Hattat Levent Karaduman kimdir?

1978 yılında Bartın'da doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra İstanbul'a yerleşti. Orta ve lise eğitimi ile birlikte İslâmî ilimleri tahsil etti. 12 yıl süren tahsili esnasında eski hat örneklerini inceleyerek çalışmalar yapan sanatçı, 1995 yılında hattat ve ebrucu Fuat Başar'dan sülüs ve nesih hat meşkine başladı. 2003 yılında icazet alarak özgün eserlerini yurt içinde ve yurt dışında sergilerle sanatseverlerin beğenisine sundu. Çeşitli kurum ve kuruluşlarda hat hocalığı yaptı. Hat sanatını estetik açıdan çizgi bilimi olarak değerlendirip bu alanda araştırmalar ve incelemelerde bulunmaktadır. Yurt içinde ve yurt dışında birçok özel koleksiyonda eserleri yer almaktadır. Çeşitli cami, çeşme, tekke ve türbelerde de eserleri bulunmaktadır. Klasik hat sanatı çizgisi dahilinde modern ve çağdaş eserler üretmeye devam sanatçı, çalışmalarına İstiva Sanat Atölyesinde devam etmektedir.

Hat bütün sanatların temelini teşkil eder!

Hat sanatının yeri, diğer İslâm sanatları arasında müstesna… Bu ehemmiyetli dal hakkında düşünceleriniz neler?

Hat sanatı sadece İslâm dünyasında çok önemli değil; topyekûn dünya sanatında yeri bambaşka… Özellikle Rönesans’tan sonraki dönemde, tüm dünya sanatlarına çok büyük tesir etmiştir hat… Yakın döneme bakacak olursak Kübizm yahut Ekspresyonizmde (Dışavurumculuk) Taşizmi örnek gösterebiliriz. Plastik sanatlardaki soyut çizgilerin temelini teşkil eden bir sanat diyebiliriz… Tabiî hat hem İslâm dünyasını hem de İslâm sanatlarını şekillendirdi. Bana göre hat sanatı, kendi çizgisinde sadece hat değil, diğer sanatları da etkilemiştir… Tezhip, ciltçilik gibi alanları da kapsar hat… Hat bütün sanatların temelini teşkil eder. Çizgi anlamında söylüyorum bunu… Yerini, önemini buradan bir kez daha anlayabiliriz… Kur’an-ı Kerim’in güzel yazılmasının istenmesiyle birlikte çok önemli bir sanata dönüştü hat… Özellikle Osmanlı devrinde zirvesini yakalamış bir daldan söz ediyoruz. Selçuklu’da da çok kuvvetli bir yeri var hat sanatının. Tumar yazıları sarayların, mekteplerin her yerini süsler. Bu bizim Allah’a olan teslimiyetimizi, Peygamber Efendimiz’in yoluna olan yürüyüşümüzü temsil eder. Tam olarak coğrafyamızı, sanatkârane bir şekilde ele almaktır bu. Coğrafyamızı yaşamak ve Allah’a olan inancımızı derinlemesine, gönülden nasıl yaşadığımızı anlatan bir dışavurum sanatıdır bu! 

Picasso, “El Hamra Sarayı en büyük ilham kaynağım” diyor

Resim sanatının bizde geç icra edilmesinin sebebi hat sanatı ile iktifa etmemiz mi?

Çok daha geriye gidelim. Medeniyet tasavvuru için, Türklerin Orta Asya’daki durumundan, oradaki icatçı zekâlarından, iyi niyetliliklerinden başlamak lâzım. Çünkü hat sanatı İslâm ile beraber Türklere geçiyor. Türklerin zaten hat sanatını anımsatan başka sanatlarla ilişkisi var. Bir kere hayatını güzelleştirmeye, kendi hususî hayatlarını iyileştirmeye meraklı insanlardır Türkler. Dolayısıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ettiklerinde, İslâm ile buluştuklarında kendi sanatlarını, İslâmîleştirerek hat sanatını geliştirmeleri çok önemli bir noktadır. Bizim kendi kültürümüzün içerisinde bugün “Batı sanatı” diye adlandırdığımız, resim, heykel gibi dallara hiç ihtiyacımız olmamış. Batılılar, Ortaçağ ve sonrasında, Türklerin ince yüreklilikleri, naiflikleri, hayatlarını güzelleştirmeye çalışmasından imrenip, kendi sanatlarına birçok dokunuş yapmıştır. Özellikle Rönesans’tan sonraki dönemde Batı, sanatta İslâmî çizginin içerisine girdi, İslâmî tarzdan etkilenip istifade ettiler; farklı sanat akımları çıkarttılar. Kübizm akımının kurucusu Pablo Picasso, “El Hamra Sarayı en büyük ilham kaynağım” diyor. Taşizm dediğimiz akım da var, dışavurumcudur. Deneysel sanat yapılarıdır bunlar. Soyuttur. Bu sanatların ortaya çıkması aslında İslâm kaligrafisindendir. Batılılar, çizgileri alıp, kendilerince yorumlamaya, usûllendirmeye koyuldu. Kendi tasarım ve deneyimleriyle hareket ettiler. Bir şey, belirli bir sonuca ulaştıkça, başa döner. Her şeyin başlangıcı bellidir ama sonucu aslına geri döner. Her şey aslına geri dönecektir… İlham kaynağı burası olduğu için bir müddet sonra Taşizmdeki tasarım-kompozisyonlar giderek İslâm kaligrafisine döndü. Sonra da bırakıyorlar mesela… Tam anlamıyla, hat ve Arap alfabesine dönüştüğü için bırakıyorlar! Taşizmin sonu bu şekilde geliyor. Kübizm çok farklı boyutlardan evrene, nesnelere bakmayı ele aldığı için önü açık bir akımdı. İlerleyebildi. Ve Kübizm içerisinden başka modern sanat dalları da ortaya çıkıyor. Sürrealizm (Gerçeküstücülük) mesela… Nitekim, hat hem İslâm sanatının içerisinde çok önemli yer teşkil eder, hem de dünya sanatlarının…. Hat sanatı, bizim kendi sanatımızdır! Keşke daha çok kıymetini bilsek, keşke.

İslâm sanatı dünyaya nasıl hitap etmeli, bunu konuşmak lâzım

Mağribî hattı… Bir buna bakıyoruz, bir de Endülüs’ün mimarî yapısına. Birbirlerinden o nadide formu almışlar. “Keşke kıymetini bilsek” dediniz. Günümüzde kendi mimarîmiz olmadığı gibi hatta da bir formumuz yok. Küfîyi Kâbe’nin formuyla hemen hemen bir olarak görüyorum ben. Benzerler. Mağribi hattı, Endülüs’ün mimarîsine aksediyor da; bizim niçin hat sanatımız bugün başka şeylerde aksedemiyor?

Hat sanatının serüvenine baktığımızda küfî yazıyla alâkalı 120 farklı üslubun yer aldığını söyleyebiliriz. Bunların birçoğunu bilmiyoruz. Neden? Çünkü, Türklerin benimsedikleri “Türk ekolü” dediğimiz “Aklam-ı sitte” usulde altı çeşit yazı karakteri bizimle birlikte oturmuş vaziyette. Şu ânda İslâm coğrafyasında bu yazı çeşitleri artık sanatın özü niteliğinde. Diğer yazı karakterlerine de yazmaya mahir olabileceğiniz bir tarz… Muhakkak, reyhanî, sülüs, nesih, rıka ve tevkî yazıları… Rika dediğimiz icaze hattı. Mesela icaze hattı melez bir yazıdır sülüs ile nesihin birleşmesinden oluşan ince istinsah kalemiyle yazılan bir biçimdir. Tevkî de aynı şekilde, içerisinde reyhanî, sülüs, nesih hareketlerinin bulunduğu bir melez biçimdir. İki ana yazı karakterimiz var: Muhakkak ve sülüs. Bu ana karakterlerin yanına eş olarak iki tane karakter var: Reyhani ve nesih. Birisi mimarî için, diğeri de ilim erbabı için ve gündelik yazıları daha iyi yazabilmek, ilahî sözleri; Kur’an-ı Kerim’i ve büyüklerin sözlerini yazabilecek kitabî yazılardır. Sülüs ve muhakkak yazı kitabî değil, daha çok bir mimarî yazısı. Muhakkak ve sülüs yine kitaplarda da var, yazma eserlerde de kullanılmıştır ama temele baktığımız zaman iki temel karakterden, Türklerin başarısıyla icazî ve tevki yazı tekrar türedi. Melez yazı. Yazının içerisinden başka yazılar doğuyor yâni. Diğer yazıyla birleşiyor, iki üç yazı karakteri bir araya geliyor; başka yazılar da ortaya çıkıyor. Bu bizim Türklerin sanat konusundaki dâhi olduğunu gösteren bir şeydir. Dünya sanatının temelini oluşturan bir karakter düşünün… Bu karakteri ortaya koyan bir insan modeli var… Bu insan ırkı öyle bir dâhi ki, temelini oluşturan unsurları bir araya getirerek, farklı bir unsur daha oluşturuyor.

Terkib…

Evet, bu çok önemli bir olaydır. Buraya parmak basmak lâzım. Bugünün sanatına, bugünün dünyasına, bugünün insanına İslâm sanatı nasıl hitap etmeli, konuşmak lâzım. Global bir dünyada yaşıyoruz. Sosyal medya, internet çok revaçta… Evvelden bir yılda gidip göremeyeceğin şeyi bugün bir saniyede, bir dakikada görebiliyor, ilham alabiliyor, etkilenebiliyorsunuz. Diller birbirinden çok fazla kelime almaya başladı. Artık bunu dilbilimi de takip edemez hâlde. Şimdi okullarda sorular çıkıyor, tezlerde “sosyal medyanın dilimize kattığı kelimeler” yer alıyor. Dilbilimi kelimeleri oluşturup, insanların önüne sürer. Neyle? Sanat ile… Edebiyat da ehemmiyetli bir sanattır. Şair tutar bir kelime ortaya koyar, bir şey çıkartır oradan. O kelime artık bizim dilimize girmiştir. Şu an ise sosyal medya insanlara, dillere sirayet ediyor, farklı kelimeler koyuyor. İsviçre’deki birinin kullandığı kelime, Türkçeye hemen monte ediliyor. Bir Afgan’ın kelimesi, İngilizceye giriyor. Halk da bunu kullanmaya başlıyor. Siz istediğiniz kadar sözlüğe eklemeyin, halk kullanıyor. Bir müddet sonra da soru geliyor “Dilimize şu sebeplerden dolayı giren yeni kelimeler hangileridir?” diye. Tam da buradan hareketle, biz sanatımızla dünyaya nasıl hitap etmeliyiz, hangi açıdan bakarak insanları etkileyip, geleceğe yönelik yol göstermeliyiz? Dolayısıyla soyut sanatın temelini oluşturan bir sanattan bahsediyoruz. O zaman zaten soyut olan bir sanatı, bugünün “soyut” olarak adlandırılan Batı sanatıyla bir araya getirdiğimiz zaman bu şu demek oluyor: İki ayrı sanat disiplinini bir araya getirmek. Doğu dünyanın bir tarafı, Batı da öyle. Yani iki zıt karakterdir. Disiplinler de birbirine zıt karakterlerdir. İki zıtlığı bir araya getirmek nasıl olacak? Günümüzün sanatıyla alakalı gidişattan bahsedecek olursak, özellikle İslâm sanatı nereye gidecek? Nasıl yön verilecek? İşte çok önemli bir detay. Bu meseleye çalışmamız gerek.

Salih Mirzabeyoğlu, Elif isimli eserinde meâlen, İslâm sanatkârının bugün tıpkı kendisinin fikirde yaptığı gibi Batı’nın verimlerini dil çarşafımıza silkeleyerek bize yarayacak olanları alıp, bizim verimlerimizle terkip etmesi gerektiğini söylüyor. Mirzabeyoğlu’nun kendi çalışmaları da var, modern resim ile hattın birleşimi gibi algılanabilecek. Sizin ifâdeleriniz onları hatırımıza getirdi.

Evet… Bazılarını gördüm… Sonuç olarak, bugün çağdaş sanat mevcut. Bu akımın ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Endüstri Devrimi’nden sonra ortaya çıkan bir sanat tarzı-biçimi “contemporary” yani çağdaş sanat. Batılı endüstriyle beraber ne yapıyor? Ürettiği ürünleri, insanların daha çok dikkat çekmesi ve pazar payının gelişmesi için sanatçıların düşünce-katkısıyla dünyada yaygınlaştırabilme amacı güdüyor. Pisuvarı, tuvalin üzerine ters şekilde monte ettiğinizde endüstriyel bir ürünü “sanata” çevirmiş oluyorsunuz. Contemporary-çağdaş dediğimiz şey aslında tamamen endüstriye hitap eden, reklamını yapan bir akım aslında.

Barok dönemde özellikle burjuvazinin Avrupa’da yükselişiyle beraber, bu insanların kendi portrelerini sanatçılara yaptırması ve sanatçıların bu yolla para kazanmasına kadar götürebiliriz bunu aslında?

Şöhret olma, kendini ispat etme, tanınabilirlik artırma güdüsünden ileri gelen şeyler. Kapitalizmle beraber endüstrinin gücüyle tamamen para kazanma odağında kalıyor. Dünya toplumlarına baktığımız zaman, bu aslında vahşice ve zalimce yapılan bir şey. Siz bir şey üretiyorsunuz ve ürettiğiniz şeyin tanıtımını insanların zayıf noktası olan duygularına vurarak önlerine koyuyorsunuz. Bir pisuvar ile insanlar duygusal bağ kurmaya başlıyor… Tam da bu noktada, kapitalizm hedefine ulaşmış, insanlara ürettiği şeyi talep ettirmiştir. Bir ürünü ortaya koymanız tek başına anlam ifâde etmez. Burada üç T devreye girer. Önce bir şeyi arz etmeniz ardından tahrik, talep ve tatmin ettirmeniz lazım. Önce bir talep olacak. Talep olmadan önce de tahrik olması lazım. İşte bu noktada Çağdaş Sanat, dünya toplumlarını tahrik eden bir unsurdur. Tahrik ettikten sonra insanlar bunu talep ediyorlar. Ne ile peki? O burjuvazi, şöhret, ilgi ile beraber gelen “herkeste var bende de olsun” şeklinde moda denilen şeyler başlıyor. Bu talep oluşturuyor. Sonra insanlar bunu elde ediyor ve bu sefer o şeyle insanlar arasında tatmin konusu geliyor. Bu şekilde yapılan tahrik, bunun ardından gelen talep ve nihayetinde gelecek tatmin kesinlikle tam bir şekilde oluşmuyor, yarım oluşuyor. Bu tatmin yarım oluştuğu için hemen başka bir yola giriyor ve yarım kalan tatmin duygusunu başka şekillerde tamamlamak istiyor. Yelpaze gibi açılıp gidiyor. Batı sanatı ya da çağdaş sanat dediğimiz şeyin hali bu.

Bizim, asr-ı saadetten beri, Peygamberimizin (s.a.v.) tavsiye ettiği üzere sanatımızda ne yapmamız gerekiyor? İşte bu şekilde insanları sapkınlığa kadar götürebilecek bir yolda, doğru olana davet etmemiz gerekiyor. Bunu, eskiden yapılanı getirip bugünün insanına anlatarak başarmamız mümkün değil. Çünkü algı yöntemleri, bilinç dünyası çok değişmiş. Bugün bir Müslüman olarak ister çağdaş ister geleneksel sanatla uğraşayım, kendi sanatımı Peygamberimizin (s.a.v.) yolundan giderek bugünün dünyasındaki insana yönelik bir tebliğ vasıtası olarak kullanıyor, onların yaptığı bazı çalışmaların ya da peşine takılıp gittikleri yolun doğru olmadığını ihtar ediyor, doğru bir noktaya ulaşabilmeleri için onlara bazı kelimeler vererek yeniden kendi özlerini hatırlatmaya çalışıyorum. Çağdaşla uğraştığım zaman bununla, gelenekselle uğraştığım zaman onunla anlatıyorum bunları. Zaten bir yapıtın sanat eseri olabilmesi için alıcıdan çok sanatçının anlatabildiği nitelikte bir hikayesi olması gerekiyor. Eğer sanatı yapan kişi yapıtının içeriğindeki hikâyeyi insanlara anlatamıyorsa, aktaramıyorsa bunun toplum için de bir anlamı olmayacak. Topluma anlamı olması için, bunun izleyicinin eserin karşısına geçip gördüğünde bu eserde kendine has şeyleri görebilmesi için sanatçının öncelikle hikâyeyi düşünsel bir zeminde açık bir şekilde kurgulaması ve delilleriyle ortaya koyması lazım. O yapıt, düşünsel yapının bir delilidir. Bir mesaj veriliyor orada. O mesajı biz insanlara anlatmalıyız. Yoksa insanlar hangi esere bakarsa baksın bir şeyler anlayabilir. İslâmî ya da kendi hayat tecrübelerinden yola çıkarak bir esere baktığında oradan istediğini anlayabilir. Ancak bir sanatçı neyi anlatmak istiyorsa, bir temel fikrin olduğu eser ortaya konduğunda izleyen doğruyu da yanlışı da o eserde artık görebilir. Fakat yanlışlığı gördüğünde doğruluk hapsedilmiş, yanlışlar özgür bırakılmıştır. O kişi de “Evet, yanlışlar özgür bırakılmış ben doğru olarak hapis hayatı yaşıyorum. Benim yanlışa değil, doğruya yönelmem gerekir.” diyecektir. Diğer kişi de doğru olanı görecek ve kendini doğruya sevk edecektir.

Birebir sanatçının anlattığını, tam olarak anlamak durumunda değil izleyici. Ona yakın anekdotlar yakalayabiliyorsa hayatından, ufak bir nüvesini görebiliyorsa o onu teşvik edecektir. Ben sergilerimde dolaşıyorum bazen insanlar arasında. İnsanlar bana eserlerimde ne anlatmak istediğimi soruyorlar. “Ben ne anlatacaksam o eserde ortaya koydum, zaten asıl önemli olan sizin o eseri gördüğünüzde ne anladığınızdır. Eser size ne söylüyor asıl önemli olan o.” diyorum. Biz burada eseri duvara asılan bir dekor ürünü olarak görmüyoruz, ona kişilik katıyoruz. Kişiliği, karakteri koyduğunuz zaman eserin içine, o bizim gibi hayatın içerisinde bir varlık olarak karşımıza çıkar. Siz o esere her baktığınızda sizi geliştirecek ve size bir şeyler söyleyecektir. Biz İslâm sanatıyla çağdaş sanatı bağdaştırmak istersek, bu minvalde yapmamız gerekir diye düşünüyorum. En azından ben bu şekilde yapmaya çalışıyorum. Yaptığımız çalışmaların hepsi aslında deneysel çalışmalar. Yarın insanlar bu eserlere baktığında ne düşünür bilmiyoruz; ama faydamız olursa ne mutlu. Amacımız da zaten bugünün insanını değiştirmek ya da etki altına almak ve gelecek nesillere de bu anlamda fayda sağlamak. Bu insanların Müslüman olması da şart değil, insani olarak nasıl yol alacaklarını göstermek esastır.

Tebliğden bahsettiniz. Tebliğden çok güzelin telkini diyebilir miyiz yaptığınız işe? Hat sanatı bir propaganda aracı esasında.

Evet öyle bir tarafı var. Tebliğ ettiğini telkin ediyor aslında. Önce bir davet var. Davete icabet edip kafasını çevirenlere başlıyor işte telkin aşaması. İşte o zaman görüyoruz biz de lâkinleri.

Çocukluğumdan beri ses, resim ve şiirle alakalandım

Sanat hayatınıza gelirsek. Şimdiye dek çoğunlukla mücerret sanattan bahsettik, müşahhaslaştıralım durumu. Kendi sanat serüveninizden bahsedebilir misiniz?

Çocuk yaşlardan itibaren sesle, resimle ve şiirle çok alakalıydım. Bu durum bir yerden sonra sanatın içine tam olarak soktu beni. 12-13’lü yaşlarımda elime geçen bir kitap vasıtasıyla hat sanatına ilgi duymaya başladım. O zamandan sonra hat sanatını araştırmaya, o kitapta gördüğüm örnekleri inceleyip bazı kompozisyonlar denemeye başladım. Nihayetinde bir gün Fuad hocamla tanışma fırsatım oldu. Onun vasıtasıyla hat sanatını meşk etmeye başladım. O günden bugüne kadar geçen süreçte baktım ki, eğer biz sanat yapacaksak o zaman sadece hattın çizgilerini değil, diğer sanatları da bilmemiz gerekiyordu. Resim, heykel, seramik bilmemiz gerekiyordu. Bunlar teknik olarak sanatın mutfağında bizi geliştiren şeylerdi. Farklı sanat dallarını öğrenip altyapıyı ciddi bir şekilde doldurmak gerekiyordu. Farklı farklı kişilerden sanatlara dair bilgilerimi geliştirdim. Ama amacım daima hat sanatına verdiğim katkılardı. Hat sanatını geleceğe taşımaktı. İfade etmek istediğinizi, neresi olursa olsun başarmak gerekiyor. Aldığımız sanat eğitimleri bunu mükemmel hale getirmeye yardımcı oluyor. “Ya Mâlik'el-Mülk”ü bir hat olarak yazdığım zaman bunu tefsirlerindeki anlamlarını da ele alarak inceleyebilirim, ancak buradaki amaç o sözün tam olarak idrakine varabilmek. O’nun kâinatın hâkimi olduğunu, tüm her şeyin yaratıcısı olduğunu anlatabilmem için turuncu rengini seçeceği misal. Bunların hepsi altyapının genişliği sayesinde daha da zenginleşiyor ve kısacık dahi olsa vurucu bir anlama bürünüyor. Hat sanatı klasik anlamda baktığımızda ilmî ve kültürel bir sanattır. Bilgiye, ilme aç olmayan ve kültürel yetkinliği zayıf olan kişi için hat hiçbir anlam ifade etmez. Arapça harflerdir bunlar onun için. Çağdaş olanda, buna ek olarak duygusal olarak hitap eder. Bunu da insana aktarmayı hedefler.

Anadolu insanı sanata aç

Batı dünyasında yaşadığınız bir anınız oldu mu peki?

Yeni kelimeler adlı bir sergi yaptım ben. Evvelinde karma sergilere çokça katıldım ama bunlar arasında benim sanat serüvenimi anlatabilecek dediğim ve maddi imkanların da el verdiği ölçekte ebru sanatıyla uğraşan bir arkadaşımla “Zahirin Sırrı” adında bir sergi açtık. Bu sergi, o zamana kadar yaptığım klasik, çağdaş hat çalışmalarımı da içeren çalışmalardan oluşuyordu. O zaman ilk defa ortaya çıktı Zahirin Sırrı ve çok fazla soruldu. Ben de insanlara bunu kendilerinin bulması gerektiğini söyledim. Herkes şöyle söyledi: Zahirin sırrı, batında gizlidir. Yani giz, gizde gizlidir diye bir cümle oluşmuş oldu aslında. Fakat benim anlatmak istediğim şuydu: Kendime, iç dünyama bakıyorum burada. Zahirin sırrı, yani sanatta gördüğümüz bütün aleni olan şeylerin arka planında ne var? Bunu sorguladık. İşte çağdaş sanat, çağdaş hat olmalı mı, hat tuvalde olmalı mı, aslında olması lazım da nasıl olmalı gibi soruları sorduğum dönemde bir sergi yaptık. Arkasından İnziva diye bir sergimiz oldu. İnziva; zahirde görünenlerin sırrını içimizde kendimiz yoğurduktan sonra inzivaya çekildik. Hani artık ne yapacağız, hep klasikte mi kalmamız gerek, etrafındaki tezyinatta sadece klasik mi kullanacağız, biraz rokoko, barok yapmalı mıyız, rokoko yapacaksak eğer bunu 16. yy. klasik tezhibi ile nasıl birbirine uyarlarız gibi düşüncelerin içinde barındığı bir inzivaydı o dönem. İnziva süreci uzun sürdükten sonra tevekkül sürecine girdik. Tevekkül aslında tam anlamıyla Yaradan’a güvenip ondan istemektir yani dua etmektir. Bize de Peygamberlerin dualarıyla oluşan bir yakarış düşer. Biz de “Yakarış” isminde bir sergi açtık. Ondan sonra da bir iki sene içerisinde “Yeni Sayfalar” isimli bir sergi açtık. Bu sayfalara yeni bir şeyler yazmak gerekiyor; “Yeni Kelimeler” isimli serginin ismi de buradan geliyor. İşte zahirine baktık, inzivaya baktık, yakarışta bulunduk ardından yeni bir sayfa açtık ve o sayfanın üzerine bir şeyler yazdık. Burada beş kelime, beş renk, beş ayrı hikâye var. Bu sergiyi ilk önce Tataristan’da açtık. Daha sonra Diyarbakır’da açtık. Hicaz kadar değerli bir şehir Diyarbakır. Diyarbakır’dan sonra İstanbul’da Beyoğlu Sanat Galerisi’nde sergiyi açtık. Diyarbakır’da büyük bir ilgi duyuldu. Çünkü Anadolu insanı sanata aç. Sanatı göremiyorlar çok fazla; bu göremeyişlerin ardında gizli bir bilgi birikimi var. Ben onları dinlerken hayretler içerisinde kaldım.

Çirkine fazla maruz kalmadıkları için mi güzeli fark ediyorlar?

Evet, çirkine maruz kalmadıkları için de olabilir. Mesela şöyle bir soru geldi bana: “Klasik hattı çalışıyorsunuz; ama klasik hattın temelinde bu tarz çağdaş eserleri başarılı bir şekilde -az evvel size anlattığımı kastetti- nasıl bir araya getirdiniz? Çünkü zıttır bunlar. İran tarafında çok denendi ama başarılı ve estetik değil.” dedi. Onlara bunun sebeplerini anlattım. “Buna neden ihtiyaç duydunuz?” diye sordular. Bu soru çok önemli. Bu soruyla hiçbir yerde karşılaşmadım. Genelde “ne gerek vardı”, “bu buraya olmamış” gibi kendi görüşlerini aktarıcı sözlerle karşılaşmıştım. Soru sorulmuyor da kendi bilgi birikiminin ötesine geçilmemesi gerektiği dikte ediliyor. Hasılı “Buna neden ihtiyaç duydunuz?” sorusu önemli olmakla birlikte sorulmasına da gerek olmayan bir soru. Bugünün dünyasına, İslam coğrafyasına baktığınız zaman neden ihtiyaç olduğunu yaşam biçimi, sosyal hayat, ekonomik durumlar bu sorunun cevabını veriyor. Beyoğlu’ndaki sergi de çok güzel oldu. İstanbul’da hiç bu kadar ilgi gören sergim olmamıştı. İşin ilginç tarafı Tataristan’daki ilgiyi buralarda görmedim. Tataristan Rusya’da bir özerk bölge. Serginin ilanları yapılınca Moskova’dan, Saint Petersburg’dan ve Rusya’nın farklı yerlerinden birçok insan katıldı. Bu sergide soyut resim yapan birçok Rus sanatkârla tanıştım. Şimdi birbirimizi takip ediyor, eserlerimizi tenkit ediyor, birbirimizden faydalanıyoruz.

Oradaki ilginin fazla olmasının sebebi bu tarz çalışmaların daha az olmasıyla mı alakalı yoksa orada sanata olan ilginin daha çok olmasıyla mı?

Bu sanatlar orada pek olmayabilir; ama bu insanlar bizim sanatımızı çok iyi biliyorlar. Hatta orada eserlerime şöyle tenkitler geldi: “Türkiye’de klasik hattı deforme etmek, modernleştirmek zor değil mi, bunu nasıl başardınız?” Ben donup kaldım çünkü daha buradaki insanımız dahi klasik hattımızın ne olduğunu bilmezken oradaki insanlar bunu ayrıştırabiliyor. Klasiği de aynı zamanda bırakmadığımı söyledim onlara. Çünkü benim temelim klasik. Sanatçılardan biri ben anlatmadan benim tarzımın dışa vurumcu olduğunu söyledi. Nasıl anladınız diye sordum. Mesela “el-Hayy” isimli tablomda ne yazdığını bilmiyor ama oraya bakarak, “Sen burada İlahi yaradılışın, kâinatın göklerden yere nasıl indiğini o kadar güzel anlatmışsın ki, soyutun zirvesi işte budur.” dedi. Elbette ne kadar güzel tenkitler de alsam sanatımda her zaman eksikler görüyorum ve o eksiği tamamlamak için çalışıyorum. Zaten hayatımız kendi eksiklerimizi tamamlamakla geçiyor. Ne kadar eksiğimizi tamamlarsak başarıya o kadar ulaşırız. Başarı da iman ile göçebilmek.

Sözü toparlarsak son olarak neler söylemek istersiniz?

“Türkiye’de sanata destek yok” diye bir düşünce var bizde. Yine bir iş adamı çıkar der ki “Ben sanatı destekliyorum.” Ben de şunu söylemek istiyorum; sanatın hiç kimsenin desteğine ihtiyacı yok. Kâinat nasıl deveran edip sonsuza doğru akıyorsa, sanat da kendi halinde ilerler gider. Allah rızka kefildir. Fakat insanların sanatın desteğine ihtiyacı var. İnsanlar sanatla kendilerini desteklemeliler. Sanat insanın hayatına bir anlam katar ve bu anlam asla ucuz değildir. Sanatla kendisini desteklemeyen bir insan doyuma ulaşmamıştır, hayatı boyunca ne kadar yemek yerse yesin ne kadar kitap okursa okusun hep açtır, asla doyamaz. Çünkü o insan estetikten, zevkten uzak kalmıştır. O koleksiyoncu envai çeşit bir şeyler biriktirmiştir ama asla onların tadına bakmamıştır. Sanatkâr eserini meydana koyar, Allah da ona eserinin karşılığını her halükârda gönderir.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 9. Sayı