Hanry David Thoreau, Amerika’nın Meksika’ya karşı yürüttüğü savaşı protesto etmek maksadıyla vergi ödemeyi reddeder ve bir geceliğine hapse atılır. Kendisini ziyaret gelen Ralph Waldo Emerson “Henry neden buradasın?” diye sorar. (Thro) ise cevaben şöyle der: “Waldo, sen neden burada değilsin?”
 
Nerede duracağını kestirmek çoğu zaman kolay gibi gözükse de, hayatımıza baktığımızda alışkanlıklarımızın pençesi altında kemikleştiğini fark etmediğimiz durumlardan birisi de nerede bulunduğumuzdur. Nietzsche’nin “onu övmekten çekiniyorum, çünkü kendimi övmüş gibi olacağım!” dediği Emerson’un bile, kendisinin nerede durduğu üzerinde en ufak kuşkuya kapılmadan Thoreau’nun “bulunduğu” yeri sorgulaması, bir bakıma, yeri geldiğinde en yüksek zihnî çıkarımların bile realitenin karşısında silikleşebileceğini gösterir. (Emerson) nerede durduğunu, duracağını bir an kestiremeyerek kendisinin çırağı sayılabilecek Thoreau karşısında afallamış ve “aydın sorumluluğu” denilebilecek zihnî parlaklığını o an unutmuştur. Hayatın isminden mütevellit dinamizmi, hâdiseleri ve zamanını okuyamayan, bunları tahlil edip duracağı yeri tayin edemeyen herkesi, bir karıncanın adımları gibi sessiz ama bir kasırganın kuvvetiyle bir yerlere atıverir; çok sonraları bu duruma bakıldığında ise görülen şey, çıkılan yolla varılan yerin keskin farklılığıdır…
 
Çoğu kez “tarihin tozlu sayfası” diye bir zaman aralığını nitelediğimizde zihnimizde hemen beliriveren yüzlerce ya da binlerce yıllık bir geçmiştir; hâlbuki yaşadığımız “bir önceki an” da tarihin tozlu sayfaları arasında yerini almıştır artık. “Tozlu” diye niteliyor olmamızın sebebi, tarihin kendi yapısı ile alakalı değil de bizim onu tahlil edemeyerek öyle niteliyor oluşumuzdan kaynaklanıyorsa, “berrak” bir şekilde gördüğümüzü “tozlu” diye nitelemek yanlış olacaktır…
 
Meseleye bu şekilde bakıldığında “tozlu” olanların, yerini tayin edememiş, nerede duracağını kestirememiş bir şekilde örümcek ağlarının zihinlerine yuva yapmasına müsaade edenler olduğunu anlarız. Öyle ya! Bir sene boyunca bir köşede duran para/mal’ın bile kirlendiği ve zekât ile temizlenmesi gerektiği bir alışkanlıklar silsilesi içinde insan, metâ/mal’a hâkim olan ve onu yönlendiren yapısıyla, elinin altındaki süflî şeylerle mukayese bile edilemez “kendi”ni yenilemek ile memur.  Bu memuriyetini yerine getirmek için nefsini günlük dedikodunun ötesine taşıyıp bir ideal etrafında yoğurmadıkça, nerede durduğunu, nerede durması gerektiğini tayin edemeyecektir… İnsan nasıl sahibi olduğu malın zekâtını vererek onu kirlerinden temizliyorsa, kendini de süflîlikten arındırarak temizlemek zorundadır; tıpkı Necip Fazıl’ın şu mısralarında karşılığını bulduğu gibi: “Yerleştirse başını, iki diz kapağına; Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?”
 
Sadece nerede bulunduğunu tayin etmek, durduğu yeri tayin hususundaki en basit çıkarımlar arasındadır; çünkü bulunulan yere tesadüfî bir biçimde gelinmiş, yanlışlıkla varılmış, istemeden gidilmiş, gidilecek bir yer bulunulmadığından orada kalınmış olunabilir. O halde bu esnada sorulması gereken husus, bulunulan yerin mahiyeti ve bulunanların o mahiyete ne kadar aşina olduklarıdır. Böyle söylediğimizde bir manavdan bir siyasî partiye, mafyadan bir futbol takımına kadar uzanacak bir şekilde bulunulan yer-bulunan kişi misallendirmesine çatarız; çünkü yer tayini yapılmadan bu mevzuda konuşulacak bir husus olamaz!
 
Bugün “içtimâî problem” olarak isimlendirdiğimiz her husustaki karmaşanın temeli, yine kendisi temel bir husus olarak bulunulan yer içerisinde “ne ile mükellef” olunduğunun bilinilmemesidir; buna bağlı olarak da mevcut hangi durumu ele alırsak alalım, karşılaştığımız tablo başıbozukluk. Osmanlı Devleti’nde savaş sırasında asıl orduya katılan gönüllü askerler için kullanılan “başıbozuklar”dan hariç, terim olarak “başıbozuk”, “işsiz-güçsüz sivil”ler için kullanılıyor. Yer tayinindeki en temel espri, bulunulan yer içerisinde, istidat ve karakter özelliklerine göre sınıflandırılma ve bu sınıflar içerisinde kişilerin gösterdiği maharettir…
 
Yer tayini bakımından umumi algıya dâir bir not düşelim: Türkiye’de 50 yıl önce Necip Fazıl’ı reddedenler, 30 yıl önce de Salih Mirzabeyoğlu’nu reddedenler vardı; 15 yıl önce ikisini de kabul edenler ama sesini çıkaramayanlar. Bugün ise iki büyük sanat, fikir ve aksiyon adamını kabul etmek zorunda kalanlar var! Necip Fazıl’ın vefatının 32. sene-i devriyesinde kendisini “İslâmcı” olarak niteleyen her şahıs, “bugüne kadar şunu yaptım, bugüne kadar bunu yaptım” ve “şu kadar yıldır şöyle takla attım” ciddiyetsizliğini bırakıp, kendi yerinin neresi olduğunu bulmalıdır. Kendi yerinin neresi olduğunu bulmak, tekkeye dalıp şeyhlik iddia etmek değil, bilakis en büyük edep içerisinde mürid bile olamayacağımız hissiyatını kaybetmeden itaat etmeyi öğrenmektir… Bu bakımdan, Büyük Doğu-İbda fikriyatı, bütün çerçevesiyle, insan ve toplum meselelerinin halli bahsinde kendi fikrine delicesine aşık olsun ya da alakasız dursun her ferde yerini göstermiş ve nerede durması gerektiğinin şartlarını belirlemiştir…
 
“Her gün istisnasız bulunduğumuz yer neresidir?” diye bir suâlin cevabı çoğumuz açısından herhalde “evimiz” olacaktır. Bu, aynı zamanda bir fikir, bir alışkanlıklar silsilesi için de geçerlidir; nitekim herhangi bir şahıs nasıl her gün evindeyse, bir fikrin tesiri altında ve o fikre sahip kimselerle aynı yerde olabilir… Bu da bir yer tayinidir, bulunulan fikre nisbetle arada doğan ilgi ve bu ilginin doğurduğu çerçeveler; mesela, bir lokantada yemek yemekle meşgul ve birbirlerini tanımayan iki insanın bir süre sonra aynı futbol kulübünü tuttuklarını bilmelerinden dolayı aralarında doğan “tanışıklık” gibi. O hâlde, birbirlerini tanımayan bu iki adamın kendi takımlarının müsabakasına destek vermek için bir statta karşılaşmaları ihtimâli, diğer insanlarla karşılaşmalarından daha fazla. Bütün mesele, takımlarının müsabakalarına ne kadar çok destek verip-vermedikleriyle, sadece “taraftar” olarak bile vazifelerini ne kadar yerine getirdikleriyle alakalı… Söylemek istediğim şu: Her gün eve gidiyorsunuz ve gördükleriniz “aile”den olmak kaydıyla en yakından en uzağa uzanan akrabalarınız. Birisi çıkıp da size “ben şu kadar senedir buradayım!” dese güler ve “ev benim, aile benim, hiç evime uğramamış, üstüne üstlük komşum dahî olmayan bu yabancı şahıs kimdir?” diye düşünürsünüz… Bunun gibi, İslâmcı Mücadele’nin kendi hedefine doğru ulaşmasında kritik evrelere girileceğinin işaretleri bir bir belirirken, bu mücadele sahasının “sabah olsun da bakarız!” parsacı gevşekliğine emanet edilemeyeceği muhakkak… Bugün genç arkadaşlara -ve illâ dosdoğru bir söz isteyen varsa hemen söyleyelim yaşı belli bir yaşın üzerindeki her insana- bir belediye otobüsüne binildiğinde kendisini nasıl konumlandırdığı sorulmalı ve verdiği cevaba göre kendisinden, bulunduğu siyasî, idârî ve benzeri konumlardaki ilişki biçimlerini değerlendirmesi istenmeli. Herkes bilir ki, bir belediye otobüsünde uzun yıllar boyunca yolculuk yapmak, belediye otobüsünü kullanabilme kabiliyetini kazanma anlamına gelmemektedir.
 
Belediye otobüsü misalinde olduğu gibi, maharet, otobüste uzun süre yolculuk yapmakla değil, otobüsün Belediye Başkanı’nın açtığı yolda ilerlediğinin, o yol açılmasa otobüsün gidemeyeceğinin idraki içinde buna uygun pozisyon bulmakta, o pozisyonun hakkını vermekte. Çünkü bir Yunan atasözünde denildiği gibi “kovana zarar olan şeyin arılara yararı olmaz”. Başımıza ne geldiyse, va’zedilen prensipler, ölçülerin her vakit başkalarının uyması gereken ama kendimize bir yükümlülük tanımayan kurallar zannedilmesi budalalığından geldi; Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabe”sinde “Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen, onlara ‘siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi!’ diyecek ve gerçek müslümanlığın ‘ne idüğü’nü ve ‘nasıl’ını gösterecek bir gençlik...” demişti; Salih Mirzabeyoğlu ise “Yürüyen Büyük Doğu- İbda” ile bu gencin kim olduğunu göstermiş ve bütün gençlere ilhâm olabilmeyi başarmıştır. Necip Fazıl’ın vefatının 32. sene-i devriyesi, alışılagelmiş nutuk ve tekrarlardan öte, İslâmcı mücadeleyi sırtlanmış gençlerin kendi yerlerinin neresi olduğunun farkına vardığı bir devre olmalı. Aynı zamanda bu devre, aynı gençlerin, bir türlü geme gelmeyen sütçü beygirlerinin aksine soylu atlar gibi hâkim fikir’in yanında yer aldığına şahitlik etmelidir.
 
Eh, o vakit herkese sormalı: “Sen neden burada değilsin?” 
Baran Dergisi 436. Sayı