Sovyetler Birliği 1979’da Afganistan’ı işgale başladığında, Ortadoğu’da ABD’nin müttefiki olan bazı ülkeler kendi içlerindeki “radikal” unsurlardan kurtulmak için bir plan hazırladılar. “Afgan cihadı”na katılmak isteyenlerin bölgeye intikali kolaylaştırılacak ve kendilerine her türlü -maddî, ideolojik ve lojistik- destek sunulacaktı. Nitekim sadece Ortadoğu’dan değil, İslâm coğrafyasının dört bir yanından sayısız Müslüman, 1989’a kadar Afganistan’a akın etti. O dönem, hadiselerin sıcaklığı içinde her şeyi net biçimde okumak mümkün değildi elbette. Belki süreci yakından izleyenler, Afgan mücahitlerden bir grubu 2 Şubat 1983 günü Beyaz Saray’da kabul eden ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Bu beyler, Amerika’nın kurucu babalarıyla aynı ahlâkî değerlere sahiptir” sözünden biraz işkillenebilirdi, ama savaşın heyecanıyla bu türden detaylara odaklanan da pek yok gibiydi.

Nihayetinde, “radikal unsurlardan kurtulma” planı tutmadı. Sovyetler’e diz çöktüren savaşçılar, ülkelerine “bir dünya imparatorluğuna karşı zafer kazanmış kahramanlar” olarak döndüler, insanların gözünde birer rol modele dönüştüler. El-Kaide ve diğer bazı yapılanmalar, bu atmosferin içinden doğdu. “Radikal”liği yok edelim derlerken, dünya çapına yaymış ve dağıtmış oldular.

***


Mısır’da Hüsnü Mübarek döneminin kudretli istihbarat şefi Ömer Süleyman, 1991-2011 arasında devam eden görevi boyunca, rutin istihbarat faaliyetleri yanında, CIA ile de özellikle yakın çalışmıştı. CIA, 2001’de Afganistan’ın ve ardından 2003’te Irak’ın işgalinin ardından, tamamen kanun dışı biçimde kaçırdığı “suçlular”ı dünyanın farklı ülkelerindeki gizli sorgulama ve işkence merkezlerine transfer ederken, Ömer Süleyman oldukça kritik bir mevkideydi.

"Ortadoğu'da güç dengeleri değişiyor ve bu Türkiye'nin yükselen dolunayı" "Ortadoğu'da güç dengeleri değişiyor ve bu Türkiye'nin yükselen dolunayı"

Asya’da Afganistan’ın başkenti Kabil bu işin merkeziyken, Ortadoğu’da Kahire’ydi. CIA ile eşgüdüm içerisinde bu trafiği idare eden Ömer Süleyman, çok sayıda “suçlu”nun sorgulanması, işkenceden geçirilmesi ve hatta infaz edilmesi süreçlerini bizzat idare etmişti.

İslâm’ı ve Müslümanların işgale karşı direniş ruhunu ortadan kaldıramayan ABD, direniş ve cihat mefhumlarını kendi amaçları çerçevesinde manipüle edip yönlendirmeye çabalarken, her yanlış ve düşmanca adım “radikal” olarak tarif edilen insanların sayısını artırıyordu. Böylece sözde “radikalliğe” karşı açılan savaş, onu daha da güçlendirip kökleştirmekten başka bir işe yaramıyordu.


***

Tacikistan’da “radikallikle mücadele” adına İslâmî tesettürün, gençlerin camiye gitmesinin ve birtakım İslâmî uygulamaların yasaklandığına dair haberleri okuyunca, “İşte yine yenilgiyle sonuçlanacak bir süreç” dedim kendi kendime.

Tesettürü “yabancı kültür unsuru” olarak kabul eden Tacikistan yönetimi, onun yerine “yerel kültür”ü yerleştirmeyi hedeflerken, yasakları delenlere para ve hapis cezası öngörülüyor. Çocukların bayramlarda kapı kapı dolaşıp şeker ve harçlık toplamasını bile “yabancı kültür” olarak algılayan ilginç bir anlayışın hâkim olduğu ülkede, 10 milyonluk nüfusun yaklaşık yüzde 98’i Müslüman üstelik. Yöneticilerin de neredeyse hepsinin ismi ve soy ismi Arapça.

Tarihî ve coğrafî tecrübe, Tacikistan’ın “radikallikle mücadele” adına İslâm’a ve İslâmî kültüre getirdiği her yasağın, halk arasında farklı uçlara savrulmayı artıracağını gösteriyor. Camileri çay evlerine çevirmek, okul çocuklarının oruç tutmasını yasaklamak, sakalı belli bir seviyeden daha uzun olanı zorla tıraş etmek vb. zorbalıklar, hedeflendiği gibi radikalliği ortadan kaldırmaz; aksine daha da güçlendirir ve yaygın bir trende dönüştürür. Medyaya yansıyan yasaklar bir devlet politikası olarak sürekli hale getirilirse, Tacikistan bunun bedellerini yine kendisi ödeyecektir. Hem de belki birtakım dış mihrakların gizli-açık müdahaleleriyle.

Tacik yetkililere, toplumu tepeden ve zorla dönüştürme adına atılan adımların nereye varabileceği konusunda, komşu ülke Özbekistan’ın son 30 yılda tecrübe ettiklerini hatırlatmak yerinde olabilir. Özbekistan yönetiminin İslâm’la ve Müslüman nüfusunun talepleriyle bugün kurduğu makul münasebet, o tecrübelerin neticesi elbette.

Taha Kılınç, Yeni Şafak