilmiş, ucube din adamları oynatılmış oyunlarda. Devlet tiyatrolarında hâlâ öyle sanırım. Şu da var, smokinli adamlar karşılıyor kapıda sizi, size yolu onlar gösteriyor. Yani, gerçek halkın uzaktan yakından alakası olmayan yerler. Böylece soğutmuşlar insanları. Biz 1984’te insanlarla bir şeyler yapmaya başladığımız zaman, çok güzel bir başlangıç yapmıştık. Ta ki 10 sene kadar sürdü bu, Refah Partisi iktidar olana kadar. Çok harika ve coşkulu bir dönemdi. Ama Refah Partisi iktidar olunca her şeyi bıraktı.
Amaca ulaşıldı yani.
Evet. O zamanlar bizden başka birkaç tiyatro daha vardı; rahmetli Hasan Nail Canat falan… O tiyatroları organize etmek için, şehirlerde vakıflar ve dernekler birbirleriyle yarışıyorlardı. Çünkü doğru-dürüst başka bir faaliyet de yoktu. O zamanlar yasaktı bazı şeyler. Ve bizim tiyatromuz sadece tiyatro seyretmek değil, Müslümanların tekrar bir araya geldiği, selamlaşmaya başladığı yer oldu. Yani kim organizeyi üstleniyorsa, o prestij kazanıyordu.
Kemalist düşünce böyle bir hamle yaptı ve kültür sanatı kullandı. Bugün hâlihazırdaki Kültür Bakanlığı’nın Türk tiyatrosu üzerine menfi, müspet herhangi bir çalışması var mı?
Sadece Kültür Bakanlığı’nın değil, 1982 senesinde Özal zamanında özel tiyatrolara destek fonu kuruldu. Türk tiyatrosunu batıran en önemli neden budur. Çünkü, hâdiseler Türkiye’de dünyada değiştiğinden başka türlü gelişiyor. Mesela, Türkiye’de tiyatroyu var eden, yeni oyunlar yapan, bazı oyunları ilk defa oynayan tiyatrolar özel tiyatrolardır. Resmî tiyatrolar hep hükümetin, devletin borazanı olmuştur. Biraz da köhnemiş. Yazarlar da itibar etmezdi, telifi düşüktü. 1982’de devlet yardımı başlayınca, hala öyle sanıyorum devlet ulufe dağıtıp özel tiyatroları, özel ödenekli bir tiyatro hâline getirdi. Sonrasında yeni oyunlar yapılmadı, aldıkları paraları oyunlara sarf etmediler. Paralar dekoratörlere ve oyunculara verilmedi. Bir de yardımları sen, ben, bizim oğlanlara dağıttılar. Biz hayatımızda bir kere başvurduk 1997 senesinde. Başvurduktan sonra bir toplantıda dedim ki, “veremezler, vermezler değil, yardımı bize veremezler” dedim. Çünkü, komisyon değişmemişti. Komisyon, Refah’tan önceki komisyondu. Bir daha da başvurmadım. Fakat kader işte, iki senedir bu komisyonda üyeyim. Biraz sağını solunu düzeltebilir miyiz, iki çeşit faydamız olur mu diye gittim. Hayır, olmuyor. Bu hususu da ilk size açıklıyorum, bugün yarın “bir daha beni çağırmayın” diye yazacağım yani… Çünkü yanlışlar yine devam ediyor, hem de tam tersinden. Adamın tiyatroyla ilgisi yok, belli ki bazı bağlantıları var. Tam bunun üzerine bir şeyler konuşmak istiyorsun; “yok, yok, bırak!” diyorlar, hop üzerine para veriyorlar.
Öyleyse bir çark var, buna bir çomak sokmamak lâzım.
Tam öyle. Şimdi de tam tersinden yapıyorlar bunları. Mesela Uygur Kardeşler, en fazla müsaadeye mazhar topluluklardan bir tanesi. Geçen sene “Marko Paşa” diye bir oyun getirdiler. Yazarı şey diyor “her beron bilmem ne geldim şayn ştayn” yahu ben Almanca bildiğim için mevzuyu anlıyorum. Uydurma bir isim bu. Tam “yahu bu isim uydurma” diyecektim ki, hemen kapattılar üzerini mevzuun. Belli ki bir bağlantı ya da o tür bir şey var. Şimdi de bir tanesi Şehir Tiyatroları’nın Genel Sanat Yönetmeni oldu. Maalesef Kültür Bakanlığı’nın ziyandan başka bir şeyi olmadı. Bunu kurulda da söyledim, “siz dükkana para veriyorsunuz”. Yani Dostlar Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu falan… Projeye verin dedim parayı. Genco Erkal benim hocamdır ama tek kişilik oyunlarla en yüksek yardımları alıyor. Haksızlık bu! Ben özel tiyatrocu olarak vergi veriyorum, benim vergimi alıyor ve tek kişilik oyuna veriyor. 80-90 bin lira para bu. Ne oluyor bu sonra, “e tiyatroya yardım ediyoruz” oluyor. Tiyatronun başka teknik zorunlulukları da var, 25 metrede oyun zorunluğu var. Bir de çoğu oyunlar 10 kere oynanıyor, “15 oyun oynadım ben” diye kağıt alıyor. Kültür sanata, devlet sadece alan açacak, destek olmasına gerek yok. Köstek olacağına bu yapılabilir bir şey. 1960-1980 arasında Türk tiyatrosu devlete rağmen en parlak dönemlerinden birini yaşadı. Bırakın desteği, yasaklamalar vardı o zaman. Çünkü, gerçek sanatçının bir özelliği vardır. Gerçek bir yetenekse o, zorluklar ve baskılar sanatını güzelleştirir onun. Rehavet sanatçıya, “devrimci” adama yaramaz.
Bugün içtimaî bir değişim var. TV dizileri de aşırı alaka görmeye başladı, siz de dizilerde rol alıyorsunuz. Dizi sektörünün tiyatro üzerinde ne gibi tesirleri oldu?
Dizilerde oynayan tiyatrocuların %10’u, “ne yapsam da bu diziden kurtulup, tiyatro yapsam” diye düşünüyor. Olabilir bir zulüm değil bu, 130 dakika dizi dünyanın hiçbir yerinde yok. Dünyanın her yerinde 50-60 dakika. Dünyada olan her şey bizde vahşi boyutlarda oluyor. İkincisi dizi oyunculuğu, tiyatro oyuncusunu tatmin edecek bir şey değildir. Tiyatro, karşılıklı sohbet gibidir seyirciyle oyuncu arasında. Ben arada kendi tiyatromu da yapıyorum. Kendi tiyatromda kendi sözümü söylüyorum ben, kendi doğru bildiğim şeyi aktarıyorum. Bu dizilerde mümkün değil. Dizide seviye ne kadar düşük olursa, o kadar çok tutuyor yani. Bir dizinin tutmayacağının en büyük kanıtlarından birisi, benim beğenmem. (Ulvi hoca gülüyor.) Ben beğenirsem kesinlikle tutmuyor. Bir anlamda biz de belki bu suça ortağız. Ama büyüklere masallar anlatıyorlar, büyükler de çok hoşnut bu işten nedense. Bizim halkımız dizileri, TV’de seyrettiği şeyleri çok ciddiye alıyor. Oyunlarımda bunları da söylüyorum “bakın TV’de seyrediyorsunuz adamı, iyi bir aile babası zannediyorsunuz. Çok tehlikeli bir şey bu, hiç öyle olmayabilir. Öyle de değil zaten, TV’deki söylenenleri sahi sanıyorsunuz” diyorum. Bizim Türk dizileri –ne kadar Türk ise artık- son zamanlarda Kore dizilerinden devşirme. 70 ülkede oynanan diziler bunlar. Dünyanın parasını kazanıyorlar bu işten. Oyunculara da bir lira para vermiyorlar. Öyle de tuhaf bir şey ki, 25-30 yaşında birisi benim tiyatrocu olduğumu bile bilmiyor yani. Hayat Bilgisi’nden tanıyorlar falan. Gelip bana “biz sizi tanıyoruz” diyorlar. Yahu sen benim suretimi biliyorsun, benim kim olduğumu biliyor musun? Geliyor resim çektiriyor vesair. İlk başlarda resim de çektirmiyordum, “ben Türken Şoray mıyım” diyordum bir zamanlar. Artık bununla da baş edemiyorsun, çektiriyorsun mecbur. Biraz da kibir gibi duruyor, aldırış etmiyoruz. Bir de şöyle bir şey var, bizde tam olarak olmadı da, kıyısından başladı. Türkiye’de eskiden sadece TRT vardı, en kaliteli olduğu zamanlar İsmail Cem dönemiydi, 1970’lerde. Tiyatrolar o zaman daha çok iş yapıyordu. İnsanlarda daha kaliteli bir seyir alışkanlığı vardı. Fakat şimdi gittikçe kötüleşiyor, özel tiyatrolar başladığında biz “oh TRT yok sadece, şimdi özel TV’ler daha kaliteli şeyler yapacaklar, daha çok para kazanacağız” dedik. Tam tersi oldu, bu sefer TRT’de kalitesizleşmeye başladı. Bu hengame içerisinde dönüp duruyoruz. Ben TV’den kazandığımın beşte birini tiyatrodan kazanayım, diziye hiç tenezzül etmem vallahi.
Biraz önce “insanlar artık birbirine kısa mesajlar atıyor” dediniz. Sosyal bir dönüşüm var, 60 metre kare evlerde, hızlı yiyecekler, iş temposu, yoğun bir hayat şartları var. Buna mukabil insanları tiyatroya yahut sanatın diğer dallarına nasıl ısındıracağız?
Sadece tiyatro için konuşursam, dünyada da TV seyircisi zaten sinemaya gitmiyor. Ama biraz önce dediğim gibi, dünyada var olan şeyler bizde çok vahşi boyutlarda oluyor. Bizde her şey karman çorman. Mesela dünyada tiyatro bileti, sinema biletinin 7-8 katıdır.
Bizde yarısından da düşük.
Evet yine de ilgi göstermiyorlar. Tiyatronun kötüye gitmesinin en büyük nedenlerinden birisi de, belediyelerin yaptığı bedava gösterilerdir. Yani, 13-14 senedir belediyeler çok düşük kalitede bedava gösteriler yapıyorlar. Çok düşük kalite oyunlar… Bütün Osmanlı padişahlarını seyrediyoruz, adam Osman Gaz, Orhan Gazi diye gidiyor. İyi bir şekilde yapsalar bunu amenna ama o da yok. Mehmet Akif, yahu kimse yüzüne bakmıyordu Mehmet Akif’in. Bir Mehmet Akif modası başladı kardeşim, 10 tane Mehmet Akif oyunu var sağda solda. Bir de oğlu çıkmış şimdi onun oyununu çıkarmışlar. Bu da çok uzun bir tartışma ama. İslâmî tiyatro dediğin yahut millî tiyatro dediğin zaman insanlar hep, “İslâmî” dediğin zaman sahabiyi anlatmak değildir. Bu İslâmî bir görüş ile bir kibrit kutusunu anlatabilmelisiniz.
İslâmî bir görüşle anlatmaktan bahsetmişken soralım; Üstad Necip Fazıl’ın kaleme aldığı oyunlar hakkındaki görüşleriniz neler?
Üstad, hakikaten Üstad… Üstad gibi olmaz, o kendi nevi şahsına münhasır birisi. Kendi döneminde çok kaliteli eserler yazmış. Muhsin Ertuğrul’a hayran ve o oynasın diye yazmış. O dönemdeki tiyatronun en iyileriyle çalışıyor. 1940’larda oynanan “Bir Adam Yaratmak”ın bir kadrosu vardır, “millî takım”dır. Yakın zamanda bir daha oynattılar bu oyunu, rezil ettiler. Üstad’ın oyunlarının bir handikapı var. O, romanın, hikâyenin, yazının itibarlı olduğu dönemlerde yaşamış. Şimdi ise o uzun uzun tiratları kimse dinlemez. Bu oyun tekrardan konulmak istendiğinde bir tek ben itiraz ettim. “Olmaz” dedim. “Niye olmaz?” dediler. Döneminde en iyisi yapılmış, bir sanat eserinin en iyisi yapıldıktan sonra ya daha iyisini yapacaksın yahut da yapmayacaksın. Yine yapılabilir; ama Üstad’ın dünya görüşüne inanmış, yönetmeninden oyuncusuna bu yola baş koymuş bir tiyatro grubu çıkar, tekrardan alır üstünde çalışır ortaya koyar. Ne yapıldı biliyor musunuz? Solcu olup Türkiye’den kaçmış ve vatandaşlıktan çıkarılmış, sonradan tekrardan alınmış bir adama oynattılar bu oyunu. Tanıyorum, arkadaşım. Oyunda, “Allah var mıdır?” der, oynayan arkadaş çok güzel bir şekilde “var” diyordu ki, “hiç düşünmedim, bu ne biçim soru, tabiî ki öyle” cevaplarının hepsini içinde taşıyan bir şekilde. Ona bir dublaj stüdyosunda rastladım “çok güzel ‘var’ diyorsun” dedim. “Abi sen ne zaman seyrettin o oyunu?” dedi. Söyledim. “Sen ilaveli seyretmişsin” dedi, “Ne ilavesi?” dedim, ilk günü yönetmen “Açın bütün tekstleri, bütün Allah kelimelerini çıkaracağız!” demiş. Daha sonra Akit’e gittim, oyunu anlattım, orada Hasan Maden bana 2 bardak çay içirdi, dostum olur kendisi zaten, sonra bana meczup muamelesi yapıp geri yolladılar. Ben yapılmak isteneni biliyorum, yapılmak istenen Necip Fazıl’ı küçük düşürmekti, çünkü o zamanın kültür daire başkanı Necip Fazıl’ı hiç sevmez, Tarık Buğracıdır o, biliyorum. Shakespeare neden 500 senedir oynanıyor? Oynanıyor ama zamanın şartlarına göre oyuncuların yorumu da katılıyor oynanırken, ancak oyunun ruhunu kavramaları şartıyla. Bizde yönetmen “Allah” kelimelerini çıkartıyor… Sonradan Mehmet Kısakürek itiraz ediyor diye bir kaçını koyuyorlar yerine.
Yakın geçmişte “Para” oyunu da oynandı, orada da bariz eksiklik ve hatalar vardı…
Para çok farklı, onun bir hikâyesi de var çok enteresandır; biliyorsunuz Üstad’ın oyunlarını hep Muhsin Ertuğrul Bey oynuyor, bir gün Üstad “Para” ile geliyor ve Muhsin Ertuğrul “Ya Necibcim ben bunu geçiremem, sonra başım belaya girer; en iyisi bunu ben alayım ama oynamayayım.” diyor. Hatta ben “Para”yı önermiştim kültür daire başkanlığına, şöyle oldu; beni aradılar ve “Necip Fazıl’ın bir oyununu öner alalım, hem aileye yardım etmiş oluruz.” ben de “Para”yı önerdim. Onun zaten repertuarda olduğunu söylediler, bu sefer “Yunus Emre”yi önerdim. Seneler önce polis akademisinde ben “Yunus Emre”yi oynamaya çalışmıştım ama becerememiştim; çünkü Üstad öyle bir işlemiş ki oyunu, tasavvuf bilmek lazım, sahnenin yerleşimini aynen eserde geçtiği şekilde düzenlemek lazım vesaire… Sonuç olarak bu şaheseri beceremedim. Burada da şu çıkıyor: oynanan bir oyunun ruhunu yansıtabilmek meselesi. Burada acınacak bir vaziyetimizi de belirteyim; bizde bir Necip Fazılcılar var, bir de Nazım Hikmetçiler. Bizden Necip Fazıl’ın davasına yakışır bir eser çıkmıyor, solculardan da Nazım Hikmet’e yanaşan bir eser… Bu şekilde takım veya parti tutar gibi tutuyoruz ve onları yaşatmak bir yana belki de öldürüyoruz, orijinal bir şeyler lazım. Bakın size çok güzel bir örnek vereceğim; Refah-Yol Hükümeti dönemlerinde MÜSİAD Çırağan Sarayı’nda bir kongre düzenlemişti ve bir reklam şirketine “Sakarya Türküsü”nün slaytını yaptırmış, devamlı oradan boz akan, buradan bulanık akan Sakarya nehrini gösterip gösterip duruyor; kardeşim o şiirde mevzu Sakarya nehri değil ki, neden bana bunu gösteriyorsun! Vahamete bakın! O şiirde bir milletin buhranından bahsediliyor, dirilişinden bahsediliyor, bir dava var o şiirde! Meselâ “Ahşap Konak”ı oynuyorduk, kendine tiyatrocu diyen birisi dekoru göstererek dedi ki “Konak nerde!”. Ya hu oyunda konak anlatılmıyor ki, memleketin manzarası işleniyor. Bunlar gibi birçok örnek var. Bizde düşünce yapısı dahil her şey olayları karikatürize etmeye öyle alışmış ki olaylara böyle çarpık yaklaşıyoruz. Ben 84’ten beri İslâmcılarla tiyatro yapıyorum, ama bir gün sahneye sarıklı bir adam çıkarmadım, sahnemde bir gün namaz kılınmadı. Bu işe giriştiğimde demişlerdi ki “Sen kendi görüşünün reklâmını yapmayacaksın, insanları düşünmeye sevk edeceksin.”
Bu çerçevede “muhafazakâr sanat” tartışmalarına da girelim öyleyse.
Hayatımda böyle komik bir şey duymamıştım. Bir gün CNN’de bir programa konuk olmuştum, kendisi de tiyatrocu olan Enver Aysever bunu bana sormuştu “Abi muhafazakâr tiyatro hakkında ne düşünüyorsun?” dedim ki “O ne! Bir bak bakalım ya hu dünyada böyle bir şey duyulmuş mu?”. Sonra dedim ki “Neyi muhafaza edeceksin ki muhafazakâr tiyatro diyorsun?”, ekledim “Nasıl olacak meselâ Kültür Bakanlığı emir verip “Haydi, Pazartesi günü muhafazakâr sanat yapıyoruz” mu diyecek?” yani bu muhafazakârlık kavramı başlı başına bir olay. II.Dünya Savaşı’ndan sonra siyasî partiler kiliseyi sosyal hayata çekebilmek için ortaya çıkan bir kavram: muhafazakâr demokrat. Oradan da muhafazakârlık çıkıyor tabi Fransız İhtilâli’nde bunun alt yapısı atılıyor ama bunun bizimle, sanatımızla, siyasetimizle alâkası ne? Sonra dedim ki “Muhafazakâr sanat olmaz, muhafazakâr konserve olur.” (Gülüyor) Geçmişte benim bir arkadaşım İnsan Yayınları’nın başındaydı, yeni bir kitap için güzel bir kapak hazırlamışlar. Kapak için dedim ki “Bu çok güzel bir kapak, benim çok hoşuma gidiyor, hiç İslâmî bir yanı yok.”, “Nasıl yani?” diye sordu, “Sen kapağında bile kendini araman lazım, ama sen burada bile Batı taklidine düşüyorsun. Benim hoşuma gidiyor, çünkü ben öyle büyüdüm.” dedim. Orijinal olması lazım, hem geçmişten izler taşıyacak, hem de zamanın ruhunu yakalayacak.
Meselâ camilerde satılan güllü dallı, desenli hediyelikler oluyor, örneğin Seyyid Kutup’un bir kitabını böyle bassak nasıl olur diye bir öneri vermiştim. Dışarıdan bakan bir insan diyecektir ki “Ha, evet bu mübarek bir kitap” Şimdi, sen yenilmişsin kardeşim, yenilmişsin; ama oturup ağlamanın zamanı değil! Daha iyi savaş daha iyi yenil. Her Müslüman’ın anlaması gereken bir şey var; önemli olan yenmek değil, önemli olan cehd etmektir. Seni kurtaracak olan, Allah’ın rahmetini celbedecek olan da cehd etmektir. Cihad da cehd etmekten gelir zaten.
Meselâ Amerika’da da kölelik kaldırıldıktan çok kısa bir süre sonra o azledilen köleler efendilerinin yanına tekrar dönüyor, çünkü başka türlü yaşamayı bilmiyorlar ki. Ya hu adam Nobel ödülü alıyor biz hemen “Kimin adamı, neredenmiş?” diye söylenmeye başlıyoruz, bilmiyoruz ki Nobel kim! Takip ederseniz görürsünüz ki Nobel veya Oskar ödüllerini alanlar ya siyasî yollardan alıyor ya da yahudi olduğu için. Ortada böyle bir üçkâğıt var. Harbiye’de dört tane tiyatro var, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, Cemal Reşit Rey Tiyatrosu, Lütfü Kırdar Kongre Sarayı ve Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu. Bunlar yan yanadır ve dördü de masondur. Masonlar sağa sola kendi isimlerini vermeye çok önem veriyorlar, mesela Maltepe Belediyesi’ne bir oyun için görüşmeye gittiğimizde bize “bir de şu salonumuzu gezin” dediler, gittik ki salonun ismi Gazeteci Erol Dernek Salonu, herif mason, yani anlatabiliyor muyum? 92’de Bahçelievler Belediyesi’ni aldı Refah Partisi, oradaki kültür merkezinin adını “Necip Fazıl” olarak değiştirdi. Ülkede bir kıyamet koptu anlatamam, ihtilâl olacak sandık. Altı üstü baraka gibi bir yer.
Sanat anlayışında da bir değişim yaşanıyor. Bir de, sanatçı etrafında yaşanan hadiselere duyarsız kalarak sanatını icra edemez. Bu çerçevede, sanatçı hakkındaki görüşünüz neler? Sanat kavramının fazlaca içi boşaltıldı, magazin yönünden ele alınıyor. Bu değişim açısından sanatın da ne olduğu hakkındaki görüşünüz nedir?
Aslında pavyonda şarkı söyleyenlere de sanatçı derler bizim ülkemizde, hatta onlara sanatçı vesikası verirlerdi, biz tiyatrocular da aynı vesikayı alırdık. Evet, siz müzik yapabilirsiniz, resim yapabilirsiniz ama bir şarkıyı, türküyü seslendiriyorsanız siz sanatçı olamazsınız. Sanatta bir yaratıcılık olması gerekiyor, bir de kendinize ait bir üslubunuzun olması gerekiyor. Örneğin İslâmcı camia olarak Barış Manço ve Cem Karaca’ya çok haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Her ne kadar düşünce yapıları farklı da olsa bu adamlar sanatçıydı ve kendilerine has üslupları vardı. Hatta ben Cem Karaca’yı kendime daha yakın bulurum, çünkü imanlı gitmişti, son zamanlarında İslâm’a iyice yaklaşmıştı, cenazesinde alkış olmamasını vasiyet etmişti hatta. Ben hayatımda böyle bir cenaze görmedim, tıpkı mahalleden her hangi birinin namazını kılıyormuş gibiydi, sadeydi. Ben de böyle arzu ediyorum, hatta şunu da arzu ediyorum; ölünce hiçbir parti, dernek hiçbir yere adımı koymasın, hem bana eziyet edeceksiniz hem de adımı kullanıp riyakârlık yapacaklar (şakayla karışık söylüyor ve gülüyor) Sanatçının politika ile bağına gelecek olursak, sanatçı elbette çevresinde dönüp dolanan hadiselere duyarsız kalamaz. Yalnız, sanatçının sanatında politika yapması lazım; sanatçı sadece politika yaparsa hem kendine yazık eder hem de topluma. Meselâ ben Levent Kırca’ya çok acıyorum, iyi bir oyuncuydu ama son dönemde hatalar yaptı, gidip bilmem ne partisinden belediye başkanı adayı oldu. Ya hu sen oyuncusun, bu senin işin değil! O parti için oyunlar oyna etkinlikler yap ama sen o partinin genel sekreteri olamazsın, senin buna hakkın yok ki… Sanatçı, sanatında politika yapmalıdır, bir şeyleri değiştiremez ama en azından insanları değişim için yönlendirebilir, onlara fikir verebilir. Bu bakımdan ıstırap çekmeyen adamdan sanatçı olmaz, sanatçıya rahat yaramaz.
Türkiye’de sanatçı gözüyle bakılanların çoğu İslâm düşmanlığından ötürü gündemde kalıyorlar…
Türkiye’de çok acayip bir durum var; ya Atatürkçü olacaksın ya da öyle görüneceksin, çok acaip. Bu tabii ki bizim geçirdiğimiz maceranın özgün olmasından ileri geliyor. Bir dönemler insanlar takip ediliyorlarmış; karısını baloya götürüyor mu, dansa kaldırıyor, sinemaya, tiyatroya götürüyor mu diye… İş buraya kadar gelmiş yani.
%90’ı Müslüman olan bir ülkede yaşanan büyük bir garabet…
O orana ben inanmıyorum. Bizim bu halde olmamız, geri kalmamız “zaten Müslüman” olduğumuzdandır. Yani biz zaten Müslümanız, araştırmıyoruz, çilesini çekmiyoruz, bir şeylerden vazgeçmiyoruz… Yani Müslüman olduğunu söyleyen insanların özendiği hayat tarzı da az evvel dediğimiz balolu, sinemalı dönemler! Burada şunu da demek istiyorum; her iktidar, iktidar olunca bozulur. Ama bu kadar mı çabuk olur, bu kadar mı!..
Aylık Dergisi 138. Sayı Mart 2016