“Hele şu gündem bitsin, hele şu günler geçsin” diye diye beklettiğim bazı yazıları “nasılsa bu gündem geçmez” diyerek seri halde yazmaya karar vermiş durumdayım. Pazar günleri yine hikâyelerimi yazarım, gündemde sert bir değişiklik olursa yine gündeme dönerim ama niyetim o ki önümüzdeki 2-3 ay adına “sosyal çürüme yazıları” dediğim bu yazıları yazayım. Umulur ki Türkiye’nin kritikleşmiş toplumsal sorunlarına eğilmek için bir vesile olsun bu yazılar. Eskilerin dediği gibi “gayret bizden, tevfik Allah’tan.”
Doğrudur. Türkiye, çok uzun bir süredir aynı zamanda bir “üçüncü sayfa cumhuriyeti” olarak da sürdürüyor varlığını. Ancak dünyadaki son 10 yıldan, bilhassa pandemiyle birlikte gelişen “aptal yeni dünya”dan Türkiye de payını alınca, üstelik sosyal medya yaygınlaşması her şeyden önce kötülüğün hızla yayılmasına sebep olunca işin rengi de şekli de değişti.
“Dolaysız, nedensiz, gereksiz şiddet” diyeyim. Dolaysız çünkü hiçbir sofistikasyona mahal bırakmayan bir şey şiddet. Şiddetin en kaba hâli. Nedensiz çünkü şiddet uygulamak için herhangi bir “koşul” oluşmadan gerçekleşiyor neredeyse şiddet olaylarının tamamı. Ne olur burada safa yatıp “şiddetin hiçbir gerekçesi olamaz” demeyin. Daha meseleyi konuşamadan bitiren bir tavır çünkü bu. Gereksiz çünkü hiçbir dozu, hiçbir kontrolü yok artık şiddetin. “Pideniz iftara yetişmez” diyen esnafın dükkânını kurşunlamak aklıma ilk gelen örneklerden biri.
Türkiye, ne yazık ki şiddetin nedenlerinin de başka, bambaşka yerlerde arandığı bir ülke haline getirildi. Bu da “üçüncü sayfa cumhuriyeti” olgusunu gerçekten konuşmayı zorlaştırıyor. Yalnızlık öfkesi, üstünlük hissi, şehzade/prenses çocuklar yetiştirme gerçekliğimiz, parçalanmış aileler gerçeği ve bence bütün bunlardan çok daha önemlisi olarak madde ve alkol bağımlılığı durumları gördüğüm kadarıyla Türkiye’de üretilen şiddet bağlamında “eğitimsizlik” kadar konuşulmuyor. Hatta neredeyse hiç konuşulmuyor. Çünkü şiddeti eğitimsizlik üzerinden konuşmak en nihayetinde “politik bir pozisyon” artık Türkiye’de. “Biz eğitimliyiz, o yüzden şiddet yanlısı değiliz, şiddet uygulamıyoruz” diyerek kenara çekilip “seküler bir soğukkanlılık”la mesele çözümlemeye çalışmak meselenin halli şöyle dursun, problemi daha da çetrefil hale getirmekten gayrısına yaramıyor.
Ne olur “eğitimsizlik şiddetin gerekçesi değil” dediğimi düşünmeyin.
Sadece şiddeti “tek bir nedene indirgemek” büyük bir ıskalamaya neden oluyor.
Elbette psikiyatri ilmiyle donanmış insanlar bir yanlışım varsa beni düzelteceklerdir ve fakat birkaç şey söylemek boynuma vacipmiş gibi hissediyorum.
Birincisi Türkiye’deki füze hızıyla artan “kırılgan narsisizm” rakamları. Hem kızlarını hem oğullarını “üstünlük” hissiyle yetiştiren ve “çocuk odaklı” hale gelen yeni ebeveynlik biçiminin bu artıştaki payını inkâr edemeyiz. İnkâr edemeyeceğimiz bir başka şey de modern bireye sürekli pompalanan “sen çok özelsin” ve “sen aşırı başarılısın” cümleleri. Eh, bilinen şeydir, kırılganlık bir yandan sosyal kaygı bozukluklarını, bir yandan sosyopatiyi heybesine atar getirir. Özel olmak ise bazen şiddet de dâhil olmak üzere her şeye hakkı olduğu duygusunu yedekler insanda.
“Sen bana nasıl yol vermezsin” kavgasının insan öldürmeyle sonuçlandığı “aptal yeni dünya” bir yandan böyle inşa ediliyor. Diğer yandan “dünyadaki her şeye sahip olmanın hakkı” olduğunu düşünenlerle aynı ülkede yaşıyoruz. Bu da yadsınamaz bir gerçek.
Hepsinden öte, üç temel toplumsal mesele de var orta yerde. Birincisi, hiç şüphe yok ki ekonomik olarak köşeye sıkışma hissi. Ekonominin kötülüğü ile şiddete meyyaliyet arasında bir örüntü var elbette. Ama kimsenin hoşuna gitmeyecek bir cümle kurayım: “Ekonomin kötülüğünden çok ekonominin kötülüğü yüzünden sahip olamayacağı şeylerin benlikte, arzuda yarattığı büyük boşluk aslında o.” Çünkü insan artık yalnızca “sahip olduğu kadar güçlü ve güvende” hisseden bir varlık. Bunu “sosyal çürüme yazıları”ndan birine müstakilen konu etmek arzusundayım.
İkincisi insanların kamusal hukuk yoluyla adaletin tecelli edeceğine dair duydukları derin güvensizlik hissi. Türkiye’deki hukuk sisteminin belirsizliği ve cezaların pek çoğunun yetersizliği çok ciddi bir problem alanına dönüşmüş durumda. Bir de tabii “hukuk benim değil, güçlünün yanında” yerleşik algısı da yaygın.
Üçüncüsü ve bence en önemlisi de “toplumsal ortaklaşma” diye isimlendirebileceğimiz temel kuralların yerini neredeyse bütünüyle kuralsızlığa terk etmiş olması. “Toplu taşımada yaşlı ve engelli insanlara yer vermeliyiz” toplumsal ortaklaşmasının “aşırı zeki” bulunan Z kuşağı tarafından nasıl alayla, tahkirle, sarkazmla yok edildiğine şöylece bakmak, durumun vahameti hakkında bir fikir verebilir bize.
Peki, ama ne yapmak lazım gelir? Bu sorunun cevabını insanlar “arabada sopa, belde silah bulundurmak gerekir” diye vermeye başladı uzun süredir ne yazık ki. Öncelikle buna bir çözüm bulunması gerekir. Medyada her gün görüp durduğumuz “bugün de şu mafya, şu çete çökertildi” haberlerinin toplumda oluşturduğu derin “güvensizlik” hissini olumlu yöne doğru çevirmeye çalışmak gerekir. Çocuklarımıza sadece insanların değil, yaratılmış her canlının benzersiz, saygıya değer ve kıymetli olduğunu öğretmemiz gerekir. Liste o kadar uzun ki bir bu yazı kadar daha yazsam yetmez. Fakat sanırım en çok elimizden yitip giden “güvenli bir toplumda yaşıyoruz” duygusunu onarmak gerekir. Yolda, arabada, evde, toplu taşımada, hatta okulda yitip gitmemek için yitirdiğimizi arayıp bulmamız gerekir.
İsmail Kılıçarslan, Yeni Şafak