Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarına kadar; fikir ve kuruluşlar plânında iç içe bir yumak olarak şekillendirilen "Yeni Dünya Düzeni", Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette "hayır!" diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz "Yeni Dünya Düzeni"miz ile!..

Dünyada bugünkü siyasî ve içtimaî ihtilaçların bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizi tespit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkure ve nizâm yekpareliği içinde yeniden doğmamız lâzım... Dünya ne oluyor ve biz ne olacağız? Boşlukta mekân işgal etmek hakkımızı hangi şahsiyetli dünya görüşüne istinad ettireceğiz ve manevî "Ortak Pazara hangi öz malımızı sürebileceğiz? Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra "Yeni Dünya Düzeni" adı altında rakipsiz olarak pazarlanan eski liberalizm ve demokrasi nizamı, başta Amerika ve yamacında Avrupa'nın patronluğunu tescil mahiyetinde hükmünü hâkim kılmaya çalışırken, kâfirlerin gönüllü alçaklığı bir yana, "onu babam da bilir!" hesabı kuru kuru "İslâm!" demek yeter mi? Elbette İslâm; ama "nasıl" ve "niçin"ini göstermek şartıyla!..

(…)"Birleşmiş Milletler Teşkilatı" ülkeleri sömürme aracıdır…

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı da, kurulduğu günden bugüne kadar güçlü devletlerin çıkarları dışındaki anlaşmazlıklarda veya onların kendi çıkarlarına uygun haksızlıklarda, sağa sola teessüf iletmekten başka bir işe yaramamıştır. Nasıl yarasın ki?.. Büyük devletlerin oligarşik bir zümre hâlinde arz-ı endam ederek monarşik iktidar mücadelesine sahne olan bu teşkilâtta, bunlara karşı, ense kaşımaktan öte ıspat-ı vücud mümkün değildir.

Ne demek daimî üye ayrıcalığı? Ve usul meseleleri dışında kalan meselelerde kararlar daimi üyelerin hepsinin oylan dahil olmak üzere, dokuz üyenin olumlu oyu ile almıyor. Böylece Güvenlik Konseyinin daimi üyelerinden biri işine gelmeyen bir meselede veto hakkını kullanarak kararın alınmasını önleyebiliyor.  Devletlerin yönetim şekilleriyle anılmaları gibi, Birleşmiş Milletler Teşkilâtını "Domuzlar Diktatoryası" olarak anabiliriz.

Birleşmiş Milletler Teşkilâtını aracı kılarak veya doğrudan hareket eden güç odaklarının âlemşümul hukuk prensipleri ve bununla örtüşen içtimâî-siyasî bir düzen teklifi hâlindeki "demokrasi prensipleri" adına çeşitli ülkelere karşı müdahil olarak harekete geçmesi, onları Batılılaştırma çabaları, Batının aslını temsil edenlere nisbetle, büyük şehirler etrafındaki gecekondulaştırma faaliyetinden farklı değildir... Dikkat edilsin: Köyünden koparılan ama şehirli de olamayan gecekondu bölgesindeki yığınlar gibi, kendi kültüründen koparılan ve Batı kültürüne nisbetle gübrelik bir mevkide köksüz olarak bırakılan bu milletler hurdalığı, bir kısmıyla dünya çapındaki bir köşk düzeni içinde şoförlük, aşçılık, bulaşıkçılık, hizmetçilik, bahçıvanlık, bekçilik gibi bir hizmet kadrosu ve kadro namzedi rolüne uygun görülürken, bir kısmıyla da bu role can atan ama bu düzende kendisine sadece "yok" düşen bir keyfiyet belirtirler... Adını "yeni dünya düzeni" koydukları bu düzen, millet sınıflarını birbirinden haşin duvarlarla ayırma yerine aşılamaz tebeşir çizgileriyle belirlemiş bir kast sistemidir; tıpkı birinden diğerine geçilmesi imkânsız kılınmış sınıflar ayırımını gösteren Hindistan'daki kast sistemi gibi... Üste geçilemez kastlardan meydana gelmiş Hindu içtimaî sistemi misâline nazaran, hem Batının niçin kendi düşünce ve yaşayışını empoze ettiğini, hem de bunun yayıldığı yerlerin "Batı bütünü" içinde ne mânâya geldiğini göstermiş oluyoruz!..

Birleşmiş Milletler Teşkilâtına gelince; bu Teşkilât, bir kamu düzenini şemsiyesi altına almış bir anayasanın teşekkül ettirdiği veya böyle bir anayasayı doğuran teşri organı olmadığı gibi, müeyyidelerini uygulayacak icrâ ve icrâya tâbi zorlayıcı gücü de yoktur... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı hakkında söylediklerimiz, milletlerarası hukukun bulunmadığını da gösteren bir husustur: Teşkilâtın Genel Kurulu'na nisbetle Konseyin durumunu ve yapısını ele alınca, bir nevi hükümet mevkiindeki bu organın -kendi çıkarları baki unsurlardan müteşekkil- oligarşik bir yapı belirttiğini söylemiştik. Birleşmiş Milletler Teşkilâtına vücut veren müessir güçler, Konseyin daimi üyesi olma ayrıcalığı ve işlerine gelmeyen bir husus karşısında veto etme imtiyaziyle "güçlü olan haklıdır" anlayışını gösteren daimi uygulamalarıyla, hak ve mükellefiyeti belirli hukukî bir "süje-şahsiyet" olmadıklarını göstermişlerdir... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı adına yapılan cebrî uygulamalar ise, Teşkilâtın cebrî gücüne veya Teşkilâtın kararını uygulatmak idealizmiyle onun emrinde hareket eden bir niyete değil, adamına göre muamele hesabıyla davranan büyüklerin gücüne ve çıkar hesabına dayanmaktadır. Netice olarak: Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, milletlerarası hukuk yokluğu zemini üzerinde vücut bulduğu gibi, aldığı kararları ve uygulamaları da hukukun hakkaniyet ve nasafet kuralları içinde değerlendirilebilir niteliklerde değildir.

…Büyük devletlerin ekonomik ve siyasî olarak işlerine gelen yerde müdahale ettiklerini ve askerî güç de kullandıklarını biliyoruz. İşlerine gelmeyen yerde seyirci kaldıklarını da... Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliği altındaki Batının, bütün kuleleriyle beraber ve "güç kullanarak toprak kazanmayı yasaklayan milletlerarası kurallar" cümlesinden olarak Irak'ın üzerine saldırması ve pislik Kuveyt yönetimi adına Kuveyt'i kurtarması malûm... Bosna-Hersek'te Müslümanlara saldıran Sırpların katliamına seyirci kalması ve böyle bir durumda bizim gibi köle devletlere de sadece ağlamak düştüğü de malûm; Batı, hem katliama seyirci kalıyor, hem de Bosna'nın aleyhine bir durum olan silâh ambargosunu uyguluyor... Çeçenistan'a Rusların saldırısı malûm; ileride neye karar verip vermeyecekleri meçhul, Batı şu an için seyrediyor... Bu örnekleri geriye doğru giderek çoğaltmak veya ileriye doğru olabilecek olanları eklemek lüzumsuz: Mühim olan işin ruhunu ve esasını kavramak.

"Yeni dünya düzeni" demokrasi kılıfında tertiplenirken, demokrasi cümlesinden olan ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nın "İnsan Hakları Bildirisi" ile Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın "insan haklarına" ilişkin maddelerinde geçen "ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeksizin" lâfları, kuru bir palavradan ibarettir... Devletlerin eşit olarak oturmadıkları bir masa etrafında, milletler nasıl eşit olacak?.. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, bizzat Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile bir "Domuzlar Diktatoryası" olduğunu göstermektedir... Güvenlik Konseyinin "veto hakkı" olan daimi üyeleri arasında niçin bir tane bile halkı Müslüman ülke yok?.. Rejimi İslâmî olmadığı hâlde bile, halkı Müslüman olan ülkelerin yeri pabuçluk!.. Netice şudur: Batının demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell'ın ünlü eseri "Domuzlar Diktatoryası'nda geçtiği gibi, "hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit" anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır. İşi biraz daha açmak istersek, bizdeki anayasa ve kanunların herkes için geçerli hükümleri önünde, sayısız "adamına göre muamele" örneklerini hatırlatmak yeter.

İslâm dünyasının bugün derece derece benimsemesi, benimsetmesi ve kavgasını yapması gereken husus, Birleşmiş Milletler Teşkilâtını reddetmek; bizim için de buna ek olarak Avrupa Ortak Pazarı’na girilmesine şiddetle karşı çıkmaktır... Bunun, başkasının "ol!" dediği şeye sadece "olmam!" demekten ibaret aciz bir tavır belirtmemesi için tek tezi de, bizim "Başyücelik Devleti" modelimizdir; yani, Büyük Doğu-İbda anlayışının otoritesini, benimsemek ve hâkim kılmak!..

Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni-, Salih Mirzabeyoğlu, 1995