İslâmî İlimler Kulübünün 15 Mayıs Çarşamba günü, 12.00-13.30 saatleri arasında Akşemsettin Konferans Salonunda düzenlediği programda; Prof. Dr. Özcan Hıdır “Necip Fazıl’ın Eserlerinde Hadis ve Sîret”, Prof. Dr. Halil İbrahim Bulut “Necip Fazıl’ın Eserlerinde Kelâm” ve Dr. Ahmet Saban ise “Necip Fazıl’ın Eserlerinde Fıkıh” başlıklarıyla Necip Fazıl Kısakürek’i anlattı. Yoğun ilgi gören panelde katılımcılara Üstad'ın kitapları hediye edildi. Katılımcılar, panelin içerik olarak dolu ve bereketli geçtiğini, diğer panellere kıyasla fazlasıyla istifade ettiklerini söylediler. Kısakürek’in İslâmî ilimlere dair derinlikli bilgisinin anlatıldığı bu paneli düzenleyenlere teşekkür ediyor, panelde yapılan konferansın tam metnini yayınlıyoruz...
NECİP FAZIL’IN ESERLERİNDE HADİS VE SÎRET
Prof. Dr. Özcan Hıdır
Çok değerli hocalarım, değerli öğrenci arkadaşlarımız, hepiniz panelimize hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Bugün Üstad’ın vefatının 41. sene-i devriyesi... Dolayısıyla böyle bir programla, İslâmî İlimler Fakültesi'nde analım istedik. Bu anlamda böyle bir programın yapılmasına destek çıkan Kâzım Albayrak beyefendiye de teşekkür ediyoruz.
Üstad'ı anlamak her yönüyle önemli. Bugünkü nesil, Necip Fazıl Kısakürek’i anlamak noktasında biraz eksik durumda. Sezai Karakoç gibi, Necip Fazıl Kısakürek gibi zatlar din-i mübin-i İslâm’ı, ulemanın yokluğunda hakkıyla temsil etmiştirler. Biliyorsunuz Cumhuriyet’in belli bir döneminden sonra âlimler çok öne çıkmadı. İslâm’ı temsil için âlimlerin yerine şairler ve edebîyatçılar öne çıktılar. Bunların en önemli örneklerinden birisi tabii Mehmed Âkif Ersoy’dur. O bir nesil yetiştiriyordu. O nesil neydi? Âsım’ın nesli. Hepsinin bir nesil ideali var. Necip Fazıl Kısakürek’in neslinin ismi nedir? Büyük Doğu! Büyük Doğu ideali ve Büyük Doğu nesli! Bakın hepsinde bir nesil ideali var. Sezai Karakoç’un nesli nedir? Diriliş! Yine Nurettin Topçu’nun da benzer ideali var. Kısacası şairlerimizin, fikir adamlarımızın böyle bir nesil yetiştirme iddiası var. Bugünlerde biraz tavsamış olsa da bu nesil iddiaları üzerinden gençlik motive oldu, heyecana geldi, hamasetle yürüdü, okudu, belli bir kıvamda bu hareketi sırtladı. Buna öncülük edenler var, ama buna öncülük edenlerin en başında da Necip Fazıl Kısakürek merhum geliyor.
Necip Fazıl Kısakürek, Mehmed Âkif, Sezai Karakoç gibi isimleri biz genelde şairliklerini biliyoruz. Mesela “Mehmed Âkif Ersoy’u şairliğinin dışında bilen var mı?” dersem çok az bir şey söyleniyor. Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili de aynısı... Halbuki bu insanların bir başka yönleri de var, interdisipliner diyoruz biz buna. Mesela şairdirler aynı zamanda mütefekkirdir bunlar. İslâmî ilimleri belli veçheleriyle özümsemişlerdir. Ben de bir İslâmî ilimler hocasıyım, bununla meşgul oluyorum. Âyetleri ve hadisleri bu insanlar bazen bizden, ilahiyatçılardan çok daha iyi anlamışlar. Bunu da iddia ederek söylüyorum. Ben edebiyatçıların hadis anlayışı üzerine bir kitap çalışması yapıyorum. Bu manada da inceliyorum bu nesli ve bu kişilikleri. Hakikaten dikkatimizi çekmeyen yöne vurgu yapmışlar, birçoğunda bu var. Hepsi de hadisle ilgili kitaplar tercüme etmiş. Kırk hadis kitapları şerh etmiş ve çalışmışlar üzerinde. Dolayısıyla bu insanların İslâmî ilimlere bakışları, yani bakışları derken İslâmî ilimleri eserlerinde kullanışını kastediyoruz. Şunu söyleyeyim, ben ilimlerde İslâmî, gayri İslâmî diye bir ayrım yapmıyorum. Fizik, kimya, matematik de bana göre İslâmî ilimdir. Eğer gayesi düzgün kurulursa. Böyle bir ayırım yapmıyoruz ama bildiğimiz anlamda, tefsir, hadis, kelâm, fıkıh gibi ilim dallarını kastediyoruz, bu ilim dallarını eserlerinde nasıl kullanmışlar? Bugün bu çok bilinen bir şey değil. Necip Fazıl, İslâmî ilimlerin en önemli branşlarından birisi olan hadis ve sîrete, tarihe, tarihi rivayetlere, hadislere nasıl bakıyordu? Bakış derken, eserlerinde hadislerinde nasıl kullanması. Bunu size takdim etmek istiyorum. Nasıl kullanmış hadisleri? Bu hususta çalışmalar yaptırıyorum, insanlar şaşırıyorlar. “Buradan tez olur mu?” diyen hocalar var. Halbuki sizi temin ederim, Necip Fazıl Kısakürek çalışmalarında bizim tesbitlerimize göre -ki bir master tezi yaptırdık bu konuda, üç bine yakın hadis kullanmış. Bu az bir sayı değildir. Buhari’nin kitabının içerisindeki tekrarları çıkarırsanız dört bin hadis vardır. Üstad, üç bine yakın hadis kullanmış. Ve bu hadislerin çoğunu, edebî bir üslupla tercüme etmiş, anlatmış. Bunlarla ilgili düşüncelerini söylemiş ve yorumlamış. Şimdi bunu nasıl ihmal edersiniz? Yepyeni bir bakış açısı getiriyor, perspektif getiriyor. Tabii bir âlim diyemiyoruz o anlamıyla. Necip Fazıl bir âlim midir? Değildir. Formel anlamda bir âlim diyemeyiz, ama mütefekkirdir. Kısakürek, bazı âyetleri ve hadisleri belki âlimlerden daha iyi şekilde yorumlamıştır. İslâmî ilimlerin belli branşlarını yorumlayarak, bulunduğu ortama bunu aktarmış en önemli mütefekkirlerimizden birisidir.
Müsaade ederseniz şuradan hareket etmek istiyorum. Biliyorsunuz, bizim tarihimizde karizmatik âlimler dediğimiz âlimlerin merkez teorileri vardır. O âlim geçmişe, kendinden önceki asra, bulunduğu döneme ve geleceğe o merkez teorisinden bakar. O merkezini belirleyen, ana mefkûresini ve düşüncesini belirleyen o fikre paradigma diyelim. Biraz Batılı bir dille kullanalım. Temel paradigması, merkez fikri vardır. Bütün âlimlerde vardır bu. Zaten karizmayı oluşturan şey de biliyorsunuz farklı unsurlardır. Yani Thomas Kuhn’un Karizmanın Oluşumu diye bir kitabı var Batı’da. Orada farklı unsurlardan bahsederiz. Karizma dediğiniz de sadece bir şey değildir. Giyimi olabilir, konuşması olabilir, bilgisi olur, derinliği olur, arka planı olur, aksiyonu olur. Birçok yön vardır; onların hepsi bir araya geldiğinde bir karizmatik şahsiyet, merkezi şahsiyet ortaya çıkmış olur. Bu yönüyle bakıldığında İslâm ümmetinin en merkezi şahsiyeti kimdir? Allah Resulü’dür. Yani onda hiç şüphe yok. Ondan sonra sahâbe nesli gelir. Bu âlimlerimizde de mütefekkirlerimizde de bu var. Siz eğer o karizmayı, o en temel fikrini oluşturan paradigmasını anlamazsanız o âlimi anlayamazsınız. Mesela Gazâlî’yi örnek verelim. Gazâlî’nin temel paradigmasını anlamadığınız zaman onun fikriyatını anlamanız mümkün değildir. Fahreddin Râzî de, Ebû Hanîfe de, İmam Şâfiî de öyledir. Peki o zaman, karizmatik bir şahsiyet olarak “Necip Fazıl’ın temel paradigmasının, karizmasının en temel unsur nedir?” dediğinizde ben size şu cevabı veririm: Bütün fikriyatını mihrak şahsiyet olarak gördüğü Allah Resulü. O’nun sevgisi etrafında yürümüştür hep. Hadislere bakışının da diğer ilimlere bakışının da temelini oluşturan şey budur.
Necip Fazıl’ın paradigmasında öne çıkan kavram nurdur. Biliyorsunuz Kur’an ve Sünnet’te nur kavramı çok önemlidir. Nur suresindeki “Allâhu nûr’u-s semâvâti ve’l-ard” (Nûr/35) ayeti vardır. Kısakürek, oradan hareketle kâinatın varoluşunun sebebi olarak Hz. Peygamber’i görür. Tabii burada bir tartışma var. Ona da hemen değinip geçeyim. Biliyorsunuz bilhassa tasavvufta öne çıkan, Nur-i Muhammedî kavramı vardır. Bir rivayet vardır bununla ilgili. Orada geçen Nur-i Muhammedî kavramına Necip Fazıl çok önem veren bir mütefekkir ve şairdir. O, Allah Resulünü, Hz. Âdem’den önce varlığı olan Hz. Âdem’in varlığını da kendisine borçlu olan şahsiyet olarak görür, hatta eserlerinde bu şekilde anlatır. Aslında kâinatın varlığı Hz. Peygamber’in hatırına yaratıldığı şeklinde bir anlayışı vardır. Bu rivayeti hadisçiler olarak zayıf hatta uydurma olarak biz kabul ederiz. “Levlâke levlâke ve mâ hâlâktul eflâk” diye bir rivayet var biliyorsunuz. Kelâm-ı kibar da diyelim. Necip Fazıl onu merkeze koyan bir mütefekkir. O yüzden bakıldığında Necip Fazıl’ı anlamak, İslâm ilimlerine bakışını anlamak kolay da değildir.
Bir yandan bakıyorsunuz eserlerinde âyetleri ve hadisleri anlamada işte geçmişimize bakışta çok zâhirci, zâhirî bir yönü öne çıkaran bir anlayışı var. Diğer yandan baktığınızda da biraz bâtına ve iş’ârî anlayışa yönelen bir tarafı var. Yani zâhir ile bâtın arasında gidip gelen bir anlayışı var Kısakürek’in. Merkez bir fikre sahip olmak anlamında bir âlim denebilse de “İslâmî ilimlerin bir bütün olarak usulü kendisinde yerleşmiş midir?” derseniz ona yerleşmiş diyemem. Biz İslâmî ilimlerde bir âlimi veya bir mütefekkiri usûlle belirleriz. Usûlü iyiyse, usûlde muhkemse, oradan bakarız. Yoksa meseleleri tek tek bilmesi yeterli değildir. “Usûlü nedir?” diye bakılır orada. Dolayısıyla o merkezi belirlemede usûl çok önemli bir yöndür. Necip Fazıl’ın dini anlamada usulü yani usûlü’d-dînî mutlaka var. Ancak bir fıkıh usûlü, bir hadis usûlü, bir tefsir usûlü anlamında biraz eksiğinin olduğunu söyleyebilirim. Çünkü eserlerine bakıldığında bunlar yok. Bu da normaldir, bir formel eğitimden geçmiş olduğunu görmüyoruz. Tabii okumaları var, işte üstadı Abdülhakîm Arvâsî gibi etkilendiği birçok şahsiyet var. Tasavvuf büyükleri var, İmâm-ı Rabbânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Ebû Hanîfe, Gazâlî gibi şahsiyetler var. Burada şunu da söyleyeyim ki ben, “fıkıh usulü”nü bildiğimiz fıkıh usulü olarak anlamıyorum. Yani âyet ve hadisleri, nasları anlama usulü olarak anlıyorum. Doğru olanın bu olduğunu düşünüyorum: onun dışında hadis usulü, fıkıh usulü, tefsir usulü diye sıralanır.
Hadis ve sünnete yönelik anlayışının temelini, bu saydığım âlimlerin ve bunlara ilave edilecek başka âlimlerin anlayışı çerçevesinde oluşturmuş. Ve anlayışın da en önemli öne çıkan yönlerden birisi -ki bugün çok eksiğini duyduğumuz bir şey bu- iman ve aksiyon mesela. İman ve aksiyon ne demek? İman ve aksiyon şu demek: “Ey iman edenler, iman edin.” (Nisâ/136) buyuruyor Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de. İman bir iddiaysa, imanın ispatlandığı yer de aksiyondur, ameldir, pratiktir. Dolayısıyla pratiğin oluşması için de bir şuurun, bir bilincin oluşması gerekir. Bugün bence Müslümanlar olarak, İslâm dünyası olarak en önemli eksikliğimiz bu. Akademide de bu çok yerinde verilmiyor bence. Bilgiyi bir yığın olarak almamak, bilgiyi bilince, bilinci de aksiyona, amele dönüştürmektir mesele. İşte Necip Fazıl hadisleri, âyetleri ele alırken kesinlikle ve kesinlikle aksiyon bağlamında hep ele alıyor, pratik olarak düşünüyor. “Pratik hayatta bundan nasıl faydalanırım?” hesabını yapıyor. “Onu hayatımda nasıl faydalı hale getiririm, nasıl kullanabilirim, nasıl aksiyonuma dönüştürebilirim?” fikri var Necip Fazıl’da. Bu çok önemli bir şeydir. “Hadislerin, âyetlerin toplumsallaşması, topluma mal edilmesi, rafine bir dille, güzel bir dille, estetik bir dille, edebî bir dille topluma, insanlara, farklı kesimlere nasıl ulaştırabilirim?” bunun hesabında Necip Fazıl. Âyet ve hadisleri o kadar estetik bir dille anlatıyor ki, anlattığı şey kulağınızda takılı kalır. Çok kolay olarak da ezberlenebilir. Şiir bir dille bunu anlatıyor çoğunlukla. Dedik ya 2700 küsur hadis kullanmış, onların birçoğunu edebî bir dille tercüme etmiş. Bunu şiirsel bir dille yapmış. Baktığımızda şiirsel bir dille hadisleri, âyetleri tefsir eden, tercüme eden başka âlimler de var, başka şairler de var tarihte. Manzum hadis eserleri de yazılmış. Hatta bunu yapanlar var, ama Necip Fazıl’ın onların içerisinde çok belirgin olarak öne çıktığını söyleyebilirim.
Necip Fazıl’ın fikriyatda birinci olarak, Allah Resulü, çok merkezi bir şahsiyet dedik. İkincisi ise sahâbe çok önemlidir. Sahâbe kurucu nesil çünkü. Kurucu nesil sahâbeyi çok merkeze koyuyor. Bugün de şahsen aslında İslâm dünyasında ve Türkiye'de anlayışları, ayakları kaydıran Allah Resulü’ne bakış ve sahâbeye bakış olduğunu düşünüyorum. Resulü’ne bakışımız düzgünse veya onun kurucu nesli sahâbeye bakışımız düzgünse gerçekten bu anlamda ayağımızın kaymama ihtimali daha fazla. Mesela Şia’nın sahâbeye bakışında sakatlık vardır. Ehl-i sünnetin dışında ehl-i bid’at dediklerimiz sahâbeye bakışı problemli. Allah Resulü’ne bakışlarında da sakatlık olmuş oluyor böylece. Sahâbeyi holistik bir bütün olarak ele almayıp, sahâbenin kurucu nesil özelliğini ele almayıp onları parçacı, bazılarını kabul edip bazılarını kabul etmeme şeklinde ele almak, aslında ayağı kaydıran en önemli şeylerden birisidir. Kur’an’ı bize getiren, nakleden, aktaran nesil kimdir? Sahâbedir. Dolayısıyla o sahâbeyi o fonksiyonuyla ele almak ve aktarmak son derece önemli. Bugün de bizim için hâlâ çok önemli bir şey bu. O yüzden Necip Fazıl’da bu anlayışın çok belirgin olduğunu, sahâbeye bakışın çok belirgin olduğunu görüyoruz. Bugün de İslâm dünyasında sizin belki de okuduğunuz bazı kitaplarda da görüyoruz. Mesela şimdi karşımıza Şiî propagandaları çıkıyor, sahâbe düşmanlığına yönelik. Emevîler’i topyekûn düşman ilân eden bir anlayış var veya Emevi savunuculuğuyla Ehl-i beyt’i biraz ihmal eden yaklaşımlar karşımıza çıkıyor. Necip Fazıl’da bunu görmüyoruz. Merhum Necip Fazıl burada biraz daha dengeli bir bakış ortaya koyuyor. Dolayısıyla hakikaten önemli bir yöndür bu.
Şimdi ben bu kadarla yetinmek istiyorum. Diğer hadis meselelerine, hadis usulüne, hadis kitaplarına bakışı var tabii ki. Hadisleri epistemolojik bir temelde ele alması var ki bu da az önce vurgu yaptığım gibi bugün eksikliğini duyduğumuz bir şey.
Şunu kastediyorum arkadaşlar: Hadislerin senetleri, tarihi tabii ki önemli, onları bilmeden hadisleri anlamak zor, ama onlara takılıp kalmak kötü. Hadislerin bugün insanlığa mesajını nasıl ulaştırabiliriz? Bunun üzerinde daha ziyade kafa yormamız lâzım. Bu yüzden de Necip Fazıl'ın önemi de burada ortaya çıkıyor. Hadisleri farklı toplum kesimlerine, o epistemolojisini, o anlamını, manasını ulaştırmada kafa yormuş ve onları güzel bir estetik üslupla aktarmaya çalışmış. Bizim de bu manada bugün bu hadisleri insanlara, topluma ulaştırmada daha farklı yöntemleri kullanmamız gerekiyor. Bunun gayreti içerisinde olmamız lâzım. Bunun için de hadisleri, mirasımızı, geleneğimizi, ilimlerimizi bütüncül bir şekilde bileceğiz. Elbette bu yetmez. Konteks dediğimiz, bugün içinde yaşadığımız çağı çok iyi bileceğiz. Bunun için de âlim tanımı da değişmiştir aslında. Âlim klasiği çok iyi bilen insan değil, aynı zamanda vakıayı, içinde yaşadığı toplumu, onların değer yargılarını bilen, dünyayı bilen insandır, bu ikisini cem eden insandır. Sizlerin de inşallah böyle kişiler olarak yetişmenizi temenni ederek Necip Fazıl’dan bu anlamda ilhamlar alabileceğimizi düşünüyorum. Son olarak bitirmeden önce sizlere Necip Fazıl’ın hadisleri nasıl bir edebî bir şekilde dilimize aktardığını göstermek istiyorum. Şöyle manzum olarak çevirdiği bir iki hadis var, dikkatimi de çekmişti. Mesela şöyle diyor:
-Her güzel daha güzele yaver,-
Allah güzeldir güzeli sever.
Böyle bir hadis tercümesi de var:
-Güzel yüzlülerden devşir çiçeği,-
Güzel yüzlülerden iste gerçeği.
Başka bir misâl, iki hadisi şöyle tercüme etmiş:
Affediniz, affedilirsiniz,
-Yoksa rahmetten kesilirsiniz.-
-Bağlan sözüne candan,-
Ahde vefa imandan.
Bakın ne kadar hatırda kalıcı şeyler değil mi? Bu tür şeyler tercümede çok önemli. Mesela iki tane daha örnek vereyim:
O yüz her hattı tevhid kaleminden bir satır,
O yüz ki göz deyince Allah’ı hatırlatır…
Yani görüldüğünde Allah’ı hatırlatan kişiler vardır yani yüzler o manada.
Şu hadiste toplanmış tüm hikmet ve gerçek,
Hesaba çekilmeden kendini hesaba çek.
Müthiş gerçekten. Hakikaten çok tavsiye ederim. Sizlere de özellikle Nur Harmanı gibi belli hadisleri topladığı eserleri de var. Özellikle bir ilahiyat, İslâmî İlimler talebesinin okuması gereken eserler.
Sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
NECİP FAZIL’IN ESERLERİNDE KELÂM
Prof. Dr. Halil İbrahim Bulut
Necip Fazıl’ın eserlerinde kelâm bahsini böylesi bir panelde anlatmaya Kâzım Bey (Albayrak) vesile oldu. Necip Fazıl’ın kelâm lerindeki mevzulara bakarken onu bir miktar tanıma imkânı buldum ve eserlerini okuma fırsatım oldu. Gençlik yıllarımızda Necip Fazıl denildiğinde aklımıza ilk olarak Çile ve Çöle İnen Nur eserleri gelirdi. Birkaç tane eseri çok yaygındı, onları biliyorduk. Fakat biraz işin içine girince tafsilatı çok geniş olan, temel İslâmî ilimlerin hemen her konusunda bir şeyler yazdığını gördüm. Biyografik anlamda bizim temel şahsiyetlerimizi anlatan biri var karşımızda. Bunu gördüm ve kendimi bu açıdan şanslı hissediyorum. Bu panelin böyle bir faydası oldu, size de inşallah katkısı olur.
Şimdi arkadaşlar benim başlığım “Necip Fazıl’ın Eserlerinde Kelâm”. Bu panelde İslâm mezheplerini ya da fırkalaşmayı anlatacağım. Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” isimli eserini getirdim yanımda. Necip Fazıl’ın Ehl-i sünnet anlayışını, diğer mezhepleri nereye konumlandırdığını, bunlara dair tutum ve tavrının nasıl olduğunu aktaracağım. Girişte öncelikle onun bilgi kuramına(teori) yer vermek istiyorum. Necip Fazıl, meseleleri irdelerken bir sistematiği var mı? Metodolojisi var mı? Ona dair bir kısa girişten sonra, İslâmî fırkalar özelinde Hâricîlik ve Şiîlik üzerinde durmaya çalışacağım.
Şimdi birinci soru şu: Necip Fazıl’ın beslendiği kaynak nedir? Necip Fazıl’a bir İslâm âlimi diyebilir miyiz? Onu tanımlarken acaba kullanacağımız kelime bir fikir adamı veya iyi bir şair mi? Elbette bunları söyleriz ama bir “İslâm âlimi” diyebilmemiz için bir geleneğinin olması lâzım. “Bir medrese geleneği var mı, bir eğitim aldığı kurum, hocalar silsilesi, ilim tedrisinden geçtiği meşhur âlimler var mı?” sorularını sorduğumuzda burada Abdülhakîm Arvâsî öne çıkıyor. O da mâlumunuz tasavvuf geleneğinin çok değerli bir şahsiyeti. Necip Fazıl’ın onunla dinî ilimler hususunda bağlantı kurduğunu biliyoruz. Kendi hayatını anlatırken de otuzlu yaşlarına kadar aslında lâdinî diyebileceğimiz bir hayat yaşamış, sonrasında Arvâsî ile birlikte bizim dünyamıza kapı aralamış ve onun vesilesiyle de karşımızda dinî hassasiyetiyle, meselelere hâkimiyetiyle bir Necip Fazıl çıkıyor. Dolayısıyla “Arvâsî kimdir?” sorusuyla konuya girmek istiyorum. Şimdi Necip Fazıl’ın düşünce dünyasını, zihin dünyasını şekillendiren şahıs olması sebebiyle Arvâsî’ye ve özellikle Nakşî-Halidî geleneğe bu anlamda vurgu yapmamız lâzım.
Abdülhakîm Arvâsî, onun şeyhi Fehim Arvâsî, onun şeyhi Tâhâ Arvâsî ve oradan da Hâlid Bağdâdî’ye kadar gidiyor silsile. Bu damar için İmâm-ı Rabbânî’nin Anadolu’daki kolu diyebiliyoruz. Şimdi niçin tasavvufa vurgu yapıyorum? Çünkü, Nakşî-Halidî damarın bir yemek yeme yani bir üslubu var. Bütün Nakşî gruplar Türkiye’deki bugün çok yaygın olan cemaatlerimizin Nakşî-Hâlidî olduğunun altını çizelim. Türkiye’de bugün 8-10 tanesi etkin. Dolayısıyla bir dünya görüşleri var, önceden kabullendikleri esasları var. Öncelikle şunu söyleyebilirim: Bütün Nakşî gruplarda sahâbe sevgisi üst noktadadır. Çok belirgin bir şekilde sahâbeye sahip çıkma, onları el üstünde tutma vardır. Bu aslında Ehl-i sünnetin ortak tutumudur. Bir diğer husus ise Şiî karşıtlığı vardır. Asıl onu biz İmâm-ı Rabbânî, sonrasında Hâlid Bağdâdî damarında çok net görürüz. Şia karşıtlığı ve Şia’ya ciddi bir eleştiri vardır. Ayrıca Nakşî-Hâlidî damarda çok ciddi bir Osmanlı sempatizanlığı ve muhabbeti vardır. Öyle ki bütün Nakşî gruplarda Osmanlı padişahları evliyadan kabul edilir. Her birinin kerametleri anlatılır. Böyle bir kabulleri var. Ayrıca tasavvufî anlayışta aşırılığa düşmemişlerdir. Olabildiğince şeriat çerçevesinde bir tasavvuf kabulleri vardır. Bir diğer önemli husus belki de din-siyaset ilişkisi bağlamında üzerinde hassaten durmamız gereken bir husus: Şeriatı hâkim kılmak için iktidarı ele geçirme, iktidarla birlikte yol alma anlayışı mevcut. Şimdi tabii bunların her birini açmaya çalıştığınızda karşınıza çok geniş bir anlatım alanı çıkar ama Nakşîliğin özellikle Hâlidî damarın, dolayısıyla onun bir mensubu olan Arvâsî ve onun müridi olan Necip Fazıl’ı bir nebze anlayabilmek için bu saydığım 4-5 hususu biraz dikkate almamız lâzım. Onun eserlerinde, başta sahâbe sevgisi ve muhabbeti olmak üzere tafsilatının neredeyse tamamında bu saydığım hususlar ete kemiğe bürünmüştür.
Necip Fazıl’ın yöntemine geldiğimizde, onun eserlerinde akademik bir bilgi verme kaygısı yoktur. Bugün akademik anlamda neden, niçin, nasıl gibi sorular var ama, bu soruları cevaplandırmak gibi bir hedefi yok Necip Fazıl’ın. Onun asıl amacı muhatap kitlesine kendi düşüncelerini, Ehl-i sünnet anlayışını en iyi şekilde verebilmek. Verirken de vurucu cümlelerle, karşı tarafta ciddi manada bir etki oluşturacak üslupla, yöntemle yapmaya çalışıyor. Bizim akademide düşündüğümüz, gördüğümüz şekilde bir bilgi verme kaygısının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Müellif hemen hiçbir eserinde akademik anlamda bir alıntı yapmamıştır. Dipnotlu bir yazma alışkanlığı yoktur. Belki yazdığı dönemde böyledir, ama mesela Ahmet Cevdet Paşa’dan alıntılar yapar, İmâm Gazâlî’den alıntılar yapar, yeri geldiğinde diğer âlimlere atıfta bulunur, ama sadece ismen bunu zikreder. Mesela “Yaptığı alıntı Ahmet Cevdet Paşa’nın ilgili eserinin hangi sayfasındadır?” deseniz onu sizin arayıp bulmanız gerekir. Kaynak gösterme gibi bir amacı yoktur. Burada Kısakürek’in metodunu anlama açısından Doğru Yolun Sapık Kolları eserinin “Umumi Manzara” başlığından şu alıntıyı aktarmak istiyorum. “Bizim bu eserimizde muradımız, sapık kolların (objektif) tarihçi metoduyla inceden inceye elenmesi olmadığı; asıl gayemiz, İslâm’ı, bugünkü insanlık şartlarına karşı artık arınma çağı ihtiyacının zirvesine varmış görmekten gelen bir (sentez) işi olduğu için fazla tafsilata girmiyor ve sapıklıkları topyekûn ve öz olarak resmedip misal ve malzeme teşkil edeceği mikyasta tablolaştırıyoruz.” Dolayısıyla kendi metodunu da aktarmak istiyor.
Verdiği mâlumatları, bilgileri sorgulayarak, akademik açıdan elekten geçirerek vermek gibi derdi olmadığını vurgulamak için bir örnek vereyim. Hâricîlik mevzuunda Hazreti Ali’yi anlatıyor. Hazreti Ali’ye karşı oluşların sebebini irdelediği bir yerde niçin Ali’ye karşı Hâricîlerin mücadele ettiğini sosyal, siyasî, ekonomik sebeplerine girmiyor. Sadece o dönemde var olan bir esas üzerinden bunu irdelediğini görürüz. Bazen genel kabul görmüş bilgileri alır, aynen aktardığını görürüz. Mesela bir yerde “Hasan Sabbah, Nizâmülmülk, Ömer Hayyam... Bunların üçü arkadaştılar, aynı medresede eğitim gördüler, aynı rahle-i tedristen geçtiler.” der. Bartod’dan veya Batılı yazarlardan gördüğümüz bu bilgiyi sorgulamadan alıp eserlerinde kullandığını görürüz. Halbuki bu üç şahsiyetin doğum tarihleri, yaşantıları arasında ciddi farklar ya da tarihî süreç farklarının olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun anlatma niyeti ve tarzı asıl meseleye yönelik olduğundan dolayı bu bilgilerin gerçekliğini irdeleme ihtiyacı hissetmemiştir.
Yine bilgi kuramı bağlamında, kabullendiği doğruları en etkili şekilde muhatap kitlesine ulaştırmaya çalışır. Bu bağlamda mesela İbn-i Sebe hadisesini hemen her vesileyle dillendirir. Bir bakıma Müslümanlar arasında ortaya çıkan olumsuzlukları hep bu Yahudi faktörüyle irdeler, İbn-i Sebe’nin fitneleriyle izah eder. Sahâbeyi sorgulanamaz bir cemaat olarak düşündüğünden dolayı bir olumsuzluk varsa, bir çatışma varsa, bunun sahâbenin dışında birileri yapmıştır, o da işte Yahudilerdir, İbn-i Sebe’dir şeklindeki o mâlum Ehl-i sünnet anlayışını güçlü bir şekilde müdafaa ettiğini, dillendirdiğini görürüz. Mesela İbn-i Sebe ile alâkalı bir yerde, İbn-i Sebe ile alâkalı rivâyetleri aldıktan sonra, “Bu rivayet İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin tasdikinde olduğuna göre vâkidir” der. İbn-i Sebe hadiselerini İmâm-ı Rabbânî Mektubât’ına almıştır, o bunları nakletmiştir, öyleyse bunun üzerinde konuşmaya hiç gerek yoktur. “İbn-i Sebe vak’ası, şahsiyeti, tarihi etkinliği, Müslümanlar arasında fitne zuhuruna vesile oldu, bu gerçektir” der. Gerekçesi nedir? “İmâm-ı Rabbânî madem bunun kitabını aldı, bu vakidir” der. Onun bilgi kuramını bir nebze anlayalım diye bunları söylemiş olayım.
Necip Fazıl bazen genel kabulüne uymayan hususlarda eleştiri dile getirir. Yine İbn-i Sebe’nin “Ali aslında Tanrı’nın kendisine hulul ettiği şahsiyettir, Tanrı’nın bir parçasıdır” şeklindeki görüşünü dillendirdiğinde, Necip Fazıl, bu rivayet için der ki, “Ali’nin onu ‘yakın, öldürün’ şeklindeki cezalandırma tarzı aslında uydurmadır. Çünkü Hazreti Ali, şeriatın kabul etmeyeceği bir cezalandırmayı söylemez. Ama rivayette böyle bir şey varsa bu asla kabul edilmez, bunun mevzû(uydurma) olduğunu söylemek lâzım.” Yani rivayetin hepsini değil de sahâbe algısına uymayan kısmını eleştirdiğini görmekteyiz. Bu benim biraz garibime gitmişti, bunun altını çizmiş olayım.
Öte taraftan İslâmî ilimlerle, özellikle bu gibi hususlarda çalışmak İslâmî kesimde boş iş gibi gözükebilir. Fakat Necip Fazıl, “Sapık kolların neler olduğunu bilmemiz lâzım, asıl doğrunun kıymetini bilebilmek için” der. Önemli bir ölçüdür bu. Ehl-i sünnetin önemini, kıymetini, faziletini takdir edebilmek için nelerin yanlış olduğunu görmemiz, bunları çalışmamız lâzım. Dolayısıyla kendisinin sapık kollar dediği, Ehl-i sünnet dışındaki yapıların araştırılmasının, irdelenmesinin, incelenmesinin bir gerekliliği var. Bunun da bir başlık olduğunu kendisi de ifade ediyor.
Yine bilgi kuramıyla, meselelere bakışıyla alâkalı önemli bir başlık olduğu için burada irdeliyorum. Herhalde hocamız da fıkhî görüşleri bağlamında değinecektir. İçtihada bakışı, onun zihniyet dünyasını ele veren bir husustur. Önce içtihadın ne olduğunu bize anlatır Necip Fazıl. Mâlumunuz çeşitli istinbat metotları kullanılarak hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşma metoduna biz içtihat diyoruz. Necip Fazıl’a içtihatla alâkalı, “Devrimizde içtihat kapısı kapalı mıdır, açık mıdır?” diye soruluyor. Eserinden aynen alıntı yapıyorum: “Devrimizde ve her devirde içtihat kapısı ardına kadar açıktır.” Bunu görünce “müthiş” dedim. Devamında diyor ki, “Nebi ve Resul gelmeyeceği mutlak… Fakat müçtehit gelmeyeceğine ait hiçbir hüküm mevcut değil. Şu kadar ki imkân âleminde serbest bırakılan bu nokta o âlemin istediği şartlar bakımından imkânsıza döndürülmüştür. Nebi ve Resul gelmesine muhal, yeni müçtehitler gelmesine de imkânsız demek doğru olur.”
Dolayısıyla Necip Fazıl hem burada hem de diğer yerlerde içtihat kapısının kapalı olduğunu, bu dönemde yeni bir müçtehidin gelmeyeceğini ısrarla anlatır. Bir örnek de verir ve (meâlen) der ki, “Sahâbe döneminde ilk üç nesilde Müslüman âlimler içtihat ettiler. Onları Arap atlarına benzetebilirsiniz. Arap atları gerektiğinde iki metreyi atlayabiliyorlar. Fakat o Arap atları o dönemde kaldı. Bu dönemdekiler olsa olsa atlı karıncadır.” Yani atlı karıncaya iki metre atlatamazsınız siz. Onun atlayabileceği şey çok sınırlıdır bu anlamda. Böyle bir örnek veriyor ve içtihat kapısının kapalı olduğunu söylüyor. Aslında bu sadece Necip Fazıl’a özgü bir şey değil. Eğer Türkiye’de İslâmcı düşünce tarihini takip edersek, 60’lı 70’li yılların belki de 80’lerin ortasına kadar içtihatla alâkalı tartışmaların ayyuka çıktığını görürsünüz. İlahiyat kesiminden birileri aslında “içtihat kapısı açıktır” gibi bir kısım açıklamalar yaparken, bizim gelenekçi damarın, -buna Necip Fazıl’ı da eklemek lâzım- içtihat kapısının kapalı olduğunu, Arvâsî damarının dillendirdiğini biliyoruz.
Şimdi Necip Fazıl’ın eserlerini okuduğumda gördüğüm en temel husus şu: Çok ciddi bir sahâbe sevgisi var. Aslında sahâbeye biçtiği rol onun diğer görüşlerini de şekillendiren bir durum. Burada da sahâbe algısına ters düşecek her bir şeyi bir şekilde yorumlayıp izah ettiğini görüyoruz. Bence en merkeze aldığı husus Ehl-i sünnetin de duyarlılığı olan bu sahâbe algısı olduğunun altını çizmiş olalım. O, erken dönemde vuku bulan hadiseleri iki şekilde izah eder. Ya sahâbenin içtihadındaki farklılıktır, aslında hata, kusur değildir. Bu ancak sahâbenin içtihadındaki farklılıktan kaynaklanır. Dolayısıyla “Sahâbe bir konuda içtihad ettiğinde isabet ederse iki sevap vardır. İsabet etmezse bir sevap vardır” der. Yani her hâlükârda kazanırlar anlamında bunu dillendirir. İkinci izahta ise sahâbe hata, kusur etmediğine göre bir kısım olumsuz fiiller de ortada varsa bunun bir müsebbibinin olması lâzım. Orada da Yahudi’yi, İbni Sebe’yi gösterir. Bunun üzerinden bir İslâm tarihi kurgusu yaptığını görürüz. Cemel ve Sıffın vakaları, Necip Fazıl’a göre sahâbenin bir içtihat farklılığıdır. Aslında ona göre Cemel’de ve Sıffın’da bir ayrışma, gruplaşma olmamıştır. Bir şekilde bunu tevil ettiğini görmekteyiz. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Hz. Ali biat alır ve ümmetin dördüncü halifesi olarak yoluna devam eder. Medine’de kendisine biat edenler arasında Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Aşere-i Mübeşşere’den olan şahsiyetler vardır. Fakat gelişen olaylar sonrasında Talha ve Zübeyr, Ali’den izin alarak Mekke’ye giderler ve Mekke’de yeni bir oluşumun parçası olurlar. Lider Hz. Aişe’dir. Ve Basra’ya doğru yola çıkacaklardır. İslâm tarihi kaynaklarında Talha ve Zübeyr’in Ali’ye verdikleri biattan dönmeleri anlatılırken, “can korkusu sebebiyle o biatı verdik” şeklinde açıklamalar da vardır. Ama Necip Fazıl bunu doğru bulmaz. Can korkusu sebebiyle biatından dönecek bir sahâbe algısını yadırgar. Ve der ki “Hayır bu rivayetler doğru değildir. Sahâbeye böyle bir şeyi atfedemezsiniz. Talha ve Zübeyr vakti zamanında Hazreti Ali’nin yanında olmayı gerekli olduğuna içtihat etmişlerdir. Ama bir müddet sonra yine yeni bir içtihatta farklı bir noktaya varmışlardır şeklinde izah etmek gerekir” diyerek sahâbeye halel gelecek her bir şeyden kaçındığını ve bunları anlatırken de gayet edebî bir şekilde meseleyi izah ettiğini görürsünüz.
Bence Necip Fazıl’ın hem kelâmî sahada hem de İslâm mezhepleri ve fırkalaşmalar konusunda ortaya koyduğu usûl, metot ve birleştirici olması çok önemlidir. Sünnet dediğimiz ana gövdenin duyarlılığını, hissiyatını dikkate alması çok önemlidir. Onun üzerinden bir anlatı gerçekleştirmiştir. Mutlaka Çöle İnen Nur’u, Hazreti Ali eserini okumak lâzımdır. Hepsinden daha önemlisi bu sahayla alâkalı olması bakımından Doğru Yolun Sapık Kolları adlı eser çok şey ifade ediyor.
Hepinize saygılarımı, muhabbetlerimi arz ediyorum.
NECİP FAZIL’IN ESERLERİNDE FIKIH
Dr. Ahmet Saban
Bu panelde Üstad Necip Fazıl’ın fıkhî yönünü anlatmaya çalışacağız. Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Kâzım Albayrak kardeşimiz Üstad’ın fıkıh yönünü anlatmamı teklif etti. Necip Fazıl’ın fıkıh yönünü anlatmak bana teklif edildiğinde ben ilkten taaccüp ettim. Hocalarım da bunu dile getirdiler. Bizim çocukluğumuz, Necip Fazıl’ın şiirleriyle geçti, eyvallah. Necip Fazıl’la büyüdük. Ama Necip Fazıl kim, fıkıh kim? Benim aklıma böyle geldi. Fıkıh dediğiniz bir ilim yani bunun için bir kere behre lâzım, geçmiş lâzım, bunun için ilk başta taaccüp ettim. Dedim ya, eserlerinde biz fıkıhla ilgili bir şey bulabilecek miyiz? Elde bir done lâzım, veri lâzım. Üstad’ın ilgili kitapları derhal bana verildi. Kütüphanemizde bazı kitapları da vardı. Çöle İnen Nur vs. Fakat o aldığım kitaplar arasında bir tanesi var ki, İman ve İslâm Atlası diye. O kitabını incelerken şunu gördüm ki bu taaccüp yerinde değilmiş dedim. Şimdi o kitaptan kısaca mevzuyu size aktarmaya çalışacağım. Üstad bu kitabı ilmihâl olarak niteliyor. Hatta bununla ilgili de bir şiirde şöyle demiş.
Yandı kitap dağlarım, ne garip bir hâl oldu!
Sonunda bana kalan, yalnız ilmihâl oldu!
Yani bütün kitapların hepsi bir kenara bu eser bir kenara. Bana kalan bu, bir nevi sanki âhiret hazinesi olacak, sadaka-i cariye olacak. O düşüncede mi söyledi bilmiyorum, fakat ilmihâl olarak niteliyor kendisi. Gerçekten de kitap tam bir ilmihâl midir? Belki günümüzdeki ilmihâlle yan yana getirildiğinde aynı olmayabilir. Ama ilmihâl diye baktığınız için de itikad, temizlik, teyemmüm, namaz, zekât, oruç, hac, nikâh, nafaka bölümlerini güzel bir şekilde ele almış. Dolayısıyla bir ilmihâl de denebilir. Üstad bunu da anlatırken aslında bu kitabı hayatının son devrelerinde 1981’de yazmış. “İlk olarak 1960 yılında Topbaşı Cezaevi'nde içime geldi ve böyle bir kitap yazma ve uzun okumalar yaptım. Hapiste olduğum o iki yıla yakın zamanda da bu kitabın okumalarını yaptım” diyor meâlen. Ve nihayet 1981 yılı geldiğinde artık hayatımızın sonuna doğru yaklaşıyoruz düşüncesiyle o kitabını sayfaya yerleştiriyor. Hatta gece gündüz kendisini eve hapsederek bu eseri meydana getirmiş.
Necip Fazıl’ın fıkıh yönü nasıldır? Kitabın girişinde itikad bölümü var. Hocalarımız da onlara değindi. Ben direkt 39. sayfadan Emirler ve Yasaklar bahsiyle başlıyorum. Kitap, sünnet, icma, kıyas diye meseleye girmiş. İslâm hukukunda temel bir kural vardır. Eşyada asıl olan mübah olmasıdır. “Bir şey niye helâldir” diye sorulmaz. Bir şeyin helâl olduğunu soramazsınız. “Bir şey neden haramdır” diye sorulur. İslâm hukukunun temel esası budur. Çünkü her şeyde asıl olan o şeyin helâl olmasıdır, haramlık esas değildir. Bir şeye haram diyebilmek için ne lâzımdır? Delil lâzımdır. Delilsiz bir şeye haram diyemezsiniz. O da buradan yola çıkarak kavramları açıklamaya başlıyor. Ve usul-i fıkıh meseleleri işliyor. Daha sonra ahkâm-ı şer’iyyeye değiniyor. “Emirler esasda farz, vacip, sünnet olarak üçe, yasaklar da haram, mekruh ve şüpheli namlarıyla yine üçe irca edilebilir” diyor. Edille-i şer’iyye ile ilgili açıklamalar yapıyor. Burada bir nokta benim dikkatimi çekti. Biliyorsunuz kitaplarda edille-i şer’iyye ile başlanır daha sonra ahkâm-ı şer’iyye bölümlerine geçilir. Burada hüküm anlatılır. Hükmün kısımları anlatılır. İşte burada Necip Fazıl teklifî hükmün kısımlarını sayıyor. Yani farzdır, vaciptir, mübahtır, haramdır, mekruhtur diye... Biz genelinde bu ahkam-ı şer’iyyeyi, teklifî hükümleri sıralarken bu kitapta daha önce hiçbir fıkıh eserinde görmediğim bir ifade geçiyor; “şüpheli” kavramı, “şüpheliyi” de oraya koymuş. Hadislerde de şüpheli şeylerden kaçınmanın takva olduğu söylenir. Ama ahkâm-ı şer’iyye içerisinde şüpheli diye bir kavram genel olarak usûl kitaplarında kullanılmamaktadır. Kısakürek böyle bir şey koymuş. Mutlaka bunu bir yerden görmüştür, ki zaten kaynaklarını da verirken ben orada da takip ettim. Tahtavî, Halebî, İbn-i Abidin, Kudurî, Dürrü’lmuhtar, Mülteka, Behçe, Feteva-yi Hindiyye, Nimetül’l-İslâm diye nicelerini sıralamış. Bu kitabı yazarken bu kaynaklara inmiş Üstad. Tabii ki şunu da hocamız az önce vurguladı. Necip Fazıl bir din âlimi midir? Ben de geçmişine baktım. Evvelden de hayatını okuduğumuzda bir medrese kökeni, ilahiyat kökeni olan bir zat değil. Şimdi şu kitaplara ulaşması da muhtemelen belki tercüme yollarıyla ulaştığı kaynaklarda görerek bunları vurgulamıştır. Bunu da bir yerde görüp, bu kavramı buraya eklemiş olabilir.
Biz bir konuda ittifak ettik hocalarımızla. Üstad neyi ifade ettiyse müthiş derecede ifade etmiş. Bakın burada her iki hocam da dikkatimi çekti, notumu aldım. Yani kelâmî konuları da anlatırken, hadisle ilgili konuları da anlatırken müthiş bir üslup kullanmış. Evet, akademik dili yok, zaten akademisyen de değil, öyle olduğunu da iddia etmiyor. Ama naçizane benim fikrim, Üstad’da ne akademik, ne avamî, ne de eskiden beri süregelen ilmihâl kitaplarında, çevirilerde, tercümelerde olmayan yeni bir dil var. Şuradan bir aktarım yapmak istiyorum. Üstad ahkâm-ı şer'iyyeyi anlatırken farzı ele almış. Mesela kitaplarda farzı anlatırken nasıl anlatırız? Genel manasıyla “Kat’î delille sabit olan bağlayıcı hükümlerdir ve münkiri de kâfir olur” deriz. Neredeyse tüm kitaplarda aynı tanım yapılır. Özellikle bizim Hanefî literatüründe, Hanefî mezhebinde böyle bir benzerlik vardır. Hangi kitabı açarsanız açın, hepsi birbirine benzerlik arz eder. Hatta çok değerli hocalarımızdan duyduğumuz bir şey var: Hanefî mezhebinde bir metni, bir temel kaynağı güzel şekilde okursanız bütün Hanefî kitaplarını okursunuz. Hepsi birbirine benzerlik arz eder. Bakınız Üstad farzı nasıl tanımlamış: “Farz, ilahî emirle mutlaka yerine getirilmesi şart, hiçbir indirme ve bindirme kabul etmez, eğilmez ve bükülmez ölçüler.” Gerçekten de böyle. Öğle namazının farzını ele alalım. Dört rekattır, ne üç rekata indirebilirsiniz ne de beş rekata çıkartabilirsiniz. İndirme, bindirme kabul etmez. Eğilmez ve bükülmez ölçüler, değişmez ölçüler. Kat’î delille sabit olduğu için. “Vacip, farza yakın kıymette olanlar… Sünnet ibadette ve âdette Resulü örnek alıcı hareket kıstasları” demiş. Müthiş derecede hayranlık duydum. Zaten Necip Fazıl bu konuda tartışılmaz. Şairlerin sultanıdır, ama burada da ben şahsım adına söylüyorum, Necip Fazıl’ın bu ifadelerinden de özellikle sizin gibi gelecek vaat eden nesillerin istifade edip ifadelerimizi böyle daha zengin, daha güzel, daha akıcı şekle getirmeliyiz diye düşünüyorum.
Burada dikkatimi çeken bir şey de şu oldu. Kitabın birçok yerinde çok şema kullanmış Üstad. Şematik anlatım yapmış. Bu akademide de gayet sık kullanılır.
Ondan sonra gelelim en önemli noktaya. Üstad’da itidal hâkim. Üstad kesinlikle olayı abartmıyor. Ne ifrata götürüyor ne tefride götürüyor. Burada Üstad’dan şunu aktarmak istiyorum: “Bid’at ithamcılarının yanı başında, tam mânasiyle harâm bid’atler bonmarşesi işleten (reform)cular. Çorabın üstüne meshedilebileceği, göz dururken kamerî aybaşlarının hesapla tesbit olunabileceği, filan falan gibi iddialar yasak bid’atın ta kendisiyken, bisiklete şeytan arabası, matbaaya gâvur icadı fetvâsını kesmek, İslâm ruhunu kaybetmekten başka hiçbir şeye hizmet etmez.” Aynı şekilde bizim tarafta da ham yobaz kaba softa dediğimiz hurafeciler, dinî olduğu mecradan dışarı çıkartıp zorlaştıranlara da Üstad yine çizgi çekiyor. Böyle itidalli bir yaklaşımı var.
Önce içtihat kapısı sonuna kadar açıktır diyor. Ama daha sonra da böyle bir kimsenin olamayacağını, olmaması gerektiğini söylüyor. Yalnız ben şunu da anladım burada. Üstad tamamen de kapatmıyor ictihad kapısını, küçük bir boşluk bırakıyor: “‘Ezman ile ahkam’, yâni zamanla hükümlerin değişebileceği hayâli, sadece bazı fer’i ve zarurî tatbikat üzerindedir.” diyor. Böyle bir açık kapı bırakıyor aslında içtihada “Ve çürümez bir ağaç gibi dimdik ayakta duran esaslar manzumesine yapılabilecek hiçbir aşı yoktur.” diyor. Burada içtihat kapısını sonuna kadar olmasa da -aslında sonuna kadar kapatmış, müçtehit gelmeyecek diyor ve küçücük açık bırakmasının gerekçesini de ben şöyle anladım: “Günümüzün başlıca derdi, İslâmı kendisine uydurmak değil, ona pazarlıksız uymak ve sadece hakikatine nüfuz etmek olmalıdır. En büyük içtihad da bu olsa gerek… Yemekler değişir, ekmek değişmez.” demiş. Dolayısıyla bu işin basit bir iş olmadığını, gerçekten de bunda haklılık payı var. Bugün, günümüzde bakıyoruz içtihat ehliyetini haiz olmayan insanların çıkıp dinî meselelerde özellikle fıkhî konularda ahkam kesiyorlar. Ama bunu usul-i fıkıh penceresine koyduğunuz zaman, usul-i fıkıh penceresinden baktığınız zaman da, yüzyılların geleneğinden baktığınız zaman da az önce hocamız çok güzel bir konuya değindi. Yani ilim adamını, ilim adamı yapan şey usuldür. Böyle kimse kafasına göre kalkıp da “şu şöyledir, bu böyledir” diyemez. Buna zaten İslâm hukuku demişler. Burada her şeyin bir kuralı vardır; bir şey söylüyorsanız ispat edeceksiniz. Dolayısıyla ben de içtihadın böyle önüne geldiği şekliyle açılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ancak birçok güncel mesele vardır: Fıkhı da dondurup insanların zor duruma düşeceği bir şekle getirmek de fıkhın amacına aykırıdır. Çünkü fıkıh insanları daraltmak için yoktur. “İş daraldığı zaman da hüküm genişler”. İslâm hukukunun elastiki bir yapısı vardır. Ancak bu içtihadı yapanlar da yine bunları göz önünde bulundurmalı, usûlün dışına çıkmamalı diye düşünüyorum.
Yine burada tabaka-yı fukahâya değinmiş. Fıkıhta tabakalar vardır, şeriatta müçtehitler vardır. Mesela İmâm-ı Âzam, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Ahmet bin Hanbel şeriatta müçtehittirler, mezhep sahipleridir. Bir alt tabakaya inersek, mezhep içinde müçtehitler vardır. Sonra inersek, mezhep içinde müçtehit var. İşte “ehli tercih” var böyle böyle inersek olur. Tabaka en son mukallitlerle bitirir. Burada yine hayranlık duydum. Üstad bu tabaka-yı fukahâya değinmiş. İçeriği açısından çok önemli konular ve herkesin de böyle kolay kolay girebileceği meseleler değil. Üstad büyük bir cesaretle girmiş ve şunu itiraf edeyim, ben hiç yalpaladığını görmedim. Mesela burada itikad konusu var, ben şahsım adına itikad konusuyla ilgili bir şey demem. Burada hadis konusunda ilgili bir şey varsa hocama bırakırım, bunun sözü cesaret ister çünkü. Ama Üstad gerek fıkıh gerek hadis gerek diğer konulara girmiş ve hiç yalpalamamış. Bilginin ötesine de geçmiş. Bakın nasıl ifade etmiş tabaka-yı fukahâyı: “Lokomotif İmâm-ı Âzam Ebû Hanife.” Ebû Hanîfe’ye lokomotif demiş. Trene benzetiyor: “Vagon bir mevki. Aynı içtihat içindeyken bazı noktalarda ayrı görüş sahipleri.” diyor. Müçtehit bir mezhebi işlemiş. Vagon iki, vagon üç, vagon dört, vagon beş…. Vagonları sıralamış. Bu müthiş bir sanat.
Üstad, mesela namazı anlatıyor. Namazda biliyorsunuz setri avret denen bir farz var. Namazın farzları sayılırken içindekiler, dışındakiler anlatırken setri avret diyoruz. Burada “Örtü” diyerek bahse girmiş. Konu namaz, setri avret, ama orada hikmet boyutuna müthiş derecede değinmiş. Çok kısa alıntıları nakledip, bitireceğim. “Hayvan bile pisliğini örterken… Kedi ve köpek bu işi ayaklarıyla görür, at ve eşek işeyeceği zaman ard ayaklarını açarken… Ve bunlar hemen göze çarpmaması gereken uzuvlarını kuyruk altlarında saklarken… Bir çeşit insanda bu fıtri ihtiyacı anlamamak ne oluyor?... Kur’an böylelerini “hayvandan aşağı” diye kaydeder.” diyor. Yani örtüyü her yönüyle anlatıyor, sadece namazda değil, onun hikmetlerini çok güzel misallerle açıklıyor. Ondan sonra psikolojiye giriyor. Benim branşım değil, ama burada çocuklara davranışı, çocukları böyle nefret ettirici şekilde değil, korkutucu, “Allah seni yakar, şöyle yapar, böyle yapar” değil. Gayet iyi bir üslupla ve yine serzenişleri var.
Üstad güncel meselelere de değinmiş. Biliyorsunuz güncel meseleler önemli bir yer tutmaktadır. İstediğiniz kadar klasik metinleri okuyun, klasik metinlere hâkim olun. Eğer ki gündemdeki soruları araştırmıyorsanız, insanlara çözüm üretemezsiniz. Üstadın fıkhî yönü diyoruz ya, güncel meseleleri bile ele alıp burada belli yorumlar yapmış. Mesela kürtaj meselesine, kutuplarda namaz meselesine, diş dolgusu meselesine değinmiş ve sigara meselesine değinmiş; son dönemde yaygınlaştığı için. Şimdi diş meselesinde Üstadın yaklaşımı... Burada diş dolgusunun Hanefî mezhebi açısından sakıncalı olduğunu vurgulamış. Hanefî mezhebinde biliyorsunuz, ağza su vermek, ağzı yıkamak farzdır. Dolayısıyla insan bedeninde suyun alta gitmesini engelleyecek, örneğin boya gibi veya oje gibi, deriye suyun ulaşmasını engelleyici şeyler olduğu zaman abdest olmaz. Buradan yaklaşarak dişte tabaka oluşturduğu için, bunun Hanefî mezhebine göre caiz olmaması gerektiğini vurgulamış, caiz olmadığını söylemiş ve Hanefîlerin bu konuda çıkış yolunun, Şâfiî mezhebini taklit etmesi olduğunu söylemiş. Şâfiî mezhebinde zaten sünnet olduğu için bunu söylemiş. Şimdi bu günümüzde doğru bir yaklaşım mı? Değil. Bugün güncel fetvalara baktığınız zaman da ulemanın neredeyse çoğunluğu, diş dolgusunun caiz olduğunu söyler. Ama Üstadın bu noktaya gelmesindeki etkenin Arvâsî Hazretleri kanalı olduğunu, o kanaldan beslendiğini düşünüyorum. Ve o dönemde bunu caiz görmeyenler vardı. Karadeniz’de belli bir dönem kaldım. Oranın uleması vardır Osmanlı’dan beri gelen. O muhibbanına dolguyu söktürmüş, dolgu caiz değil diye. Fakat artık günümüzde bunun fetvası verilmiş. Bu caizdir. Üstadın bunu yazmasındaki etkenin de bu olduğunu söylüyorum.
Kutuplarda namazın da 6 ay gündüz, 6 ay gece olduğu için namazın kalkmadığını, en yakın İslâm beldesine uyup belki Mekke’yi baz alıp da oranın vakitlerine göre namazın kılınması gerektiğini söylemiş ki bugün de güncel meselede verilen fetva budur. Yine kürtaja da şiddetle karşı çıkmış. Bunun bir cinayet olduğunu vurgulamış. Ben şahsen üzülerek söylüyorum, bazı hoca efendilerin kürtaja cevaz verdiklerini duymuştum bir zamanlar. Bugün güncel fetvalarda kürtaj cinayet olarak nitelenir. Annenin eğer ki hayatî tehlikesi yoksa hiçbir şekilde anne karnındaki çocuğa dokunulamaz. Evet son olarak da sigarayı Üstad, tabii bu yanlış anlaşılmasın, ne haram ne mekruh bunun mübah olduğunu söylemiş. Şimdi burada ben de Üstad'a, kesinlikle tavizci bir insan olmadığını hocalarımız da vurguladılar. Asla caiz olmayan bir şeye caiz diyecek bir yapıda değil. Kendisi o fiili işlemiş olsa da. Ancak eskiden şöyle bir algı vardı. Sigarayı bir dönem insanlar, nasıl bitkisel çay içiyoruz, bitkisel olduğu için şifa olduğunu düşünen bir zümre vardı. Ben büyüklerden de bunu duydum. Belki o algıyla yetişmiş, belki Doğuda medreseler vardır. Mele eğer meseleyi çözemediği zaman da “Evlat, ver oradan bir cigara” deyip, sigara yakıp o dersi, o zorluğu çözdü. Belki bunun etkisinde kalarak söylemiştir. Ama eminim ki Necip Fazıl Kısakürek zamanında da teknoloji, bilim bu kadar ilerleyip de sigaranın binlerce zararının olduğu ortaya konsaydı, Üstad da herhalde sigara haramdır derdi.
Hakkınızı helâl edin, çok değerli vakitlerinizi aldım. Hocalarıma da ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Aylık Baran Dergisi 28. Sayı, Haziran 2024