Tarihsel olarak, bir devletin yıkılmasına neden olabilecek çok sayıda faktör vardır. Komşu ülkelerin sürekli saldırıları ya da kronik iç savaşlar bu sonucu doğurabilir. Veya vatandaşlara hizmet sunamaz hale gelen kamu kurumlarının çöküşü, bu yıkımı tetikleyebilir. Genellikle yavaş bir parçalanma süreci olarak başlayıp ivme kazanır ve kısa bir süre içinde bir zamanlar sağlam ve sarsılmaz görünen yapılar yıkılıverir.
Buradaki güçlük erken göstergeleri tespit etmekte yatıyor. Bu yazıda, İsrail örneğinde bu göstergelerin her zamankinden daha net olduğunu savunacağım. Şu anda Siyonizmin çöküşüyle sonuçlanması muhtemel bir tarihsel sürece, daha doğru bir ifadeyle, bu sürecin başlangıcına, tanıklık ediyoruz. Üstelik teşhisim doğruysa, son derece tehlikeli bir konjonktüre de giriyoruz demektir. Zira İsrail krizin büyüklüğünün farkına vardığında, tıpkı Güney Afrika apartheid rejiminin son günlerinde yaptığı gibi, krizi kontrol altına almak için vahşi ve sınır tanımayan bir şekilde şiddete başvuracaktır.
1
İlk gösterge İsrailli Yahudi toplumunun bölünmüşlüğüdür. Şu anda İsrail toplumu ortak bir zemin bulamayan iki rakip kamptan oluşuyor. Bu ayrılık, Yahudiliği milliyetçilik olarak tanımlamanın getirdiği bir takım çelişkilerden kaynaklanmaktadır. İsrail’de Yahudi kimliği bazen dindar ve seküler gruplar arasında teorik bir tartışma konusu olmaktan öteye gitmezken, şimdi kamusal alanın ve devletin niteliği üzerine bir mücadele şekline büründü. Bu mücadele sadece medyada değil sokaklarda da sürüyor.
Taraflardan biri ‘İsrail Devleti’ olarak adlandırılabilir. Bu kamp daha seküler, liberal ve çoğunlukla orta sınıf Avrupalı Yahudilerden ve onların soyundan gelenlerden oluşmakta. Bu Avrupalı Yahudiler 1948’de İsrail devletinin kurulmasında önemli rol oynamış ve geçen yüzyılın sonuna kadar da bu devlette hegemonik konumda kalmışlardır.
Hiç kuşkunuz olmasın ki, ‘liberal demokratik değerleri’ savunmaları, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan tüm Filistinlilere çeşitli şekillerde dayatılan apartheid sistemine olan sadakatlerini etkilemez. Bunların temel arzusu Yahudilerin demokratik ve çoğulcu bir toplumda yaşaması ancak bu toplumdan tüm Arapların dışlanması üzerine kuruludur.
Diğer taraf ise işgal altındaki Batı Şeria’da yaşayan yerleşimciler arasında gelişen ”Yahudiye Devleti” grubudur. Bu grup ülke içinde giderek artan bir desteğe sahip ve Kasım 2022 seçimlerinde Netanyahu’nun zaferini garantileyen seçmen tabanını oluşturuyor. Ayrıca bu grubun İsrail ordusu ve güvenlik servislerinin üst kademelerindeki etkisi de katlanarak artıyor. Yahudiye Devleti, İsrail’in tarihi Filistin topraklarının tamamına yayılan bir teokrasi yönetimi olmasını istiyor. Bunu başarmak için Filistinlilerin sayısını en aza indirmeye çalışıyor ve El Aksa’nın yerine bir Üçüncü Tapınak inşa etmeyi amaçlıyor. Bu grubun üyeleri, bu sayede İncil’deki krallıkların altın çağını yeniden yaşayabileceklerine inanıyorlar. Onlara göre, laik Yahudiler bu çabaya katılmayı reddederlerse Filistinliler kadar sapkın olacaklar.
İki grup 7 Ekim’deki olaydan çok önce, halihazırda şiddetli bir şekilde çarpışmaya başlamıştı. 7 Ekim saldırısından sonraki ilk birkaç hafta boyunca, ortak bir düşman karşısında farklılıklarını rafa kaldırmış gibi göründüler. Fakat bu bir yanılsamaydı. Sokak çatışmaları yeniden alevlendi ve uzlaşmayı neyin sağlayabileceğini görmek çok güç. Daha muhtemel olan sonuç ise zaten gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Ekim ayından bu yana İsrail Devletini temsil eden yarım milyondan fazla İsraillinin ülkeyi terk etmesi, ülkenin Yahudiye Devleti tarafından yutulmakta olduğunun bir göstergesini oluşturuyor. Bu, Arap dünyasının ve hatta belki de tüm dünyanın uzun vadede tahammül edemeyeceği bir siyasi proje.
2
Diğer bir gösterge ise İsrail’in ekonomik krizde olması. Siyasilerin, Amerikan mali yardımına gitgide daha fazla bağımlı hale gelmenin ötesinde, sürekli silahlı çatışmaların yaşandığı bir ortamda kamu maliyesini dengelemek için herhangi bir planı yok gibi görünüyor. Geçen yılın son çeyreğinde ekonomi yaklaşık %20 oranında küçüldü. O zamandan beri ekonomik toparlanma zayıf seyrediyor. Amerikan yönetiminin 14 milyar dolarlık taahhüdünün bunu tersine çevirmesi mümkün görünmüyor. Aksine, aralarında Türkiye ve Kolombiya’nın da bulunduğu bazı ülkelerin ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladığı bir dönemde İsrail’in Batı Şeria’daki askeri faaliyetlerini arttırırken, Hizbullah ile savaşma niyetini sürdürmesi halinde, ekonomik yük daha da ağırlaşacak.
Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in sürekli olarak Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerine para aktaran fakat bunun dışında bakanlığını yönetmekten aciz görünen beceriksizliği krizi daha da ağırlaştırıyor. İsrail Devleti ile Yahudiye Devleti arasındaki çatışma ve 7 Ekim olayları, bazı elitlerinin sermayelerini ülke dışına taşımalarına neden oluyor. Yatırımlarını başka bir yere taşıyan bu elitler, vergilerin %80’ini ödeyen İsraillilerin %20′ lik kesiminin önemli bir bölümünü oluşturuyor.
3
Üçüncü gösterge ise İsrail’in giderek parya devlet durumuna düşerek uluslararası alanda yalnızlaşması. Bu süreç 7 Ekim’den önce başlamış ancak soykırımın başlamasından bu yana giderek derinleşmiştir. Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından benimsenen benzeri görülmemiş tutumlar bunu gözler önüne seriyor. Daha önce, küresel Filistin dayanışma hareketi insanları boykot girişimlerine katılmaları için harekete geçirebilmiş, ancak uluslararası yaptırım olasılığını geliştirememişti. O zamanlar çoğu ülkede, siyasi ve ekonomik kurumlar arasında İsrail’e destek sarsılmaz bir şekilde devam ediyordu.
Bu bağlamda, UAD ve UCM’nin son kararları, yani İsrail’in soykırım yapıyor olabileceği, Refah’taki saldırısını durdurması gerektiği, liderlerinin savaş suçlarından tutuklanması gerektiği gibi kararlar, sadece elit görüşünü yansıtmak yerine küresel sivil toplumun görüşlerine kulak verme girişimi olarak algılanmalıdır. Elbette, mahkemeler Gazze ve Batı Şeria halkına yönelik acımasız saldırıları hafifletmedi. Fakat İsrail devletine yöneltilen ve hem yukarıdan hem de aşağıdan giderek artan eleştiri seslerine büyük katkıda bulundular.
4
Birbiriyle yakından bağlantılı olan dördüncü gösterge ise dünyanın dört bir yanındaki genç Yahudiler arasında yaşanan büyük değişimdir. Son dokuz ayda yaşanan olayların ışığında, pek çok kişi artık İsrail ve Siyonizm ile olan bağlarını bir kenara bırakmaya ve Filistin dayanışma hareketine aktif olarak katılmaya istekli görünüyor. Özellikle ABD’deki Yahudi cemaatleri bir zamanlar İsrail’e eleştirilere karşı etkili bir dokunulmazlık sağlıyordu. Bu desteğin kaybedilmesi ya da en azından kısmen kaybedilmesi, ülkenin küresel konumu açısından önemli sonuçlar doğuracak. Amerikan İsrail Halkla İşleri Komitesi lobi grubu, yardım sağlamak ve üyelerini desteklemek için hala Hıristiyan Siyonistlere bel bağlayabilir, ancak önemli bir Yahudi seçmen kitlesi olmadan eskisi kadar güçlü bir örgüt olamayacaktır. Bu durumda lobinin gücü önemli ölçüde aşınmış oluyor.
5
Beşinci gösterge ise İsrail ordusunun güçsüz olması. Israil Savunma Kuvvetleri’nin elindeki son teknoloji silahlarla güçlü ve etkili bir kuvvet olduğuna şüphe yok. Ancak 7 Ekim’de bu gücün sınırlılıkları ortaya çıktı. Pek çok İsrailli ordunun son derece şanslı olduğunu düşünüyor çünkü Hizbullah koordineli bir saldırıya katılsaydı durum çok daha kötü olabilirdi. O tarihten bu yana İsrail, Nisan ayındaki uyarı saldırısında yaklaşık 170 insansız hava aracı ile balistik ve güdümlü füzeler konuşlandıran İran’a karşı kendisini savunmak için ABD’nin başını çektiği bölgesel bir koalisyona çaresizce bağımlı olduğunu kanıtladı. Siyonist proje her zamankinden daha fazla Amerikalılardan gelen büyük miktarlardaki malzemenin hızlı bir şekilde teslim edilmesine bağlıdı. İsrail ordusu bu yardım olmadan güneydeki küçük bir gerilla ordusuyla bile savaşamaz durumda.
İsrail’in hazırlıksızlığı ve kendini savunmadaki yetersizliği konusunda ülkenin Yahudi nüfusu arasında yaygın bir algı oluşmuş durumda. Bu durum, 1948’den beri yürürlükte olan ultra Ortodoks Yahudilerin askerlik muafiyetinin kaldırılması ve binlercesinin askere alınması yönünde büyük bir baskıya neden oldu. Bu adım savaş alanında pek bir fark yaratmayacak olsa da orduya ilişkin karamsarlığın boyutlarını gözler önüne seriyor ve bu da İsrail içindeki siyasi bölünmeleri derinleştiriyor.
6
Son gösterge ise Filistinlilerin genç kuşağı arasındaki enerji yenilenmesi. Bu kuşak, Filistinli siyasi elitten çok daha birleşik, organik olarak birbirine bağlı ve beklentileri konusunda çok daha net. Gazze ve Batı Şeria’daki nüfusun dünyanın en genç nüfusu olduğu düşünüldüğünde, bu yeni kuşağın kurtuluş mücadelesinin seyri üzerinde muazzam bir etkisi olacağı şüphe götürmez görünüyor.
Filistinli genç gruplar arasında yapılan tartışmalar, Filistin Yönetimi’nin bir devlet olarak tanınma kampanyasına muhalif bir özgürleşme vizyonunu takip edecek gerçekten demokratik bir örgüt kurmakla meşgul olduklarını gösteriyor. Bu ya yenilenmiş bir Filistin Kurtuluş Örgütü ya da tamamen yeni bir örgüt olabilir. Gözden düşmüş iki devletli bir model yerine tek devletli bir çözümden yana görünüyorlar.
Peki Siyonizm’in çöküşüne karşı etkili bir yanıt verebilecekler mi? Bu cevaplaması zor bir soru. Bir devlet projesinin çöküşünü her zaman daha parlak bir alternatif takip etmeyebiliyor. Orta Doğu’nun başka yerlerinde, örneğin Suriye, Yemen ve Libya’da, sonuçların ne kadar kanlı ve uzun süreli olabileceğini gördük. Bu durumda söz konusu olan bir dekolonizasyon meselesidir. Geçtiğimiz yüzyıl post kolonyal gerçekliklerin her zaman sömürge koşullarını iyileştirmediğini göstermiştir. Bizi doğru yöne ancak Filistinlilerin eylemliliği taşıyabilir. Er ya da geç, bu göstergelerin patlayıcı bir şekilde birleşmesinin Filistin’deki Siyonist projenin yok olmasıyla sonuçlanacağına inanıyorum. Bu gerçekleştiğinde, boşluğu dolduracak güçlü bir kurtuluş hareketinin var olmasını ummaktan başka çaremiz yok.
56 yılı aşkın bir süredir ‘barış süreci’ olarak adlandırılan ve hiçbir yere varmayan süreç, aslında Filistinlilerin reaksiyon göstermesinin istendiği bir dizi Amerikan-İsrail girişiminden ibaretti. Bugün ‘barış’ın yerini dekolonizasyon almalıdır. Filistinliler bölge için kendi vizyonlarını ifade edebilmeli, buna karşın ise İsraillilerden buna reaksiyon göstermesi istenmelidir. Bu on yıllardır ilk defa Filistin hareketinin post-kolonyal ve Siyonist olmayan bir Filistin (ya da yeni oluşumun adı her ne olacaksa) adına bizatihi kendi çözümlerini ortaya koymasına yardım edecektir. Hareket bunu yaparken muhtemelen Avrupa’ya (belki İsviçre kantonlarına ve Belçika modeline) ya da daha uygun bir ifadeyle, sekülerleşmiş dini grupların aynı topraklarda yan yana uyum içinde yaşayan etnokültürel gruplara dönüştüğü Doğu Akdeniz’in yönetim anlayışına başvuracaktır.
İnsanlar bu fikirden hoşlansa da korksa da İsrail’in çöküşü öngörülebilir hale geldi. Bu olasılık bölgenin geleceğine ilişkin uzun vadeli tartışmalara yön vermelidir. İnsanlar, İngiltere ve ABD’nin öncülüğünde Arap ülkesine bir Yahudi devleti dayatmaya yönelik yüzyıllık girişimin yavaş yavaş sona ermekte olduğunu fark ettikçe bu konu gündeme gelmeye başlayacak. Bu girişim, çoğu artık ikinci ve üçüncü kuşak olan milyonlarca yerleşimciden oluşan bir toplum yaratacak kadar başarılı oldu. Fakat bu yerleşimcilerin varlığı, tıpkı ilk geldiklerinde olduğu gibi, anavatanlarında kendi kaderlerini tayin etme ve özgürlük mücadelesinden asla vazgeçmeyen milyonlarca Filistinliye kendi iradelerini şiddetle dayatma becerilerine dayanıyor.
Önümüzdeki yıllarda yerleşimcilerin bu yaklaşımdan vazgeçmeleri ve özgürleştirilmiş ve sömürgeden arındırılmış bir Filistin’de eşit vatandaşlar olarak yaşamaya istekli olduklarını göstermeleri gerekecek.
Kaynak: https://newleftreview.org/sidecar/posts/the-collapse-of-zionism