Kadın bir fikirdir, erkekte fatihlik sembolüdür, İslamiyette bu bakımdan, yani öz mahiyeti bakımından değerce büyüktür.

Kâinatın Efendisi “dünyanızdan bana üç şey sevdirildi, namaz, güzel koku ve kadın...” buyurmuşlardır. Muhammedî hakikatte kadının mevkii, Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri tarafından değme idrakin ulaşamayacağı bir derinlikte mânalandırılmıştır.

Bize düşense yalınız şu kadarını belletmek:

Şehvani his, helalinden tatmin edilmek ve sımsıkı bir kontrol altında tutulmak şartiyle Allah Resûlünün ulvi mizacına uygun ve dolayısıyla İslamiyette makbuldür. Kadının erkek üzerinde rolü de Allah'a erme yolunda yardımcıdır ve bizde, papazvari bir riyazet, kadından mahrumiyet rejiminin hiçbir değeri olmamak şöyle dursun, köstekleyici ve tutucu bir tesiri vardır. Bütün dava, nefsin, şeriatle kayıtlı hakkını vermekten ibarettir, ve büsbütün mahrumluk şeytani bir sevk olduğu kadar, büsbütün kadından ve hayvanca bir şehvaniyetten ibaret kalmak da aynı derecede şeytanidir. Şeriat ve tasavvufta derin bir sır belirten bu mücerret nokayı bir kenarda bırakalım da müşahhas davamıza bakalım: İşte şimdi ülkemizi köpürten kadın alakası, bu ikinci neviden şeytani sevkin son kertesini gösteriyor. Öyle bir son kerte ki, onu gösterecek bir basınç aleti olsa, ibresi yerinden fırlayabilir.

Bu hâl, büyük ideal yolculuğunun helalinden kadını manalandırması ve kendisine yardımcı kılması yerine, yüzde yüz imansızlık ve ahlaksızlığın hiçbir hicap ve mâni dinlemez cinnetinden ibaret kalıyor; ve kedilere köpeklere mahsus azgınlık devresinin topyekûn zaman ve mekânı kuşatması bakımından eşşeklere bile parmak ısırtıcı bir mahiyet arzediyor.

Bu felaketin mikrobunu tayinde kat'i teşhis, riyazi bir emniyetle şudur.

Devrim dedikleri hadisenin, ulvi kıymetleri ezip tepele- mesi ve ruhları bomboş bırakması yüzünden meydana gelen afet!.. Artık susuz insana gaz içerek nefsini tatminden başka yol kalmamakta; muvazeneli aşk yerine kuduz şehvet, ulvi zevk yerine süfli ihtilaç, hâkim erkeklik yerine mahkûm takallüs geçmektedir.

Bu vaziyette, her şeyden evvel kaybedilen, olanca mâna ve esrariyle kadındır.

Dünkü ve bugünkü nesillerin kadına ne gözle baktığı ve onda ne gördüğünü, dünkü ve bugünkü ressamın çizgilerinde açıkça okuyabilirsiniz.

Dünkü kadın, mahfaza içinde mahfaza, perde ardında perde, binbir mefküreleştirme vasıtasının sakladığı sonsuz bir kıymet gibi, erkek ruhuna nakşedilmiş çözülmesi gereken bir şifre, bir bilmece, bir sırdı. Bugünkü ise, 50-60 kilo, derisi yüzülmüş cılk et ve bütün tılsın nahiyeleri galiz birer maddecik halinde, sadece gaseyan ettirmeye memur bir cifedir. Böyle olduğu içindir ki, ressamın gözünde, eski muhteşem muamma olmak haysiyetini kaybetmiş ve bıçakla yarıla yarıla boş yere cevheri aranan bir tohum gibi (dekompoze-terkibi altüst) bir mahiyet almıştır.

Bilmiyorum Bilmiyorum

Bugün, devrim Türkiyesi’nde, büyük bir gençlik yığınının yalnız hazmi ve tenasüli cihazlariyle yaşamasındaki hiçbir şeyle kıyas kabul etmez müthiş felaket, çekilmiş bir su dibinden çıkan pislikler ve leşler gibi, iman denizinin neleri örttüğüne ve başını alıp gidince meydanı nelere bıraktığına en canhıraş şahittir.

Bugün, güya gasbedilmiş haklarını kendisine verdiği için herkesten fazla devrimci geçinen Türk kadını bilmelidir ki, ayrı devrim, kendisine kadınlığını kaybettirmiştir. Plakalarında «İslam» yazılı itfaiye otomobilleri ve onların gökdelenleri deviren hortumlariyle bu yangının üzerine varmadan, Türkiye insan ormanlarındaki yangını söndüremezsiniz!...

Döndürüp, dolaştırdılar, 52 yıllık Cumhuriyetin son ikinci yarısında, mahsullerini kemaliyle elde ettiler. Bugünün delikanlısı, tarihine, ananesine, aile terbiyesine, Müslüman anne sütüne, tek kelimeyle İslâm’a bağlı bir zümre müstesna, devrim mümessili olarak hastahanelik bir örnektir.

Şöyle:

Hazmî cihazı bir davul, onun altında tenasüli cihazı bir tokmak, hepsinin üstünde de dimağı cihazı, nohut tanesi büyüklüğünde dumura uğramış bir uzviyet. O davul ve altındaki tokmak bir iplikle bu nohut tanesine bağlıdır, ve onları taşıyan, nohut tanesi değil, asıl nohut tanesini ardından sürükleyen, o davulla tokmaktır. Bugün bütün dünyanın, kaybedilmiş idealler ve onun neticesi ruhi nizam buhranı yüzünden, kaybettiklerinin bir nevi öcü olarak korkunç bir (seks) cinnetine düştüğü muhakkaktır. Fakat böyle hâile demlerinde milletler, kolera salgınına karşı aşı gibi, kendilerini milli sağlık (faktör)leriyle, yani an'aneleri, ahlâkları, imanları ve imanlarına bağlı kanunlarıyla müdafaa edecekleri yerde, bütün bu kurtarıcı (faktör)leri kaybetmiş olmaktan gelen bir kolaylıkla hastalığın koynuna düşerken, Türkiye, devrimlerinin bu şanlı mahsulü olarak mahut illet tarafından yutulmuş, hatta illetin merkezlerinden biri haline getirilmiştir. Devrimciler, memleketi yükselttikleri çağdaş uygarlık seviyesinden ötürü, tokmaklarını davullarına vurarak böbürlenebilirler.

Bir, (Leonardo davinçi), (Mikelanj) gibilerinin resimlerinde, bir de (Pikasso), (Goya) ve takipçilerinin tablolarındaki mücerret kadın yüzü çizgilerine bakınız! Eskilerin kadın portrelerine nakşetmeye çalıştıkları âhenk ve ulvilik çizgilerine karşılık, yeniler, bu kıymetleri delik deşik eden birer (Morg) araştırıcısı...

Yenilerde çehre bütünü darmadağın edilmiş, parçalanmış ve ondan sonra her uzvu hakikattekinden başka bir türlü bir terkibe sokulmak istenmiştir. Göz, o muazzam mana yatağı yerinden oynatılıp bir leke gibi şakağa sürülmüş, ağız çarptırılmış, burun istikametsiz bir hedefe döndürülmüş, kafa önü, arkası ve yanları olmayan bir küreye çevrilmiş... Bu, kaybedilen kadını kadında aramanın ve teselliyi ebedi bir kaybedişte bulmanın sanatıdır, ve Viyanalı Yahudi Doktor (Froyd)vâri bir kıyasla erkekte (seks) cinneti gözüne en çarpıcı misaldir.

Hayatta her hamleyi insan ruhunda gizli şehvet ihtibaslarına bağlayan ve ilk olarak memedeki çocuğun annesine duyduğu şehvet hissinden işe başlayan, ulvi insan itikatlarım zedelediği için de nice intiharlara yol açan bu hain Yahudi, şimdi sağ olsaydı, mukaddesata vurduğu darbenin tam semere verdiği bir hengâmeye şahit olur ve bu defa dehşetinden kendisi intihar ederdi.

Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 1/2, s. 84-88