“Teopolitik” dedim evet. Çünkü Paris Olimpiyatları’nın dünyaya en net mesajı kabaca “inanca/dine dayalı politika üretmek” anlamına gelen teopolitik düzlem üzerinden verildi.

Burayı kurcalayacağım bugün ama gelip geçen olimpiyatlarla ilgili olarak Türkiye açısından iki çift kelam edeyim önce. Türkiye’nin sporcu katılımının en yüksek olduğu bu olimpiyatlar “kafile kıyafetleri rezaleti” ile başlayıp bir tane bile altın madalya alamadığımız bir sportif rezaletle sona erdi. Gençlik Spor Bakanı Osman Aşkın Bak, bu sportif rezalete de büyük ihtimalle kıyafet rezaletine baktığı gibi sadece “baktı.” Zaten, olimpiyatlardan sonra yaptığı ilk açıklamada “biz bütün imkânları verdik, federasyonlar şey edemedi, hesap verecekler” şeklinde konuşunca “tamam” dedik. Ne olacaktı yani? Bakanın istifasını falan isteyecek halimiz yok ya. “Şey edememiş” işte federasyonlar. Kimseyi üzmeyelim durduk yerde. Hem zaten Yusuf Dikeç abimiz sağ olsun, bütün Türkiye’nin yükünü sırtlandı tek başına. Bakan bey de o “konuynan alakalı” tweetler attı. Daha ne istiyoruz di mi?

Ben döneyim meseleme.

Uluslararası Olimpiyat Komitesi IOC’nin Rusya ve Belarus’u Ukrayna Savaşı yüzünden olimpiyatlardan men etmesi ile Gazze’de yaptıkları yüzünden İsrail’i men etmemesi bu teopolitik düzlemin ilk ve en net adımıydı. Olimpiyatlar, merkez batı düşüncesinin çiftliğiydi zaten de, bu sefer gemi iyice azıya alıp “benim inancımı paylaşmayan hiç kimsenin olimpiyatlarda yeri yok” dediler açıkça.

Ardından açılış töreni geldi. Küresel kültür endüstrisinin ve bu endüstriyi sevk ve idare eden küresel şirketlerin oluşturmak istediği dünyaya dair bir mesaj verildi açılış töreninde. “Tanrıyı zaten kovmuştuk şehirden, şimdi onu dilediğimiz gibi transforme ediyoruz, siz de eşşek gibi bu düzleme itaat edeceksiniz” cümlesinin gecesiydi o gece. Bunu görsel olarak gözümüze soktukları yetmemiş gibi bir de Macron’a “Fransa budur” dedirterek “Fransa tarlasını da sürdük, herkes akıllı olsun”a getirdiler işi.

Küresel şirketlerin “dünya bizim ve bu dünya biz nasıl istersek öyle yönetilecek” dediği en net uluslararası organizasyon oldu Paris Olimpiyatları. Davos’ta bile bu kadarına cesaret edememişlerdi hiçbir zaman.

İşin magazin kısmını da bir kalem geçelim. Transların kadın kategorisinde değerlendirilip yarıştırılması da kelimenin tam anlamıyla olimpiyatlarda üretilen “teopolitik düzlem”e dahildi tabii ki. Fakat diğer meselelerin yanında devede kulak mesabesinde kalır.

Açık konuşayım. Ekrem İmamoğlu’-nun Paris çıkarması da, İngiltere’de çıkan iç savaş da, Bangladeş’te Hasina’nın defolup gittiği akşam “birileri tarafından” ateşe verilen Hindu tapınakları meselesi de bu teopolitik düzlemden ayrı değerlendirmemiz gereken şeyler değil. O düzleme fena halde bitişik.

Bilmek, mümin’i özgürleştirmez, sınırlar Bilmek, mümin’i özgürleştirmez, sınırlar

Komplo teorisi değil bu söylediklerim. Sadece gördüklerimin “sembolik” anlamda nereye tekabül ettiğini, neyin nereye oturduğunu anlama çabası.


Dünyada savaş, en genel manada motor gücünü her dinden Siyonistlerin oluşturduğu küresel sermaye ile geri kalanlarımız arasında gerçekleşiyor. İmamoğlu’nun Paris çıkarmasını bu savaştan ayrı değerlendirmek için elimizde hiçbir gerekçemiz yok. İngiltere ve Bangladeş’i de öyle.

Gücünü o küresel sermayeye yanlamaktan alan bir düzeneğin bekçiliğini yapmakla daha bağımsız bir çizgi tutturmak arasındaki seçimde belli ki İmamoğlu tarafını çoktan seçmiş. Tarafını küreselcilerden yana seçmeyeceğini “ihsas ettiren” İngiltere başbakanı bunun bedelini bir iç savaşla öderken İmamoğlu da yaptığı tercihin karşılığını Paris’te “aktörleştirilerek” alıyor. Mesele bu kadar basit benim açımdan.

Uzattım ama şu kadarını da söyleyerek bitireyim. Bangladeş’te Cemaat-i İslami’nin dindar gençleri, kıllarına zarar bile vermedikleri Hinduların mahalle ve mabetlerini Hinduların kıllarına zarar gelmesin diye nöbetleşe beklemeye başlamışlar. “Teopolitik nedir?” diye sorsanız bu örneği veririm size. Siyonist yancısı Hinduları Müslüman gençlere korutan düzlemin adıdır. Yahut Türklük davası güttüğünü iddia eden Özdağ’ın ajandasının Siyonist ajandayla tam tamına bitişmesidir. Yahut bir toplama kampında doğan -onların ağzıyla konuşacak olursak- “ailesi memleketini savunmak yerine memleketini bırakıp kaçmış” mülteci İlber Ortaylı nam zatın durmaksızın ürettiği mülteci düşmanlığıdır. Çayın taşıyla çayın kuşunu avlayıp bir de bize “alkışlayın lan, alkışlamak zorundasınız” diyen düzeneğin adıdır yani.

Bu düzeneğe ya uyum sağlayacağız yahut bu düzeneğe karşı siper kazacağız. Bunun başka yolu yok. Kalmadı. 2024 Olimpiyatlarıyla beraber “dost ve düşman herkese ilanen duyurulur” dedi adamlar çünkü.

İsmail Kılıçarslan, Yeni Şafak