Prof. Dr. Sami Şener, yazısında toplumların kendi norm ve kanunları ile ayakta kaldığını, bu normların zayıflamasıyla çöküşe uğrayacağını belirtiyor. Osmanlı'nın çöküşünü örnek göstererek, toplumların köklü normlar, nitelikli yöneticiler ve aktif inanç/kültür değerlerine ihtiyaç duyduğunu aktarıyor. Günümüz toplumunda ise normların, insan kaynağının ve kültürel değerlerin ciddi bir şekilde yıpranmış olduğunu, bu durumun toplumun varlık refleksini kaybetmesine yol açtığını vurguluyor.
İşte Prof. Dr. Sami Şener’in yazısı:
Toplumsal şuur, insanın kendini ve çevresini tehlikeye atmadan; ruh ve fiziki yapısına uygun bir hayat felsefesine uygun yaşamayı hedefleyebiliyorsa, görevini yapmıştır.
Toplumların yaşama kanunu
Toplumlar, canlı varlıklar gibi kendilerine has sosyal kanunlar ile kurulur ve yine aynı kanunların fonksiyonlarını kaybetmesiyle zayıflar ve tarih sahnesinden silinirler. Bu özellikleri itibariyle tarih ve sosyoloji, bize toplumların güçlerini kaybetmeleriyle ilgili çok açık bilgiler vermektedirler.
Tarihçi ve devlet adamı Cevdet Paşa, Osmanlı devletinin zayıflama sebebini “kanun’u kadim”in terkedilmesine ve insan nitelik kaybına bağlar. Paşa, devletin kanunlarının terkedilmesini ve devlet adamı eksikliğinin, devletin gücünü kaybetmesine yol açtığını belirtir.
Meşrutiyet Devri Bakanlarından Said Halim Paşa, toplumun kendi kanun ve sisteminden uzaklaşmasının ciddi bir hata olduğunu şu cümleleriyle anlatır: “Batının sosyal ve siyasî teşkilatlarının mükemmel olduğuna inanmak ve bu milletleri taklide koyulmak, hata ve gaflet içinde mutluluk aramaktan başka bir şey değildir.”
Bu fikirlerden; toplumların ayakta durmasını, önce köklü norm ve kanunlara, daha sonra ise, nitelikli ve ahlaklı devlet adamlarına bağlı olduğunu anlıyoruz. Devlet yapısını ayakta tutmanın da, inanç ve kültür değerlerinin aktif olmasıyla sağlanabileceği anlaşılmaktadır.
Sosyal sistemin sıkıntıları
Günümüzde ne normlar sistemimiz, ne insan kaynağımız ve ne de sosyal ve kültürel değerlerimizin sağlıklı bir şekilde uygulanamadığını üzülerek görmekteyiz. Bahsettiğim bu temel ihtiyaçlara yönelik, fikri ve kültürel alt yapının gençlerimize verilmemesi, en ciddi eksikliğimiz olmaktadır. Böylece onlar, başka toplumların değerlerini önlerinde buluyor ve onları benimseme durumunda kalıyorlar.
Sağlık, dış politika, emniyet, ulaşım ve harp sanayi gibi konulardaki güzel gelişmelere karşılık; insan kaynağımız, ruh yapımız, yaşama kurallarımız ve kurumlarımız ciddi bir şekilde yıpranmıştır. Bu alanları ayakta tutabilecek kültürel yatırım ve araştırmalar, çok düşük seviyede olup, yabancı kültüre engel olamamaktadır.
Particilik, rüşvet, aldatma, yabancılaşma, samimiyetsizlik, güvensizlik gibi çok ciddi sosyal hastalıklarla karşı, karakter yapımızı ve canlılığımızı kaybetmiş durumdayız. Toplum, artık kendi “varlık refleksi”ni kaybetmiş durumdadır. Medya, iktisat, siyaset ve kültür tamamen batıcı, pozitivist ve seküler bir yapı doğrultusunda hareket etmekte, inanç ve ahlak bu yapılar içinde etkisiz kalmaktadır.
Eskinin değerleri ve başarıları ile avunmak ve onu, sık sık dilimizle ifade etmek; yanlış gidişatı durduramamakta ve ruh ve fikir dünyamızı güçlendirmemizi sağlayamamaktadır. Ülkemizde, aynı düşüncenin ve inancın sahipleri arasında bile “sınıflaşma ve ayrıcalık” ortaya çıkmaktadır. Ekonomik ve siyasi aidiyetin, ahlaki ve kültürel aidiyetin önüne geçtiğini hayretle ve dehşetle görmekteyiz.
Dini ve sosyal hizmetlerde bile, ayrımcı ve dışlayıcı tutumların ortaya çıkması, sosyal parçalanmayı sağlayabilecek tehlikeler barındırmaktadır. Sahte dostluk, kardeşlik ve grup anlayışları ile çerçevelenen hayat; ciddi insan erozyonuna yol açmaktadır.
Bütün bunlara karşılık, her yeniliği ve yanlışı, sanki tabii bir gelişmeymişçesine kabul eden ve buna razı olan “uyuşmuş bir zihin” ile hadiseleri seyretmekle yetiniyoruz.
Toplumun kendini değiştirmesi
Toplum, aslında belirli hedef, inanç ve kültürü gerçekleştirmek için şuurlu bir şekilde bir araya gelmiş insanlar topluluğudur. Yani; bir hedef ve bir maksat için yaşamaktadır.
Toplum, eğer çevresinde meydana gelen yanlışlar, pasifleşme, çılgınlık, ihtiras gibi tehlikelere karşı kendini savunma ve, koruma konusunda “müsbet bir değişim” çabası içine girmezse, çöküş ve yıkım başlamış demektir.
Bu yanlış gidişe yönelik çaba, öncelikle ilim adamlarından gelmek zorundadır. Ruh, fikir ve ahlakın; sosyal bunalım ve çıkmazlar için en acil reçeteler olduğu tarihin şahitliğiyle bilinmektedir. Bu reçetelerin nasıl ve ne şekilde kullanılacağı, ilim adamlarının rehberliği ile mümkündür. Nasıl ki, huzursuz ve acılı bir insanın derdine; yemek, giyinmek veya lüks bir hayat çare olmazsa; kişiliğini, kimliğini ve ahlakını kaybetmekte olan bir topluma da; siyaset, tüketim, para kazanma ve yeni statüler elde etme çabaları, sıkıntılara merhem olamayacaktır. Bu faktörler; ancak insanın kültürü, ahlaki davranışları, toplumla kaynaşma ve dayanışma gibi temel hayat değerlerinin varlığı üzerinde destekleyici unsurlar olabilir.
Kur’an toplumların kendileri ile ilgili sorumluluklarını şu ayet ile açıklamaktadır: “Bir toplum, kendi halini değiştirmedikçe; Allah’ da o toplumun halini değiştirmez!..” Bu sosyolojik gerçek, toplumun, kendi üzerinde gerçekleşen ve kendini etkileyen her gelişmeye karşı bir “tespit ve değerlendirme” çabası içinde olması gerektiğini bize hatırlatıyor. Çevremizde meydana gelen olayları, değer ölçülerimizle değerlendiremezsek; o zaman bir “yığın” olmaktan farkımız kalmayacaktır.
Prof. Dr. Sami Şener, 2020, Mirat Haber