MÜBAREK RAMAZAN

Mübarek Ramazan ayı, nefs terbiyesi, tevbe ve istiğfar ile insanı baştan ayağa yenileyen, nefsi dizginleyen; Kur’an tilaveti, zikir ve oruçla gönülleri ihya eden müstesna bir zaman dilimidir. Bu ay, sadece ferdî bir ibadet zamanı değil, aynı zamanda ümmetin diriliş ve kardeşlik ruhunu pekiştirdiği bir fırsattır. Bu ay, Asr-ı Saadet’te sahabenin rehberliğinde şekillenen yardımlaşma, birlik, beraberlik ve adalet anlayışının tüm aylara da örnek olmasının adeta kapısıdır.

Lakin bugün, bu mana ve ruh, yerini şekilcilikle sınırlı bir ibadet anlayışına ve sathî geleneklerin gölgesinde kaybolmuş bir Ramazan’a bırakmaktadır. Günümüzde de buna özellikle medya, çeşitli kurum ve kuruluşlar zemin hazırlamakta, bu mübarek ayın ruhunu yozlaştırmakta, Ramazan’ı bağlamından koparmaya çalışmaktadır. Oysa hakiki müminler, bu mübarek ayda ibadetlerini yalnız şeklen değil, ruhen ve manen de derinleştirmeli; büyüklerin yoluna tâbi olarak safları sıklaştırmalı, ahlak ve eda ile örnek bir duruş sergilemelidir. Bu mübarek zaman, sadece ferdî bir ibadet değil, ümmetin yekvücut olduğu, kardeşliğin ve dayanışmanın en saf haliyle yaşandığı bir diriliş vesilesidir. Bu ay, rahmet ve cihad ayıdır; mücadele ruhunu diri tutmanın ayıdır.

Ramazan-ı Şerif, Rabbimizin rahmet ve mağfiretine erişmenin kapılarını açan, Kur’an’ın nazil olduğu mübarek bir zaman dilimidir. Oruç, yalnızca aç kalmaktan ibaret değildir; azaları günahtan korumak, kalbi Allah’a yöneltmek, zekât ve sadaka ile ihtiyaç sahiplerine el uzatmak da bu ayın temel vecibelerindendir. Resulullah Efendimiz, Ramazan’ın faziletini müjdelemiş, bu ayda cennet kapılarının açıldığını, cehennem kapılarının kapandığını haber vermiştir. 

Bu mübarek ay, gaflet deryasına dalmış müminlere bir ikaz, ruhlara şifa, kalplere bir inkılab fırsatıdır. Bizler de bu vesileyle Ramazan’ın güzelliklerine dair ruhlarda ufuk açması için hazırladığımız Ramazan sayfasını okuyucularımıza sunuyoruz:

ÜSTAD’IN KALEMİNDEN RAMAZAN

Ramazan...

Allah’ın, teslim olmuş kullarına, Müslümanlara ihsan ettiği rahmet ve gufran ayı... Şehrin elektrik takatini kaç milyar kilovata çıkarmalıydık ki, bu ayın şevkini ziyalandırabilelim.

Olmayacaktır.

Öksüz camilerin seyrek dişli ışıkları, gece kulüplerinin sırmalı reklamları önünde bir kere daha hicaba düşecektir.

Ne çıkar?

Ölgün ışıklarımızı büsbütün söndürsek de olur... Ramazanın nuru altında birbirimizi, fosforla sıvanmışcasına görebiliriz. Tek o göze malik olalım...

Gazeteler, bu ayın selâm ve haberini, kaç sütun üzerine ve hangi puntolarla vermeliydi ki, ondaki devleti şekillendirebilsin?..

Görülmeyecektir!

Arayanlar, onu, bir mektup zarfının en bakılmaz yeri olan postahane istampasının üzerindeki silik tarihe benzer bir noktada bulacaktır.

Aldırma!

Onun selâm ve haberini birbirimize bir sır fısıltısıyla bildirmekte de azamet var...

Bu dâvayı cüce çaplarının da altına düşüren belediyeye, içlerinde birer güneş, 1 milyar kandil; gazetelere de feza genişliğinde parşömen kâğıdı veremeyiz ama, mikyas budur!

Modern kabul salonlarının, bodrum katında bir deliğe tıkılmış veya tavan arasında bir köşeye atılmış yayları sökük bir koltuğu hatırlar gibi seyrettiği rahmet ve gufran ayını, gerçek Türk evinin temeli ve çatısı arasındaki biricik taht olarak selâmlarım.

(Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 4, Şubat 1962, s. 29-30)

TAVSİYE DİZİ

Hazret Ömer

Hazret Ömer (Farouk Omar), MBC1 ve Katar TV ortak yapımı, Hollywood kalitesinde efektler kullanılan, 53 milyon dolarlık dev bütçesiyle Arap televizyon tarihinin en büyük prodüksiyonlarından biridir. Hatem Ali’nin yönettiği ve BUF ekibinin özel efektlerini üstlendiği dizi, Fas’ta binlerce figüranla çekildi. 31 bölümlük bu tarihi yapım, 2012’de yayınlanmış ve birçok dile çevrilerek küresel izleyiciye ulaşmıştır.

Hikâye, Hz. Ömer’in Hac ziyaretiyle başlayıp çocukluğuna ve İslam’a giriş sürecine uzanır. Kureyş lideriyken Müslüman oluşu, cesareti ve adaletiyle Allah Resulü’nün en yakın dostlarından biri haline gelişi anlatılır. Mekke'nin Fethi, Peygamber Efendimiz’in vefatı, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği ve Hz. Ömer’in liderliği detaylı şekilde işlenir.

ORUÇ

Kafir - Bakın, ben namaza itiraz ettim ama, oruca hiçbir diyeceğim yok! Hatta onun bir faydasına kaniim!

Mümin - Biz, sizin gibilerin zemlerini asılsız bulduğu-muz kadar, medihlerini de esassız buluruz. Söyleyin bakalım, sizce neymiş orucun faydası?

Kafir - Sıhhati düzeltmesi... Bütün bir yıl abur cuburla dolmuş mideleri tasfiye etmesi...

Mümin - Gördünüz mü? Sizin oruçta kabul ettiğiniz bu fazilet, onun nâmütenahi değerlerinden belki en küçüğüdür. Halbuki siz bu noktayı, orucun yegâne meziyeti diye görüyorsunuz. İşte onun için sizin medihlerinize kıymet verilemez.

Kafir - Bu ne taassup yahu?

Mümin - Her sağlam ve tezatsız tavır, sizin gibilere taassup gibi gelir. Evet, biz sizin medihlerinizi de benimsemeyiz! Namaz için "iyi bir spordur" diyen niceleri var... Halbuki namazın vücuda verdiği bedenî terbiye kıymeti, onun faziletleri içinde, mülahazasına bile yer olmayan bir değer... Gâye sadece ibadet... Bu gâye etrafında, insanın, düşünmeden elde ettiği daha nice kazanç olabilir. Ama bu kazançlardan hiçbirinin, aslî gâye önünde ismi geçemez.

Kâfir - Orucun sıhhati düzelttiğini söylemek kabahat mi?

Mümin - Asla! Fakat aslî gâyeyi daima ibadet bildikten sonra... Orucun sıhhati düzelttiği o kadar aşikârdır ki, ana gâye yerine gelirken bu mesut neticeyi görmemek de mümkün değildir. Orucun başlıca fazileti, aslî gâye daima ibadet olmak şartiyle, nefs mücadelesi, nefsi yenmek, baskı altına almak borcu...

Kâfir - Sizi dinledikçe Müslümanlığın ne zor ve pahalı şey olduğuna dikkat ediyorum!

Mümin - Ben de sizi dinledikçe, küfrün ne kolay ve ne ucuz kazanıldığını görüyorum! Halbuki Müslümanlık, zor içinde en kolay, pahalılık içinde de bedava olan kurtuluş çaresidir.

VE ORUÇ

Kâfir - Haydi, orucun mânevî faziletine de inanalım! Fakat bir zamanlar olduğu gibi, alenen oruç yiyenleri suçlandıran bir cemiyet ölçüsüne taraftar olunabilir mi?

Mümin - Alenen namaz kılmamak diye bir şekil tasavvur edebilir miyiz? Edemeyiz! Zira namaz, ancak kılındığı zaman eda edildiği belli olan, yâni müspet icra şekli ile ancak icrası ânında meydana çıkan bir ibadet nev'idir. Oruçsa tamamiyle aksi... Oruç, tutuluşu ile değil, alenen yenilişi ile, menfi tarafından, bir riayetsizlik ânında belli olur. Onun içindir ki, bu riayetsizliği belli eden şahıs günahının üstünde bütün müminlere ve müminlerin bağlı olduğu esaslara karşı, istihkâr ve istihfaf tavrı takınmış olma vaziyetine geçer. Böyle bir vaziyette olmayı da, değil bir Müslüman, terbiyeli bir Yahudi, bir Hıristiyan, bir putperest, bir Allahsız bile kabil edemez. Gördünüz mü, şahıs hürriyeti ile başkalarının hakkına tecavüz etmemek arasındaki incecik hududu? Bu hakkı ve inceliği, yalnız bizim memleketin tersinden yobazlarına anlatamazsınız! Var mı bir cevabınız?

Kafir - Doğrusu, birdenbire cevap bulamıyorum! Ama öyle hissediyorum ki, oruç tutmadığı halde kendisini oruçlu göstermenin hali, onu gizlice yiyenin durumundan daha samimi olsa gerek...

Mümin - Oruç tutmayıp da kendisini oruçlu göstermek diye bir hal yoktur; sadece cinayetini ortaya dökmemek diye bir haya edası vardır. Zira oruçlu olduğunu göstermek zaten esasında mümkün değildir. Samimiyet dediğiniz de bu edanın idrakindedir. Öbürü samimilik gayretiyle düşülen katmerli riya tavrı...

Kafir - Kah, kah, kah! Olur şey değil yahu! Siz artık büsbütün sapıtıyorsunuz!

Mümin - Asıl sapıtan, cevaptan aciz kalandır! Allah'ın bilmediği, görmediği, zapt ve ihata etmediği şey yok... Böyle olunca bazı günahları, alenîlik plânına çıkarmamak, onları Allah'tan gizlemek mümkün olmadığına göre Allah'ın kullarına tahsis ettiği izhar plânından gizleme suretiyle yine Allah'a karşı bir hayâ ifade eder. Tasavvufta "Hakkın zahiri halk, hal-km bâtını Hak..." sözü, işte bu sırra işaret... Halkın suratına çarptıkları bir hadise, bâtın yoluyla yine Hakk'a gider, ve Hakk'ın zâhirine karşı insan bütün edep ölçülerini halka göre tayin eder. Yoksa halk, tek başına ve yalnız kendi mânasından ibaret olarak hiçbir zaman gâye değildir. Haktan utanmayan halktan da utanmaz. Bir insanda, bol bol günah yaptığı halde onu halktan saklamış olmak, saklamaya mecbur olmak ukdesi o kadar büyük bir ıstırap doğurur ki, nihayet ahlâk ve samimiyetlikten ibaret İslâm ruhu onda hiçbir günaha kudret bırakmaz. Yahut, günah yaptıkça utancından gözlerini topraktan ayıramaz. Yoksa, Hıristiyanlıktaki alenî günah itirafı, Müslümanlıkta, o günah üstüne ayrıca bir günah bindirir ve ayrıca, insanı, günahıyla böbürlenmiş olmak gibi en feci vaziyete düşürür. İşte, zaten kulun kula karşı takındığı bu pervasızlık tavrıdır ki, neticede Allah'a karşı isyan ve korkusuzluk ifadesi olur ya...

Yine mi anlamıyorsunuz?

Kâfir - İnsanı öyle içinden çıkılmaz vaziyetlere getiriyorsunuz ki, onda anlamaya yer bırakmıyorsunuz!

Mümin - Asıl siz kalbinizde imana yer bırakmadıkça anlamaya yer bırakmamış oluyorsunuz...

Necip Fazıl Kısakürek, Mümin-Kâfir, s. 27-28

TAVSİYE KİTAP

Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn

Şemsettin Sivasî Hazretleri’nin "Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn" isimli eseri, dört halife, Ehl-i Beyt ve sahabelerin faziletlerini anlatan menkıbelerden oluşuyor. Eser, 12 bölümde toplam 412 menkıbe içeriyor. Hz. Peygamber’in ümmeti ve sahabelerin erdemleri üzerine de birçok kıssa yer alıyor. Eski Türkçe’ye sadık kalınarak hazırlanan eserin en güzel yanı ise dilinin ağır olmasının yanısıra okuyucuyu rahatsız etmemesi ve anlaşılır olması... İslâm ahlâkını ve sahabe sevgisini pekiştiren bu önemli eserden birkaç pasajı siz okuyucularımızla paylaşıyoruz:

Elli İkinci Menâkıb: Ebû Bekrü's-Siddik Radiyallahu Anh hilâfetleri zamânında Medîne-i Münevvere'de gezerken bir evin kapısına erişdi. Nâgâh ol evin içerisinden bir ağlamak âvâzı işitdi ki bir avret şi'r okuyup gözünden yaş akıdır ve ol şi'rin mazmunu bu ki: Kıt'a:

Ey tal'at-ı tû be-hûbî ez-mâh füzûn
Pîş-i meh-tal'at-ı tû hurşîd zebûn
Z'ân pîş ki dâye ber-lebem şîr-nehed
Ber bâr-ı leb-i la'l-i tu mîhordem hûn

Bu şi'rin semâ'ı Hazret-i Ebî Bekr-i Sıddik'in mübarek gönüllerine te'sîr etdi. Dakk-ı bâb edip sahib-i hâne taşra çıkdı. Ondan su'âl buyurdular ki, âzâdlı mısın yâ rakîk misin? Eyitdi, rakîkim. Buyurdular ki, bu beyti kimin hevâsına okudun, bu giryeyi kimden ötürü etdin. Eyitdi, yâ halife-i Resûlullah, ol Ravza-i Münevvere hakkı içün benden geç. Buyurdular ki, bu makâmdan adım atmam, tâ gönlün sırrını duymayınca. Câriye bir ah-ı serdi derûn-ı dilden getirip Benî Hâşim civânlarından birisini zikr etdi. Sıddîk Hazretleri mescide vardı ve ol câriyenin hâcesin taleb etdi ve ol câriyeyi tamâm bahasıyla aldı ve âzâd edip nikâh ile ma'şûkuna verdi veya hibe etdi. Hazret-i Molla Câmî Baharistan'ında bu hikâyeyi rivâyet buyurmuşlar ve bu kıtayı münasebetle zikr etmişlerdir.

Dila be-şâhid-i kâmet ki çüft dâned sâht
Cüz ân ki ez-heme kâr-ı zamâne ferd âyed
Be-der-kâr ber âyed ve ger türâ ân nîst
Be-nâl tâ dil-i ehl-i dilî be-derd âyed

Altmış Birinci Menâkıb: Bir gün Ömer Radiyallâhu Ta'âlâ Anh, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri'nin ensesinde namaz kılardı. Ve Hazret-i Resûl Aleyhi's-Selâm Sûre-i Ve'n-nazi'ât okurdu, bu âyet-i kerîmeye erişdi ki "ene rabbükümü'l-a'lâ". Ya'nî Fir'avn dedi kavmine ben sizin ulu tanrınızım. Ömer Radiyallâhu Taʻâlâ Anh Hazretleri'nin gayret damarı harekete gelip mübarek bedeninden tüyleri câmeden taşra baş verip cevâbda buyurdular ki, "Velev küntü hâzıren le-darabtu unukahû". Ya'nî eğer ben onda hazır olaydım boynun vururdum. Çün namâzı edâ etdiler, Resûlullâh Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri buyurdu, yâ Ömer namazda tekellüm etdin, namazını kazâ et. Hemândem peyk-i Hazret ya'nî Cebra'il Aleyhi's-Selâm erişip, peygâm-ı Rabbü'l-âlemîni erişdirip buyurdu ki, yâ Muhammed Ömer'e söyleme ki namâzı kazâ et, biz ol namazı kabûl etdik ve ol namazı cümle ümmetin namazına beraber etdik ki biz merd-i gayûru ve merdânı severiz.

Elli Dördüncü Menâkıb: Emîrü'l-mü'minîn Ali Radiyallahu Ta'âlâ Anh buyurdu ki, Resûlullâh Sallallahu Ta'âlâ Aleyhi ve Sellem Hazretleri vasiyyet etdi ki, mübarek cism-i şerîflerini yumağa ben kıyâm gösterem ki her kim ol hazretin mübarek cesed-i şerîfine nazar etse fehm ve hıfzı ziyâde olur. Hatta emîrü'l-mü'minîn Alî Kerremallâhu Vecheh Hazretleri'nin sâ'irleri üzerine fehm ve hıfzı ziyâdeliğinden sordular, buyurdu ki çün Resûlullâh Sallallahu Ta'âlâ Aleyhi ve Sellem Hazretleri'ni yudum, mübarek gözünün hânesinde bir mikdâr sucağız kalmış, gördüm ol suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvet-i hâfıza ol ser-çeşmenin berekâtındandır. Şevahidü'n-Nübüvve'den ihrâc olunmuşdur.

İMAM-I RABBÂNÎ HAZRETLERİ'NDE RAMAZAN...

Ramazan ayı bütün hayr ve bereketleri toplamıştır. Her hayr ve bereket Allahtan gelir. Ramazan ayının hayr ve bereketleri de, Allahın zatî kemâlinin neticesidir ki, kelâm şanı, bütün bu kemâlleri cemeder. Kur’an, işte o cemedici şanın, tam husül buluşudur.

Mübarek Ramazan ayı için Kur’anın belirttiği mânalardan biri şöyledir: “Kur’an bütün kemâlleri, Ramazan ise bütün hayrları toplayıcıdır.” Hayrlar ise Kur’andaki kemâllerin netice ve semereleridir. İşte bu münasebettir ki; Kur’anın Ramazan ayında nuzulünü gerektirmiştir.

Ramazan ayının hulâsa ve zübdesi Kadir gecesidir. Adeta, Kadir gecesi, öz, Ramazan ise bu özün kabuğu.

Bu ayda vaktini cemiyetle geçirip Ramazan’ın hayr ve bereketlerinden faydalananlar, bütün seneyi cemiyetle geçirir ve bütün sene içinde hayır ve bereket elde ederler.

Saadetin tek düsturu, O’na, Peygamberler Peygamberine her işde bağlanmaktır.

(Cilt 1- Sahife 110 - Mektup 162’den)

YEMEK ADABI

Akşam sabah yiyip içmekten başka bir şey düşünmeyen insanlar gibi olma! Görünür ki bunlar yalnız yiyip içmek ve gezip tozmak için doğmuşlardır. İnsan yemek için yaşamayıp yaşamak için yemelidir. Nefis yemekleri sev! Lakin nefsinden ziyâde başkaları için sev! Nefis yemeklere besleyici yemekleri tercih et! Nefis yiyeceklerden ise besleyici yemekleri seç! Boğazına düşkün olan oburlar gibi yeme-içmeye haddinden fazla düşkün olma! Nefis yemeklere iştahına galip olsa bile daima ve özellikle başkalarıyla beraber bir mecliste yemek yiyecek olduğun zamanda da yine iştahına galip gelmeye çalış! Mesela "Şu veya bu yemek nefistir. Şu veya bu yemeği çok severim." gibi sözler söyleme! Bir miktar daha yemeye çalışma, iştihan baki olduğu halde yemekten geri çekil! Hadden aşırı yiyip içmekten ziyâde insanın sıhhatini bozan başka bir şey yoktur. Mide, her şeyden ziyâde sıhhat ve afiyet yeridir.

Asr-i saadet-i peygamberîde bulunan hekimlerden Mekke-i Mükerreme'de hekimlik yapan Hâris bin Kelede'den:

"En güzel deva nedir?" diye sual olunmuş:

"Açlıkla meşgul olmak" demiş.

"İllet nedir?" diye sorulduğunda da:

"Acıkmaksızın yemek üstüne yemek yemektir." cevabını vermiştir.

Prensin biri gayet obur idi. Ağız tadına uygun gelen yemekleri o kadar çok yer idi ki bir gün kendisine:

"Bu hal ile ömrünü kısaltırsın." dediklerinde bir tebessüm ederek:

"Kısa fakat iyi!" cevabını verdi. Hakikatte de genç çağlarında terk-i hayat eyledi.

O kadar muharebelere, o kadar mihnet ve meşakkatlere karşı güç yetiren Büyük İskender yeme-içme ve eğlenmeye müptela ve her çeşit zevk ve hazlara tabi olduğundan çok yaşamayıp otuz iki yaşında olduğu halde vefat etmiştir.

Oburluk, insanı hayvandan aşağı demesek bile, hayvanlar mertebesine indirir. Hayvanlar çok defa zaruri ihtiyaçlar ile yetinirler.

İskoçya kralı XII. Şarl' riyâzet-i bedene alışkın olduğu gibi riyâzet-i taâm hususunda dahi dikkatli idi. Bir miktar mu'tedil yemek yedikten sonra atına binerek uzun müddet gezip tozardı. Muharebe esnasında geceleri kuru yere serilmiş bir saman yatağında başı açık olduğu ve üzerinde bir paltodan başka bir şey olmadığı halde yatar uyurdu. Bu yüzden vücûdu o kadar kuvvet buldu ki hadden aşırı hizmet ve zahmetler bile kendisini yenemez idi. Her türden mihnet ve meşakkatlere dayanırdı.

Sadelik halinde bulunan bir esnaf ve bir çiftçi ile nefsi-ne güzel gelen şeylere düşkün olan kişinin sıhhat ve afiyet ve tabiat ve mizâcları arasında görülen büyük fark nedendir? Yaşayış tarzlarının gereklerinden değil mi? Evvelkileri yiyip içti-ği, giyip kuşandığı şeylerin sıradanlığı ve sadeliği, berikilerinin ise tabiata aykırı hal ve hareketleri bunu icap etmez mi? Bunu kim inkâr edebilir? Sofraları nefis yemek çeşitleri, hamur işleri ve sarhoşluk veren içki çeşitleri ve içecekler ile doludur. Bunların görünüşleri ve istek uyandıran manzaraları ekseriya insanın hadden ziyade yiyip içmeye isteklendirir ve teşvik eder. Bu sebeple mideye arız olan ağırlık hazmı zorlaştırır ve bedenin birçok hareketlerini ve işlerini tersine çevirir. Bundan alakayı kesmeden, henüz yediklerini hazmetmeden yine yemek yeme vakti gelir. Açlık duymadan yine sofraya otururlar. Hazırlanan çeşitli yiyecek ve içeceklerin güzel kokuları ve renkleri ve nefis tatları ve çeşnileri kendilerini yemeye davet eder. Yemek isterler, iştihamız yok derler. Bazı şeylerle güya iştihalarını açarlar. Bari yalnız şundan bundan olsun yiyelim derken az çok hepsinden de yiyerek yine midelerini doldururlar. Yine ağırlık duyarlar. Halbuki yine akıllanmazlar. Bu yüzden mide fesadına veya diğer türlü bir hastalığa yakalanmasalar bile bütün ömürlerini hasta gibi geçirirler. Hayatları noksan bulur. Vücutları daimî bir zaaf ve bozulmaya uğrar.

Hz. Peygamber'in ikinci halifesi Ömer -Allah ondan razı olsun-:

"Nefsinizi yemek dolgunluğundan sakınınız! Zira yemek dolgunluğu cismi hasta ve harap edici, maraz verici, farz ibadetleri edâ etmede gevşeklik verici ve illete düşürücü bir şeydir. Bu konuda mutedilâne hareket etmek vaciptir. Çünkü itidal-i hareket cesedi ıslah edici övülen bir haslettir." buyurmuşlardır.

Riyâzet-i taâm ise aksine vücûda sürat verir ve vücudu kuvvetlendirir. Sıhhati korur bu yüzden insan rahat yaşar.

İran meliklerinden birinin huzuruna bir tabip gönderilmişti. Bahsi geçen tabip saraya geldiğinde evvela saray halkına:

"Ne vakit ve ne kadar yemek yiyorsunuz?" diye sual eyledi.

Onlar da:

"Karnımız acıktığı vakit yeriz. Henüz doymadan sofradan kalkarız." cevabını verince: "Öyle ise benim burada işim yok!" diyerek hemen ayağının tozuyla geri döndü.

Sözün kısası riyâzet-i taâm sıhhat ve afiyeti doğurur, ömür ve hayatı uzatır.

Sira der ki:

"Sefahatle nice insanlar öldüler; erbâb-ı riyâzet ise ömürlerini uzattılar."

Cenova hükemâsından biri der ki:

"Riyâzet ve meşguliyet insanın iki mâhir ve usta tabipleridir. Meşguliyet iştihâyı teşvik eder. Riyâzet da onu düzeltir. "

Oburun biri hastalanıp bazı hekimler çağırdı. Hekimler vücuda tazelik veren ilaçlar ve tedavi hususunda ittifak edeme-diler. Nihayet tabipleri başından savdı. O vakte kadar yemekte olduğu nefis yemekleri de sofrasından kaldırma ile riyâzete başladı. Bu uygulamasıyla şifa bulduktan başka vücûdu evvelkinden ziyade kuvvet ve sıhhat kazandı.

İştihayı coşturan ve ona kıymet veren baharatın a'lâsı yine iştihanın kendisi olduğuna tabiplerde çoktan kanaat hâsıl olmuş ve bunun riyazet kazanmaya, meşguliyete bağlı olduğu anlaşılmıştır.

Hükemâdan biri:

4 Mart 1924 - Osmanlı Hanedanı’nın sürgüne gönderilişi 4 Mart 1924 - Osmanlı Hanedanı’nın sürgüne gönderilişi

"Tatlı bir akşam yemeği yemek için hafif bir gündüz yemeği yemeli." demiş.

Eski filozoflardan meşhur Sokrat riyâzet-i taâm ile riyâzet-i bedeni birlikte icra ederdi. Her gün akşama kadar ayakta durur ve gezinir idi. Bir gün bazıları tarafından sebebi sual olunduğunda:

"İştahla bir akşam yemeğine hazırlanıyorum. Zira iştiha her çeşit baharattan a'lâdır." cevabını verdi.

(Muallim Naci, Edeb Eğitimi, Büyüyen Ay Yayınları, s. 168-173)

TÂHİRÜ’L MEVLEVÎ’NİN KALEMİNDEN RAMAZAN

Muharrir Ahmed Rasim Bey merhum Menakıb-ı İslâm unvanlı eserinde yazıyor ki:

"Vaktiyle Cerrahpaşa Cami-i Şerifi'nin bir imamı var imiş ki bu zat, hilalin zaman ve taraf-i tulûunu pek güzel hesap ve tahmin eder olduğu cihetle' ale'l-ekser isbat-ı hilâle muvaffak olur ve yevm-i şek akşamında rüyet etti mi kunduralarını koynuna koyup koşa koşa Bâb-ı Meşihat'e gider imiş. Hatta o zamanlar Cerrahpaşa, Sinekli Bakkal ve Aksaray ahalisi merhumu gözetler, onun kemal-i istical ile geldiğini gördüklerinde Ramazan olduğunda şüphe etmezler imiş."

Yine böyle hilâli görüp de isbat için Bâb-ı Ferva'ya koşan biri, ilk gelen şahide verilen atiyyeyi almak hırsıyla İstanbul kadısının odasına atılmış ve: "Ayı gördüm!" nârasıyla ilerlerken ortadaki şamdan tepsisini görmeyerek devirmiş, tabiî şehadeti kabul edilmeyerek dışarıya çıkarılmış.

Hacı Zihni Efendi merhumun el-Hakaik isimli kitabında ve Enes bin Malik radıyallahu anhın hal tercümesinde yazılıdır ki:

"Basra'da bir cemaat, hilâl-i Ramazan’ı rüyet için bakışırlarken Hazret-i Enes dahi yüz yaşına yakın olduğu halde onların içinde bulunup:

"Ben hilali gördüm, işte" diye işaret etmiş.

Gören olmayınca Kadı İyâs, Hazret-i Enes'in yüzüne dikkat edip bakmış ki ağarmış olan kaşlarından bir kıl kavislenip gözünün üzerine gelmiş. İyâs, onu eliyle meshedip düzelttikten sonra:

"Yâ Eba Hamza; hilâlin yerini bize irae et." demiş.

Ondan sonra Hazret-i Enes bakmış:

"Göremiyorum." demiş.

Hilali tarassut için toplanan bir cemaatin içtimaı sebebini anlayan bir safdilin de:

"Ne tuhaf memleket! Tırnak parçası kadar bir ay parçası için bakışıp duruyorlar. Bizim taraflarda araba tekerleği kadar olur da kimse başını kaldırıp bakmaz!" dediği meşhurdur.

Vâsıf-ı Enderûnî bir Ramazaniyyesinde oruç ayının hilâlini şöyle tasavvur ediyor:

Sanma meh-i nev doğdu pül-i nûrdur, ondan
Cünd-i şeh-i Gufran-ı ilahi güzerândır
Miftah-ı der-i kenz atâsıdır ilâhın
Zan etme hilal-i meh-i rûze lemeândır
Fevkinde nücûm-1 felek avihte kandil
Güya ki hilali dökülen âb-ı revandır

Camilerin Tenviri

Ramazan-ı Mübarek'in gelmesi, camilerin gündüzleri ruhaniyetini, geceleri de nuraniyetini artırır. Cami ve mescitler, gündüzün oruçluların toplanmasıyla meleklerin içtimagâhı, gecelerin kandillerin fazlaca yakılmasıyla yıldızlı bir sema halini alırdı. Kubbe ve tavandan titreye titreye akseden o parlaklıkta Allah'ın mağfiret nurları tecelli ediyor gibi görünür. Gözleri ve gönülleri tenvir eyleyen o mânevi aydınlıkla ehl-i imanın fikri, o aydınlığın matla-ı füyuzatını düşünür, hâtırası da muhterem mahfuzatı arasında şunu bulurdu ki:

"1368 sene evvel Medine-i Münevvere'de bina edilmiş olan Mescid-i Nebevi'nin döşemesi toprak, çatısı hurma dalları üstüne atılmış yaprak olduğu gibi geceleri yine kuru hurma dal ve yapraklarının çıra gibi yakılmasıyla aydınlanırdı."

İlk defa mescid-i Peygamberî'yi kandil ile tenvir eyleyen Temim Dâri radıyallahu anh hazretleridir.

es-Siretü'l-Halebiyye sahibi naklediyor ki:

"Yatsı vakti olunca mescid-i Resûlullah'ta kuru hurma dalları ya-kılarak aydınlık hâsıl edilirdi. Temim Dârî, Şam'dan Medine'ye gelirken getirmiş olduğu cam kandilleri mescidin direklerine astı ve içlerine zeytinyağı ve fitil koyup yaktı. Bunun üzerine taraf-ı Risalet'ten -yani Mescidimizi aydınlattın. Allah da seni münevver kılsın. Eğer bir kızım olsaydı mükafaten sana nikâh ederdim iltifatına nail oldu."

Bu zat, mescidi kandilleriyle aydınlattığı gibi mescide gelenleri de nasihatleriyle tenvir etmiş, yani Hazret-i Ömer'in müsaadesiyle ilk defa olarak Mescid-i Nebevi'de vaaz eylemiştir.

TERAVİH

Kılınması sünnet olan teravih namazı, Ramazan'ın ilk gecesinden başlar.

"Teravih, tervîhin cem'idir. Tervih, nefsi rahatlandırmaktır. Onun bina-i merresi olan tervîha Ramazan gecelerine mahsus olan namazın her dört rekatına ıtlâk olunmuştur ki onu bir tervîh takip etmekte, yani her dört rekâtta bir oturulup istirahat olunmaktadır."

Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in teravih namazını 8 yahut 12 ve iki defa 20 rekât olarak kıldığı ve ilk başta cemaatle, sonra münferit olarak eda buyurduğu rivayet edilmiştir. 

Hacı Zihnî Efendi merhum Kitabü's-Salât'ında diyor ki:

"Teravihin sekiz rekâtı sünnet ve on iki rekâtı Bahr'de mezkûr olduğu üzere müstehab olup mecmuunun ‘Sünnetimi ve hulefâyı râşidinin sünnetini ifa edin’ hadisiyle sabit olmuş demektir. Teravih, icma-ı ashab ile yirmi rekâttır." Devr-i Farukî'ye kadar Ashab-ı Kiram, teravihi yalnız başlarına kılarlardı. Hazret-i Ömer, Übey bin Ka'b'ı erkeklere, Ebu Hayseme'yi kadınlara imam tayin ederek teravihi cemaatle kıldırtmıştır.

İstanbul'da büyük camilerden başka mahalle mescitlerinde de teravih eda olunur ve her dört rekât arasında ya İhlas-ı Şerif yahut Salavat-i Şerife yahut ilahiler okunurdu. On ikiden on altıya ve on altıdan yirmiye kadar olan rekâtta imam ve müezzinlerin evca ve acem makamlarından okuyup tekbir almaları âdet hükmüne geçmiştir.

Meşrutiyet'in ilanına kadar rical-i devlet ve ağniya-yi milletin konaklarında Ramazan imamı bulunması ve namazın cemaatle kılınması mutar idi. Bazı camilerde hatim ile namaz kıldıran, yani her rekâtta bir sayfa Kur'an okuyan imamlar bulunur, bazılarında da "götürü yapı yapar" gibi süratle kıldıranlara tesadüf olunurdu.

Keçecizâde İzzet Molla merhuma isnat olunur bir fıkra vardır: Merhum böyle süratle teravih kıldıran bir imama iktida etmiş. Mülahham vücuduyla acele yatıp kalkmaktan soluğu kesilmek derecesine gelmiş. Namazın yarılarına doğru hariçten biri gelmiş:

"Vah yazık, yetişemedim!" diye esef etmiş.

Molla dayanamamış, namazı bozmuş:

"Birader; biz içinde iken yetişemiyoruz!" demiş.

Mekke ve Medine harem-i şeriflerinde teravih namazları, çok sayıda cemaatlerle eda olunur. Salât-ı işânın imam-ı vahid ve cemaat-i kübra ile edasından sonra kırk, elli yerde ayrı ayrı cemaatler teşekkül ederek teravih kılınır.

Cemaatin böyle inkısama uğraması, hatim ile uzunca âyetlerle yahut muhtasar sûre-i şerifler ile eda edilmesi hikmetine mübtenî olsa gerektir.

Hicri 1312 senesi Ramazan'ında [Şubat/Mart 1895] Mekke-i Mükerreme'de bulunduğum sırada müderrisinden Seyyid Hüseyin Arab isminde bir zatın hatim ile teravih kıldırdığını ve her dört rekâtta bir, Beyt-i Şerif'i tavaf ederek iki rekât tavaf namazı edasından sonra tekrar teravihe başladığını gördüm ki şu suretle kılınan namazın hitamı hemen sahur vaktini buluyordu.

Abd-i acizde birkaç defa iştirak etmek istedimse de -ne yalan söyleyeyim- cesaret edemedim, ancak niyetiyle me'cûr oldum.

[...] 1346 Muharrem'inin ikinci ve 1927 Temmuz'unun birinci cuma günü de minarelere mahya ipleri gerildi ve cumartesi gecesi "Safa geldin" ibaresini havi mahyalar kuruldu idi.

Yeniçeri ağalarından birinin Süleymaniye Camii minarelerinde gördüğü top arabası resmini fark edemeyerek kâtibine:

"Efendi! Mahyada ne yazılı?" diye sorduğu naklolunur.

Ağanın bakıp da ne olduğunu anlayamadığı o latif ve nûrani nakışları şairler de hayali bir nazarla müşahede ederlerdi. Şeyhülislâm ve şair Çelebizâde İsmail Asım Efendi, Damat İbrahim Paşa için yazdığı bir kasidede:

Bu şeb-i ferhundede mahiyeden şehzadede
Seyredenler resm-i tîğ-ı Zülfikar-ı Hayderî
Dediler Muhyi-i devlet sadr-ı Âsaf-menkabet
Eyledi âvize çarha tîğ-ı nusret-peykeri

diye Zülfikar mahyasını İbrahim Paşa'nın kılıcına benzetmişti.

AYASOFYA'NIN CEMAATİ VE RAMAZAN HÂLİ

Ayasofya'nın etrafı şimdiki gibi tenha değildi. Benim bildiğim zamanlarda hamamın sırası dükkânlar ve üstleri evlerle meşgul idi. O dükkânların çoğu kahvehane, önleri de yabanî kestane ağaçlarıyla gölgelik olduğundan yaz günleri o ağaçların altında oturup on paraya okkalı bir kahve içenler, ezan okununca kalkıp camiye giderler, Sultanahmet Camii civarında ve Kabasakal yokuşundaki evlerden de gelirlerdi. Bu münasebetle hemen her vakit cemaat-i kübra bulunurdu.

Daha evvelki cemaat daha fazla imiş. Şimdi yanmış adliye arsasından tramvay yolunun Alemdar Caddesi'ne saptığı köşeye kadar dört sıra ev ve o nisbette ahali varmış. Sultanahmet Camii yapılınca Ayasofya'nın cemaati oraya gelsin diye devam edenlere fodula tayin edilmiş. Ahalinin Ayasofya'ya o kadar hürmeti ve muhabbeti varmış ki çok kimseler mülk olan evlerini oraya vakfeylemiş olduğundan geliri pek çok imiş.

Hatta Ayasofya mütevellisi bulunan Revani Bey Vefa ile Kırkçeşme arsasında bulunan mescidini yaptırırken oradan geçen Yavuz Sultan Selim, mescidi kimin yaptırdığını sormuş:

"Revani Bey kulunuz!" cevabını alınca, "Hey koca Ayasofya! Sen her gün bir mescid doğurabilirsin." diyerek vakfının çokluğunu ve mütevellilerin ondan istifade ettiğini ima eylemiş.

Fatih, Beyazıt, Süleymaniye camilerinde olduğu gibi Ayasofya'da da sabah ve ikindi namazlarından sonra dersiâmlar tarafından ders okutulur, talebe sarıklarının çokluğundan ve beyazlığından caminin içerisi papatya tarlası gibi olurdu.

Üç aylar denilen Receb, Şaban, Ramazan aylarında cami dersleri tatil edildiğinden talebe cerr için köylere gider, onların boş bıraktığı yerler, hususuyla Ramazanlarda ve ikindi namazlarında ahali ile dolar.

Bazı Müslümanlar Eyüp, Fatih Camileri gibi buraya da akşam namazına gelirler, getirdikleri simit, çörek gibi şeylerle iftar ederler ve bu hâli Beytullah olan cami dâhilinde Allah'a mihman olmak sayarlardı. Bu münasebetle caminin haricinde seyyar satıcılar epeyce bir kalabalık teşkil ederlerdi. Hicri 1280 (1864) tarihinde ölmüş ve Eyüp'te Hatuniye Tekkesi'nin haziresine gömülmüş olan Mesnevîhan Hoca Hüsameddin Efendi, gençliğinde nakşî şeyhlerinden Hoca Selim Efendi'den Mesnevi okurmuş. Selim Efendi muhterem ve veliyyu'l-hatır bir zât olduğu için şeyhülislâm tarafından da riâyet edilirmiş. Hüsameddin Efendi o esnada cami dersinden icazet almış bulunuyormuş. Şeyhülislâma söyleyerek kendisi için bir ruus verilmesini Selim Efendi'den rica etmiş. Selim Efendi şeyhülislâma söylemiş, aldığı ruus kâğıdını bir Ramazan akşamı Hüsameddin Efendi'ye vermekle beraber:

"Haydi Hüsam, bu akşam Ayasofya'ya gidelim de Allah'a misafir olalım" demiş.

Camiye girecekleri sırada cami fenerine mum dikmeye çalışan, fakat mumu fenerdeki yerine ince gelen bir Arnavud, mumun dibine koymak için Selim Efendi'den bir kâğıt parçası istemiş, o da arkasında bulunan Hüsameddin Efendi'ye "Hüsam, şu adama biraz kâğıt ver", demiş. Tesadüfen Hüsameddin Efendi'nin üstünde ruustan başka kâğıt yokmuş. Üstadının nutkunu haklamak, yani sözünü yerine getirmek için ruustan yırtmış ve bir parçasını Arnavud’a vermiş ve Selim Efendi'den "Allah feyiz versin" duasını almış.

Bunu bana hikâye eden Mehmed Esad Dede Efendi merhum:

"Hüsameddin Efendi'nin sebeb-i temyizi, ruus kâğıdını yırtması ve Selim Efendi'nin duasını alması olmuştur" demişti. Yenikapı Mevlevihanesi postnişini ve hocamın da hocası ve mürşidi bulunan Şeyh Osman Selahaddin Dede Efendi, Mesnevî icazetini Hoca Hüsameddin Efendi'den almış ve hocam Esad Dede Efendi'ye icazet vermişti.

Eyüp Sütlüce'sinde bulunan Hasirîzâde Tekkesi şeyhi Ahmed Muhtar Efendi'nin' Hoca Hüsameddin Efendi'ye dair Tenşitü'l-mubibbin bimenakıb-ı Hoca Hüsâmeddin isimli bir risalesi vardır ki yakınlarda basılmıştır.

Bazıları yiyeceklerini götürüp iftar ve sahuru orada yerler ve sabah namazını kıldıktan sonra evlerine giderlerdi. Teravih namazında o koca mabed tıklım tıklım dolduğu gibi dışarıda da hemen durulacak yer bulunmazdı. Namazdan sonra vaazlar edilir, mevlidler ve aşirler okunur, Sultanahmet civarındaki Arasta Tekkesi'nin şeyhi ve dervişleri tarafından Rifai âyini icra olunurdu. Temâşa için gelen ecnebiler, birinci kattaki tabakaya çıkıp hayret ve hürmetle seyrederlerdi ki, cami iken görmeye gelenler, müze olduktan sonra gelenlerden çok fazla idi. Şimdi bu içtima Sultanahmet ve Süleymaniye Camii’lerinde yapılmaktadır.

(Tahirü'l-Mevlevi, Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik, Büyüyen Ay Yayınları)

Derleme: Baran Dergisi