Heinrich Wölfflin, dünya görüşünün, hayat tarzına ve biçimine yansıdığını belirtir. Dünya görüşü, hayat tarzı ve mimarînin birbiriyle ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Bu açıdan mimarî nasıl bir rol ve paya sahiptir?
Burada mimar ne demek, mimarî ne demek önce onu açıklamak gerek; “mimar” kelimesinin köküne bakalım. Şöyle ki, biz dünyaya yeryüzünü imar etme bilgisiyle, topraktan yaratılmış olarak gönderildik. Bu bir ayet. Yeryüzünü imar etme bilgisi bize gayb âleminde verildi. Atamız Hazreti Adem’e… Hazreti Adem, gayb âleminde kendisine verilen kelime-kavramları sayınca, iblis ile arasında büyük bir çatışma oldu ve o çatışma sonrası iblis lanetlilerden oldu. Hazreti Adem de Hazreti Havva ile cennete koyuldu. Cennette işlenen günahın üzerine yeryüzüne günahsız bir şekilde, tövbeyle, master arketip şablon bir tavır ve bilgiyle gönderildik. Yâni, atamız Adem, bir rol model, ilk örnek, bir usta, bir bilge şahıs olarak gönderildi. Bu bilgiyle birlikte, imar etmenin de güzel bir ömür sürme, güzel bir iş yapma, taşa ömür verme ve iyilik üretme, şenlendirme olduğunu söyleyebiliriz.
Atamız Hazreti Adem, yeryüzüne indirildiğinde, ilk önce Hazreti Havva ile hukukî bir eylemi gerçekleştirdi. Yine bunu gerçekleştirmesinin sebebi, “Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Sizi toplumlar hâline getirdik ki, birbirinizle anlaşasınız.” ayetindeki, “anlaşma” kelimesinin hukuktaki karşılığı olan ilk sözleşmeyi yerine getirdi. Bu sözleşmenin alt başlığı da nikah eylemidir. Çünkü, birbirine helal olan bir erkek ve bir kadının hukukî olarak, aralarında kıydığı nikah, onları birbirlerine yakınlaştırmış oldu. Tabiî ki ilişkisini de tanımladı. Bu bir evlilik ilişkisidir.
“Yeryüzündeki ilk ev-mabet Mekke’deki Kâbe’dir.” Bu da bir ayet. Hatta “Bekke” diye geçer biliyorsunuz… Taşları üst üste koyup, tahtaları çakmak suretiyle ve sonrasında da kerpiçle sıvayarak Kâbe’yi inşa etti ki, burası Hazreti Adem için bir ev-mabet idi. Şunu görüyoruz, biz yeryüzüne, düşünen, tercih yapan, irade beyan eden, hukuk ve ev (mabet) inşa eden, geçimini sağlamak üzere diğer insanlarla ilişki kuran ve bu ilişkiyi düzen üzerine sürdürmeyi bilen olarak gönderildik. Hazreti Adem, evlatlarıyla birlikte, Kâbe’nin etrafına pazar inşa etti. Az önce söylediğimiz ayet vardı ya, “Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Sizi toplumlar hâline getirdik ki, birbirinizle anlaşasınız.” Toplumlar hâline gelmemizin sebeplerinden biri de, her insan her işi yapamaz, her mesleği icra edemez. İnsanlar yaradılışlarına, aldıkları eğitime ve bulundukları coğrafyaya göre belli mesleklere sahiptir. İhtiyaç fazlası ürettikleri ürünler pazara götürülsün, ihtiyacı olduğu şeylerle değiş-tokuş edilsin diye işte o pazarı inşa etmiş oldular. Müslümanlar olarak, dünyaya büyük bir medeniyet tasavvuru sunmuş, uzun yıllar yaşamış bir toplum olarak; yeryüzüne gelişimizi, evimizi ve mabedimizi, geçimimizi, evliliğimizi dolayısıyla her şeyimizi inanç dünyamıza uygun bir model üzerinde yürüyoruz. İnancımızın arkasında da akaid, kelam ve fıkhî konular var. Burada ne yapmış olduk? İnançtan, ideolojiden, kültürden ve ayetlerden bahsettik, esasında mimarîyi de anlatmış olduk. “Allah Allah, o dönemde alet de yokmuş nasıl yapmış?” diyenler olabiliyor bazen. Atamız Adem’in, yeryüzüne mükemmel bir şekilde mamur edilmiş bir bilgiyle gönderildiğini bildiğimiz için cevaplar da bizde… Bu soruyu Müslüman niçin sorsun? Ben de anlatmam. “Benim namazım, orucum, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm Allah içindir.” diye ayet var… Biz, yaratılış gayemizin ve Yaradan’ın bize verdiği vasıfların tezahürüyle ve bu tezahürün helal yoldan sünnete uygun, çatışmasız sürmesini sağlamalıyız. Hayvanlarla, bitkilerle, insanlarla ve malzemelerle en barışık şekilde yaşayıp, üretimimizi, sürecimizi yönettiğimiz bir kurguyla yaşarız. Biz, mimarlığı, aslında problem, kriz çözme ve gerçek mânâda sürdürülebilir bir tavır sergileme olarak görebiliriz. Bugünkü genç mimarlara “mimarlık nedir?” diye sorsanız, size söyleyecekleri en basit cevap “tasarım yapmak” olacaktır. Bu çok eksik bir cevaptır. Yâni, aslında kendi içinde doğrudur ama; mimarlık işini sadece tasarıma indirgemek yanlıştır. “Tasarım”a daha büyük mânâ yükleseler, bu biraz daha makul anlaşılabilir. Şöyle ki, tasarım, girdilerle çıktılar arasındaki, çıktı lehine olan farklılıktır. Bir sorun var, bir müşteri var, bir ihtiyaç, bir imar programı, bir bütçe var diyelim. Ev yapılacak. Bu evin nasıl yapılacağına dair plânlar, kesitler ve perspektifler bir tasarımın ürünüdür. İnandığımız dinin, yaşama bakış açımızın karşılığını mimarlıkta gösteririz. Bunu oturuşumuzda, kalkışımızda, cümlelerimizde, yemek yiyişimizde, her şeyde parıldatırız. Mimarlıkta da öyle. Düşünce dünyamızı dışa yansıttığımız, kendimizi ifade ettiğimiz bir eylemdir bu. Mimarlığın, düşünce ve inanışla doğrudan ilişkisi vardır. İnsanlar, tarih boyunca inanç ve felsefelerinin doğrultusunda, kavramlar üzerinden bir şeyler inşa etmiştir.
İnancımızdan tevarüs eden bir mimarî anlayışın olması gerektiğini söylediniz. Günümüzde ise bir keşmekeş ile karşı karşıyayız.
Maalesef.
Bizim coğrafyamız için konuşursak, mimarînin zirve dönemi Mimar Sinan ile klasik dönem. Sonrasında neoklasiğin ve ardından barok-rokoko etkisinin varolduğunu söyleyebilir; akabinde ise Tanzimat ile başlayan Cumhuriyet dönemiyle devam eden Batı taklitçiliğinden söz edebiliriz. Yâni bir kopuştan söz ediyoruz. Belki de bu keşmekeşin asıl âmillerinden birisi de bu kopuştur.
“Klasik” aslında bir Yunanca kelime, biliyorsunuz. O yüzden bizim en iyi olduğumuz döneme Yunanca “klasik” diyerek anlam vermiyoruz. Geleneksel desek daha doğru olur. Yâni, geleneğin zirve yaptığı dönem diyoruz… Gelenekten de İbrahimî tavrı kastediyoruz. Âdet ve an’anelerin eklendiği geleneği kastetmiyoruz, emri bil maruf olanın yalın halde sunulmasının, vahye ve sünnete uygun olan tavrın gelenek olduğunu söylüyoruz. Bu kavramın üzerine yüklenmiş, bozulmuş anlamları çıkartarak, bizim için değerli olana gelenek-geleneksel diyoruz. Dolayısıyla 16. yüzyıl deyince Osmanlı’nın Kanuni’nin, Yavuz’un, Mimar Sinan’ın ve dönemindeki bilumum diğer ulema ve sanatkarların, Allah’ın takdiri gereği bir arada yaşadığı dönemi kastediyoruz. Sağlam inanışlar, sağlam tecrübeler ve önemli bir gücün bir arada olduğu bir dönem. İnsanlık tarihi açısından “şans” olarak düşündüğümüz bir dönemdir bu. Mekân olacak, içinde bir müzik icra edilecek, duvarında bir resim olacak, orada şiirler okunup çalışmalar yapılacak… Mekân olacak yâni… Mekân olacak ki bu saydıklarımız da olacak. Dolayısıyla mimarî bizim için sanatların zirvesidir.
16. yüzyıldan hızlı bir şekilde Tanzimat dönemine gelelim… Az önce bahsettiğimiz 16. yüzyılda zirve yapan gücün ve sanatın doruğunda olduğumuz bir dönemden, tekrara düştüğümüz, günaha daha fazla girdiğimiz döneme geldik. Konjonktür değişti, Rönesans ile başlayan Aydınlanma ile devam eden, makine-motorun bulunması ve enerji sistemler değişti; bir şeylerin gerisinde olduğumuzu varsaydığımız bir noktada, “yenilenme, değişme ve çağı yakalama” gayretine giriştik. Tanzimat budur aslında. Tanzimat’a salt olarak “tu kaka” da diyemeyiz. Tanzimat’ın içine bakarsanız, vatanını milletini kurtarmaya çalışan insanlara da rastlarsınız. Kurtuluşu Batı’da, bazısı da Doğu’da görüyordu. Her türlü akım, ekol, ekip ve teşkilât bu işin içindedir. Konunun mimarîyle alâkalı kısmına gelirsek, şunu anlatmamız gerekir:
Hassa Mimarlar Ocağı, Mimar Sinan ile zirveyi yakaladığı dönemlerden, 1800’lere geldiğinde bozuldu, sistemi yenileyemedi, tekniğin ve detayın gerisinde kaldı. Osmanlı mimarlık üretim sisteminin içinde, sultana-saraya bağlı olan hassa sisteminin içinde mimarların aslında parayla işi yoktu. Mıstar tahtasında tasarım yaptıkları, bir kare üzerinden maliyet çıkardıkları ve banilerin sorumluluğunda inşaat yürüttükleri bir durumdan Batılılaşmanın ve Sanayi Devrimi’nin gelişiyle kendini değiştiremeyen Osmanlı’da Hassa Mimarlar Ocağı da detaylara inemeyip, anlam kaybı yaşıyor. Yolsuzluklar çıkıyor, saçma süreçler başlıyor. Plânsız programsız işler yapılıyor. III. Selim 1795’te Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn’ü kuruyor. Orada, Batılı mânâda bir eğitim veriliyor, geleneksel üslubun üstüne yeni bir usûl çıkıyor. 1839-40’lara geldiğimizde, Hassa Mimarlar Ocağı kapatılıyor. 1847’lerde Nafia Nezareti kuruluyor. Yâni bugünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın nüvesi olan bir müessese. Münakasa sistemi devreye giriyor, yâni nakıs etme, eksiltme… Bugünkü 4134-35’in, bir öncesi 2286’nın yâni ihale kanununun nüvesi olan bir üretim sistemine geçiyoruz. Bu üretim sistemine geçmeden önce mimarların öyle paralarla işi yoktu, günlük yevmiye alan, hilat elbisesi giydirilen, Trakya’daki arpalıklardan gelir elde eden ve İstanbul’daki gayrimüslim vakıfların eserlerinin tamiratından rüsûm alan mimarlar vardı. İhale sistemi (müteahhitlik ve yüklenicilik) çıkınca iş yapamaz hâle geliyorlar.
Rantın da kapısı böyle mi açılıyor acaba?
Rant haksız kazançtır. Enerjinin, kazancın, yatırımın fazlasına rant diyemeyiz. Eğer gelişme dediğimiz şey, adaletli bir şekilde dağıtılırsa olur. Osmanlı, vakıflar sistemiyle millete geri dağıtıyordu; o zaman rant olmuyordu zaten. Ama siz, oluşan sermaye-enerjiyi tek elde toplarsanız, Ahmet’e verip Mehmet’e vermezseniz, Hasan’a verip Hüseyin’e vermezseniz; bu rant olur. Rant sadece mimarîde, kentleşmede olmaz. Makamda, finansta kısaca her şeyde olur. Münakasa sistemine dönelim. O ortaya çıkınca, diğer konulardaki çatışma meseleleri mimarlıkta da devam ediyor. Mesela 1912’ye geldiğimizde, Osmanlı Mühendis ve Mimarlar Cemiyeti bir araya geliyor, kongre yapıp, “ne olacak bu mimarların hâli?” diyorlar. Sene 2022, hala diyoruz ki, “ne olacak bu mimarların ve mimarînin hâli?” Batılılaşma meselesini sadece mimarî üsluplar üzerinden tartışamayız. Onu anlatmaya çalışıyorum. Salt Batı eleştirisi yaparak problemlerimizi çözemeyiz. Kurgunun hayatla olan gerçek ilişkisini bir arada düşünmeliyiz. Tanzimat deyince, Batı’dan kitapların getirilmesi, teknik detayların Batılı üsluplar tarafından belirlenmesi, yerli üsluba talebin azalması, sistemin değişmesi, insanların geçimsiz kalmasından söz ediliyor. Bunlar zaten bilinen şeyler. Bunun devamında, Balkan Harbi, Ruslarla savaş, I. Dünya Savaşı yedi cephede savaş derken Cumhuriyet kuruluyor. Yeni bir Cumhuriyet kurulunca, kuruluşunda yer alan kadro Batılı mânâda bir öngörüde bulunduğu için, geleneğe dair ne varsa uzun bir süre reddediliyor. Cumhuriyet öncesi, I. Ulusal Mimarlık dönemi diyebileceğimiz, Vedat Tek ve Mimar Kemaleddinler üzerinden okuyabileceğimiz, neoklasik diyebileceğimiz, onların Batılı gibi eğitim almalarına rağmen reddiyeleri ve arayışları vardır. Ampirden, baroktan, rokokodan farklı bir şekilde öze dönüş gayretleri vardır. Yetmiyor tabiî güçleri. Sonra da II. Ulusal Mimarlık dönemine geçmiş oluyoruz. Bu sefer de Batılılaşma etkisinin tamamiyle ortaya çıktığı bir dönem. Anıtkabirler ortaya çıkıyor. Auguste Perret 1903’te Paris’te betonarme apartman yaptı. Küreselci akım tarafından plânlanan bir iş olduğu için iki-üç yıl içinde betonarme İstanbul’a yayılıyor. İnşaatlar başlıyor. Çimentoyla imal edilen, demir donatılı inşaatlar bildiğiniz başlıyor. Buna şaşırmamanız gerekiyor, İstanbul küresel aklın önemli hareket alanlarından bir yerdir. Bu sefer de şu ortaya çıkıyor; bizim hayata bakışımız, eve, şehre ve üretime bakışımız değişiyor. Tabiî böylece algımız da değişiyor. Öncesinde Ankara plânlanıyor onu da söyleyelim. Batılılaşma hikâyesiyle birlikte, 1880’lerden sonra Jön Türklerin Paris’te yoğun bir şekilde yaşadıkları için şehirlerimiz de bundan etkilendi. Aslında Napolyon tarafından yapılan büyük Paris bulvarları da Fransızlar tarafından eleştirilmişti. Oradaki yapılar İstanbul’da da yapılmaya çalışılıyor. Eski tarihî dokunun üzerine, geniş bulvar yapma gayretine girişiliyor. Aslında bu Cumhuriyet ile birlikte başlamıyor yâni. Osmanlı ile başlıyor. Bununla birlikte Akaretler’deki toplu konutlar ve Laleli’deki Yangınzede gibi konutlar yapılıyor. Sonrasında Balyan ailesinin ağırlıklı olduğu inşa üretim sistemine yoğunlaşılıyor. Çünkü geleneksel mimarlık disipliniyle devam eden mimarlar bu sürecin içerisine giremiyor, sermayeleri yetmiyor. Siyasî, kültürel ve ideolojik çatışmalar da mimarlıkta yoğun bir şekilde devam ediyor. 1937’ye geldiğimizde, Le Corbusier’e İstanbul’un planlanması teklif ediliyor… Fransız mimar, İstanbul’daki tarihî dokunun bozulmamasına yönelik plânlar teklif ettiği için plânı sunanlar Le Corbusier’le anlaşmıyor. Adamı geri yolluyorlar. Le Corbusier bunu bir pişmanlık olarak anlatıyor… Diyor ki, “Hayatımın en büyük hatalarımdan biri, yeni kurulmuş Cumhuriyet’e reddettikleri değerleri koruma önerilerimdi.” Bunun üzerine Henri Prost’u çağırıyorlar. Bence orijinal bir adam, bilinçli bir kâtildir! Kâtil olmaktan yargılanmalıydı aslında. Bildiğiniz İstanbul’u katletmek ile yargılanmalıydı. Çünkü 1934-1937’ler Prost’un İstanbul’a ilk gelişi değildir. 1951’lere kadar İstanbul’un plânlanması için çalışıyor. İki yıl sonra da Ayasofya’nın “modern” mânâdaki ilk rölövelerini çıkartıyor. Batı’da problemleri isbat edilmiş plânlama kararlarını, küresel bir akıl ile İstanbul’un tarihî dokusunun üzerine bir hançer gibi saplıyor. Zücaciye dükkanına giren bir fil gibi! İstanbul dediğimizde Fatih’i kastediyoruz aslında. Çünkü İstanbul; Üsküdar, Beyoğlu ve Eyüpsultan adlı üç çocuğun annesidir. Fatih de merkezidir. Atatürk Bulvarı’nın açılması, Vatan ve Millet Caddesi önerisi, Yenikapı’ya ulaşımın gelmesi, Haliç’e sanayinin verilmesi, Haydarpaşa’ya liman, Karaköy’e de liman ve yine en önemlilerinden Tarihî Yarımada’ya apartmanların sokulması hep bu süreçte. Oysa, Tarihî Yarımada dünyanın en güzel konaklarının bulunduğu harika, özel bir masal dünyasıyken buraya betonarmeyi sokuyor. Bununla birlikte 1951’e kadar devam eden plânlama çalışmalarını ironik bir şekilde uygulamak Adnan Menderes’e kalıyor. Menderes bu plânları uygulayınca ortaya yeni İstanbul’un Batılılaşma hikâyesinin ilk örnekleri çıkıyor.
Hâlâ düzenlemeler yapılırken, Prost plânının tesirini görüyoruz.
Mecburen görüyoruz. Mimarlık öyle bir güçtür ki… İşte konuşmamızın başında mimarlığı Hazreti Adem ile başlatıp, bunun inanç dünyamızla alâkası vardır dedik… Şimdi siz, bundan 80 yıl önce tüm ulaşım aksını Yenikapı’ya getiren plânı hayata geçirmeye başlarsanız, Marmaray, Çatladı Kapı, Tünel doğal olarak Yenikapı’da karaya çıkar. Ondan sonra sizin Atatürk Bulvarı’nız oraya bağlanır, Taksim metronuz da öyle. Ama bunun kökü Abdülaziz’e kadar dayanıyor biliyorsunuz. Gelen tren, sahil saraylarını yıkarak Sirkeci’ye ulaşmış oluyor. Bu bize, aslında normal bakışla kentleşme eleştirisi yapıldığında sadece gecekonducuları suçlayan genel yaklaşımın eksik olduğunu gösteriyor. Tarihî Yarımada’ya apartmanın sokulması ve betonarmenin müsaadesiyle birlikte esas İstanbul’a ihanet edenler, “gerçek İstanbullulardır!” Beyaz Türkler diye tarif ettiklerimiz! Bunu ayrıştırmak, suçlama yapmak maksadıyla söylemiyorum. “Gerçek İstanbullular” aristokratik bir tanımlamadır. Herkes “Gerçek İstanbullu” değil. Bir şekilde sonradan İstanbullu olunuyor Türkiye’de biliyorsunuz… Doğma büyüme, üç-beş nesildir İstanbullu olanların sayısı bir milyon yoktur herhalde. Gerçek İstanbullular, apartmanla birlikte konut üretim sisteminin ana düşünce şemasının değişmesiyle rantın ilk nüvelerini gördü. Ata dedelerinden, paşa dedelerinden kalan köşk, konakları “Laz ve Kürt müteahhit tiplemesi” dediklerimize teslim etti. Bunu ayrıştırmak için söylemiyorum, son dönem müteahhitlerden de bahsetmiyorum. Topraktan inşaata girip iki kazma vurup “hadi temelden inşaat dikelim, bir daire alalım.” diyenleri tarif ediyorum. Kat karşılığı inşaat sisteminin ana teması buydu, biliyorsunuz… İşte Gerçek İstanbullular, konakları bu insanlara çatır çatır yıktırıp Kadıköy’e, Suadiye’ye, Göztepe’ye, Erenköy’e taşındılar. Eğer onlar ranta direnseydi, İstanbul daha az bozulurdu. Batılılaşma hikâyemiz daha “doğru” başlayabilirdi. Prost plânları istediği kadar yapsın, yıktırmasaydın biraz korumuş olabilirdik! Bu konu çok daha geniş, böyle anlatmak istedim. İnşallah Batılılaşma konusunu okurlarınız için başka konuşmada devam ettiririz.
İnşallah. İstanbul gibi büyük bir şehrin yeniden plânlanması gerektiğini, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Çağdaş Sinan” dediği Cevad Ülger yahut Turgut Cansever gibi isimler dile getirdi. Bu elzem mesele dile getirilmesine rağmen esaslı bir adım atamıyoruz. Şöyle bir problem var; “kentsel dönüşüm” dediğimiz bir şey var, burada yanlışın yerine, yeni bir yanlış inşa ediliyor. Düzeltilemedi, doğruyu yâni güzeli inşa fikri nasıl oluşacak? Asıl mesele bu değil mi?
Güzeli inşa fikri, bizim için ütopya!.. Oysa biz güzeli inşa etmek için gönderildiğimizi konuşmamızın başında ifâde ettik. Güzeli inşa etmek için hayata bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Bin yıldır İslâm inancıyla, kanaate ve geçime dayalı meslek bilgisiyle ömrünü idame ettiren; taşı, metali, ağacı en iyi işleyen bir milleti; tımar sistemiyle, tahrir vergi sistemiyle, savaş zamanı savaşan, barış zamanı toprağını işleten, ağırlığının yüzde 90’ının kırsalda ve köylerde yaşadığı, yüzde 10’unun ise şehirlerde yaşadığı, şehirlerde de yonca sistemini ve ahi sistemini işleten, adil bir sistemle geçişimini sağlayan bir gelenekten geliyor iken bugün ne hâldesin?.. Kötü ihtirasın bu kadar olmadığı, komşuların yâni mahallelinin birbirine kefil olduğu bir yaşam modelinden gelinen hâle bakınız… Siz insanlara rantı tanıtırsanız bozulmalar artar. Eskiden, “Ecri misille işlediğin toprak senindir, vergisini verdiğin müddetçe o toprakta yaşayabilirsin; ama mülkün aslı sultanındır.” dediğimiz bir ortamdan yine Tanzimat’la birlikte mülkiyete bakış değişti, tapu geldi. Bundan evveline kadar mülkün tamamı sultanındı aslında… Size sadece kullanmak için verilirdi, mülkü işlerdin, geçimini sağlardın; işlerdin onu! Siz arsayı çevirirdiniz, kamunundur, şahsın değildir. Oraya şu kadar işgal vergisi, etrafını telle çevirdin… Zaten köyden kente göç olgusu, Sanayi Devrimi ile başladı diyebiliriz. 1950 Marshall Yardımları ve Menderes iktidarıyla da göç arttı. Öbür taraftan da, “Anadolu güçlüdür nasıl olsa” diye boşalma yaşandı. Anadolu’nun boşalması günümüz itibarıyla millî güvenlik sorunudur. Bu bağlamda kentleşme politikalarımız da millî güvenlik sorunudur tabiî. İstanbul ve çevresini bir şekilde korumak adına, Türkleştirmek de diyebiliriz buna, çeperlerine, banliyölerine göç adeta teşvik edildi. Hiçbir kaçak inşaat engellenmedi, gecekonduculara müsaade edildi. Başka bir akıl da bunu adeta “oy deposu” olarak gördü. Sonra da insanların ev yapabilme gelenek ve disiplinleri köreldi; “Müteahhit gelsin, beş katlı bir bina yapsın, beş daireyi bana versin.” dersen olacağı bu… “Benim üç oğlum var, üç daire versin.”, “Arsam geniş, 10 katın 7 tanesini bana versin.” Saçmalık! İnsanlar kolay bir şekilde geçimlerini sağlamaya başladı. Ki bence geçim sağlamak bu değil. Sonra kiracılığı başlattınız. İnsanların temel evini bile almakta zorlandığı bir süreç başladı. Aslında ev satın alınan bir şey değildir, ev inşa edilen bir şeydir. Anlattık… Tekrar tekrar söylüyorum. Ki bence uzun uzun da bunu konuşmamız lâzım. Ev; diğer şeyler yâni araba, telefon gibi meta hâline geldi. Böyle bir durumda doğal olarak, işi ticarî boyuta dökmüş oluyorsunuz. Devamında da ortada ardı kesilemeyen paradokslu bir rant durumu ortaya çıkar. Bir yandan insanlara evi gayrimenkul, değeri artan yatırım gibi sunuyorsunuz, öbür yandan da fiyatı arında “sevinin” dersiniz. Kira artınca da üzülürsünüz ama… Rakamlar o kadar artar, geri dönülemez hâle gelir ki, insanlar faizli kredi kullanmadan ev alamaz duruma gelir. Bunlar büyük yanlışlardır. Temel paradigma değişikliği yapmadan bu hususta hiçbir şey çözemeyiz. Bu bağlamda “kentsel dönüşüm” dediğimiz şey de parsel bazında yapının yenilenmesinden başka bir şey değildir! Milyonlarca ton, kente dair plânsız ortaya çıkmış betonarme çöp üretmiş olursunuz! Ulaşım, park, bahçe, okul, yeşil alan, sosyal alan kararı ortaya koyulmadan kentsel dönüşüm modelleriyle sadece ranta, faize ve finans modeline hizmet etmiş olursunuz. Dolayısıyla kimseyi de memnun edemezsiniz!
Son olarak; şehir plânlaması konusundan birçok yazınızda belirtiyorsunuz, kanayan bir yara bu… Özellikle de Fatih, asıl İstanbul bölgesi… Kadim eserlerin korunması gerekiyor; ucube binaların geleneksel yapıları esir almasına çözüm sunulması gibi ehemmiyetli başlıklar var. Süleymaniye Camii de gündemde şu anda. Bu bağlamda soralım; bu tarihî doku nasıl korunacak ve ucubenin geleneğe saldırısı nasıl son bulacak? Süleymaniye gibi mukaddes bir mabet, şaheserin etrafı ucube yapılarla dolu… 9-12 metre gibi bir yükseklik pay biçilmiş. Ama bu bahsedilen yükseklikle beraber, Süleymaniye külliyesinin silüeti yok edilmiş.
Gündemdeki son yapıdan söz ediyorsunuz. Evet…
Sadece o değil. Birçok yapı…
Tabiî hepsi öyle… Maalesef ki öyle… O binalar aslında, Proust’un 1940’larda yaptığı plan çerçevesi sebebiyle öyle! İstanbul’a sokulan apartmanlar şu an ilgili arkadaşlara sorduğunuzda “Kazanılmış hakkı var? Ne yapabiliriz.” dedikleri yerler. Böyle bir durumda olan bir eserdir ki durumu daha iyi anlamanız için şöyle anlatayım: Yaklaşık 30 yıllık mimar olarak meslek hayatımın tamamı Süleymaniye’nin ihya edileceği, o harika konakların hayatımıza yeniden gireceği, orada yaşayabileceğimiz hayaliyle geçirdim. Bu hayalimiz otuz yıldır gerçekleşmiyor bir. İkinci olarak bu hayalimizin gerçekleşmesi için aslında konjonktür, tarih, siyaset, döngü ve politika müsaitti; ancak irade ve niyet yoktu. Konuşmamızın başında niyetle başlayan, hukukla inşa edilen ve Sünnetullah’a uygun evlerin inşasındakine benzer bir durumu Süleymaniye’de de görüyoruz.
1994 yılında İBB’de çalışmaya başladığımda İslâmî ve muhafazakâr camianın zenginlerine “Gelin buralardan ev satın alın, evleri restore edin, buralarda yaşayın, oturun.” demişken, bu insanlar Başakşehir’de inşa edilen ‘Hilal’ konutlarından, ‘Başak’ konutlarından apartman dairesi satın aldılar. Çünkü daha ötesi bu arkadaşlarda yoktu. Hayalleri bu kadardı. Ardından döndük İslami STK, vakıf ve cemaatlere dedik ki “Buralardan yer alın, vakıf binalarınızı buralara taşıyın”. Ancak gelinen otuz yılda vakıf merkezini ve sosyal faaliyetlerini taşıyan kurum sayısı yirmiyi geçmez. Zaten restorasyon işleri bizim meslek hayatımızda kimsenin para vermediği ve “bu sizin mimar olarak vazifeniz” denilerek baskıyla yapılan bir iştir. Ayrıca Anıtlar Kurulu denilen -ki ben de orada bir süre görev yaptım-, ideolojik saplantıyla hareket eden ve projeleri adeta engelleyen bir yapıyla da karşı karşıyayız. Sonra işin içine KİPTAŞ giriyor ve her yeri satın alıyor. Ancak mesele her şeyi satın alıp, kamuda birleştirmekle çözülmüyor ki. Orası bizim gönül, kültür, medeniyet âlemimizin dünyaya namzet olarak sunabileceği, ihraç edebileceği Türk Evi tiplojisinin en iyi uygulandığı yerlerden biri.
1994’te sadece Süleymaniye mahallesinde 970’e yakın ahşap yapı ayaktaydı. Bu sefer duyduk ki buralar Katarlılara satılmış. Böyle bir şey nasıl olabilir? Böyle bir hezeyan olamaz. Müslüman bir Türk olarak en temelde İstanbul’un tarihi yarımadasını yabancılara nasıl satabilirsiniz? Süleymaniye’nin kurtulması için finansal herhangi bir modele ihtiyaç yok sadece halis bir niyet yeterli. Avrupa’da beyan esastır ki bizde de eskiden böyleydi. Böylece siz başta niyetinizi belli edersiniz ve hukuk da sizin önünüzü açar. Bana kalırsa Fatih’te tek bir betonarme yapı olmamasını gerekiyorken siz tarihi yapıların beton binalara dönüşmesine izin veriyorsunuz. Ayrıca Süleymaniye camisinin temelleri Ragıb Gümüşpala Caddesi’ne kadar gider. O hafriyatlarla bu temellere zarar verirsiniz. Mimar Sinan’ın bütün çabalarını heba etmiş olursunuz. Betonarme bir yapıdan vakıf olmaz. Gerekirse daha az öğrenci kalsın; ama betonarme yapılar yapılmaması gerekir. Vakıf açıklama yaptı; ama hâlâ yeterli değil. Çünkü yapı hâlâ enine de fazla büyük. Orası dünya miras alanı. Burada öyle bir yapıya nasıl izin verilir anlamıyorum. Kısaca beton yapılara karşı çıkılmadıkça hiçbir şey yapılamaz. Betonarme net kötüdür. Geleneksel yapıyı yok eder.
Teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.