Okurlarımızın daha yakın tanıması açısından soracak olursak, Muhammed Furkan Ceylan kimdir? Cilt sanatına nasıl başladınız, kaç senedir bu işi yapıyorsunuz?
Sıradan bir vatandaşım diyelim… Şu anda sanat tarihi öğrencisiyim. Ciltçiyim, mücellitim yâni. Kitap restorasyonuyla uğraşıyorum… Kağıdından, cildine, kumaşına kadar kitapları restore edip, gelecek zamanlara taşımaya çalışıyoruz… Yaklaşık yedi senedir bu işi yapıyorum. Ondan önce de antikacı bir sahafın yanında çalışıyordum. Oradan gelip ciltçiliğe başladım. Atölyeyle beraber de yedi senedir restorasyon yapıyorum.
Cilt mesleğiyle beraber başka şeylere de ilginiz arttı mı?
Kitapla alâkalı olan her şey ilgimi çekiyordu. Ama cilt işine girdikten sonra matbaa işine merak saldım. Tasarım ve özellikle kitap tasarımıyla daha çok ilgileniyorum. Mimarî ve sanata olan ilgimden dolayı da bunlara eğildim, daha fazla ilgilenmeye başladım.
Size bir sürü eski kitap, eserler geliyor. Dikkatinizi neler çekti? Koleksiyon da yapıyor musunuz?
Cilt koleksiyonum yok henüz. Ama kitap topluyorum… Sanat tarihi, matbaa tarihiyle alâkalı bir sürü şey topluyorum. Kitap harici afiş de biriktiriyorum. Kitaplar ağırlıklı olarak sanat ve kitabiyat üzerine… Biraz da keyif için felsefe…
Osmanlıca ve Arapça yahut diğer dillerde eserler var mı?
Yabancı dil olarak sadece İngilizce bildiğimden, en çok onlardan var… Diğer dillerde de var elbette. Antika değeri olup, Fransızca, Osmanlıca, Arapça ve İtalyanca da birçok kitap var elimde…
Ciltçilik nedir, bu ihtiyaç nereden geliyor?
Ciltlemek, insanların kitapları muhafaza etme ihtiyacından dolayı doğmuştur. Değişik yöntemlerle ciltleme yapmışlardır. Ahşap, yaprak, deri gibi şeyler arasında kitaplar korunmaya çalışılmıştır. Cilt kelime kökeni olarak Arapça’dan geliyor, “deri” mânâsında… Ama kitabı deri ile kaplamak çok sonradan başlıyor. Genellikle ahşap şeylerle kitapları koruyorlar. Ahşap ağırlıklı idi… Aslında tarihsel olarak da kodeks denilen bir yapı var, kitabın kitap olmadan önceki hâli bu. Kitap hâline gelmesi sonraları oluyor… Bir de rulo yöntemi var. Onun ne olduğu da adından anlaşılıyor. Kitap, kodeksten sonra dönüşünce, ahşapların arasına koyuluyor. Kalın yapraklar ruloların içinde de muhafaza edilmiş. Günümüzdeki kitap formu ilk Uygurlarda ortaya çıkıyor. İslâmiyet ile beraber deri kullanılması yaygınlaşıyor. Orada da Kur’an’ı Kerim’i muhafaza etme fikri var. Bizdeki cilt sanatının gelişme sebebi Kur’an’ı korumak… Bu kadar süslü, güzel hâle gelmesinin temel sebebi de bu. En büyük etken Kur’an-ı Kerim’i korumak ve bu işi en güzel şekilde yapmak.
Yâni, ciltleme işi Batı’dan önce Doğu’da mı gelişti?
Evet… Kitabın gelişmesi de Doğu’da önce oluyor. Bunun en büyük faktörü de İslâmiyet oluyor. Günümüze gelene kadar da değişik formlar deneniyor.
Ahşaptan deriye gelince, deride kalıcılık söz konusu oldu yâni?
Evet. Ağırlıklı olarak deride devam ediyor uzun bir süre. Çok uzun süre koruyucu olabiliyor çünkü… Günümüzde kumaş da var. Kâğıt türevleri de bildiğiniz üzere revaçta, karton, mukavva gibi…
Ama cilt sanatını icra edenler, hakkını verebilmek için genelde deri kullanıyor doğru mu?
Şöyle; kitap neyi istiyorsa, dönemi neye uygunsa ona göre yapmak gerekiyor. Bazen eski kumaşlar da güzel olabiliyor. Tamamen mücevherle süslenmiş deriler de olabiliyor.
Ciltçilik sanatıyla ne amaçlandı korumaktan başka? Geçtiğimiz kültürlerde ciltleme nasıldı?
Tek bir amacı var esasında başlarda… Kitabı, eseri korumak... Hâlâ da bu maksada dayalı yapılıyor. Kitapta uzun ömür önemlidir. Evet, insanlar daha da güzelini istiyor, bir yerde yetinmiyor. Daha da güzelini, incesini, estetik görünümlüsünü yapmak isteyince bu iş sanata dönüşüyor. Kitap sanatlarının bir alt dalı ciltçilik.
Ne tür süslemeler mevcut? Bunlar neyi temsil ediyor? Döneme göre mi değişti süsleme malzemeleri?
Tamamen döneme göre… Dönemin süsleme anlayışı neyse, ona göre bir anlayış şekilleniyor. Coğrafya ve kültürlere göre de değişiyor süslemeler. Ortadoğu’da başka, Uzakdoğu’da başka mesela… Batı’da da öyle, farklı. Süslemeler oranın kültürüyle alâkalı. Mesela bizim Doğu kültüründeki süslemeler çok farklı. Mısır’ın ciltlemeleri Kıptî kültürüyle alâkalıdır ağırlıklı olarak. Geometrik motifler de çok fazla var bizde. Fatımîlerde, Memlüklerde, Selçuklularda… Hatta Safevîlerde bile geometrik motifler mevcut. Ondan sonra Osmanlı’da biraz değişiyor. İranlılarda da farklı. Rumîler falan…
Hayvan motifleri olan da vardı…
Çok fazla olmasa da İran tarafında, Sasanilerde var… Osmanlı’da çok fazla hayvan örneği yok. Bizde genellikle çiçekler, şahsî şeyler stilize ediliyor.
O da başka bir sanatı, tezhibi mi doğuruyor mesela?
Kitap sanatları içerisinde tezhip sanatının da yeri var. Süslemek için onun da yeri ayrı… Tezhip sanatı aynı şekilde Uzakdoğu’ya dayanıyor. Resimle alâkalı aslında. Kitabın içine girmesi bizde daha sonra oluyor. Uzakdoğu’da tamamen harici olarak yapılıyor; özellikle Japonya ve Çin’de. Biz Doğu’dan o süslemeleri direkt alıp kitabın içine sokuyoruz…
“Cilt ustası” dediğimiz kişi hangi mesleklerle irtibatlı olmalı, neleri bilmeli?
Cilt sanatçısı yerine, cilt ustası demek evet, daha doğru. Çünkü biz şu an tamamen zanaatkârlığını yapıyoruz işin. Taklidini yapıyoruz… Herkes bunu yapıyor diye söylemiyorum elbette. Cildin tasarımını yapanlar da varsa, onlar sanatçı olur, olmaz değil. Ama cilt ustası, eğer bu işin zanaat kısmıyla ilgileniyorsa, Osmanlı kitaplarını ağırlıkla ciltliyorsa, Osmanlı kitabiyatını bilmesi gerekiyor. Genellikle de haşır neşir olduğumuz şeyler, sanat tarihiyle iç içe… Tarih de öyle…
Ebru ve tezhip bilmelerine gerek yok yâni?
Ciltçi deriyi bilmek zorunda… Bunları bilmese de olur. Süslemeyi de çok iyi bilmek zorunda olmasa da, süsün ne olduğuna, neyin nasıl yapılacağına dair fikri olması gerek. Süslemeyi değil ama süsü bilmek zorunda, neyi temsil eder, hangi dönemi işaret eder vesaire… Gerisi el becerisi. Mücellit ebruyu bilmek zorunda değil, tezhibi yapmak zorunda da değil. Onların ustaları da var.
Mimarî serüvenimizde klasikten, barok tarzına geçişimiz oluyor. Aynı şekilde ciltlerde de benzer bir şey yaşanıyor. Barok tarzı cilt çalışmaları yapılmış.
O dönemin süsleme anlayışı neyse, işler de onunla alâkalı oluyor.
Şu an en çok ne türde işler yapılıyor? Bu dönemin ciltleri neyi temsil ediyor?
Tamamen endüstriyelleşti. Kolay üretim ve tüketim! Şu andaki ciltlerin hâli bu. Cilt deyince aklınıza sadece eski ciltler gelmesin… Yeni bir matbaadan çıkan herhangi kapaklı cilt de günümüzün temsilidir. Onlara da Amerikan cilt deniliyor. Direkt dikişsiz, hızlı. Eskiden malzeme ve zaman vardı.
Maksat kitabın muhafazası ya, peki bugün günümüzde yapılan ciltler bir kitabı ne kadar süre muhafaza eder? Eski deri ciltlerle muhafaza süresini kıyas edebilir misiniz?
Günümüzde yapılan ciltler, kâğıt ve matbaa kalitesine göre de değişiyor. Eğer iyiyse, bir 50-100 sene muhafaza eder. Tabiî bu koruyan kişiye göre de değişir. Ama kağıtlar asitli olduğu için 100 seneyi geçmez. Eğer asitsiz kâğıt ile üretildiyse, biraz daha artış gözükebilir. Ama deriyle yapılmış, düzgün ortamda muhafaza edilmiş 1200 yaşın üzerinde cilt ve kitaplar var…
Mesela önünüzdeki kitap kaç yıllık?
Mesela bu mühendishanenin orijinal cildi. Yaklaşık 250 yaşında… Bunlar da daha eski… Fransız ciltleri… Yaklaşık 350 yaşında. Mesela deri ile düzgün muhafaza edilmiş, hâlâ korunuyor. Tertemiz…
Fransız cildi ile Türk cildi arasında ne gibi farklar var? Elinizde tuttuğunuz cilt üzerinden örnek verebilir misiniz?
Fransız cildi ile Türk cildi değil de, Avrupa cildi ile klasik İslâm cildi arasındaki fark diyelim: İlk önce form yapısı farklı, formalar da başka, dikiş de. Rafta saklanma şeklinden dolayı da değişimler var. Bizde kitap rafa düz koyulur. Avrupa’da dikey şekilde. O yüzden yöntem farklılaşmış yani.
Bizde yatay koyuluyor kitap yani?
Evet… Kitabın muhafaza şekliyle alâkalı. Kitap rafa yatay olarak koyuluyor bizde. Üstüne de diziliyor. O yüzden kitabın ismi de alt kısmına (sayfaların üzerine) yazılır. Avrupa’da ise kitap dikey muhafaza ediliyor, böyle olduğu için mukavvalar birer-ikişer milim daha büyüktür. Bizde ise kitapla cilt eşit ölçüdedir.
Hangisi daha mantıklı acaba?
Kitap kurtlarıyla alâkalı ince bir şey var burada. Kitap kurtları kitaba dadanınca, metne çok fazla zarar veremesin diye böyle muhafaza etme biçimi kullanılmıştır bizde. Avrupa’da ise dikine… Avrupa ciltlerin sırtı ovaldir, ekstra dövülür. Süsleme, ağırlıklı olarak sırta verilir. Bizde ise süsleme ağırlıklı olarak kapaklara verilir. O yüzden yapılan süslemeler de gömme hâlindedir. Kitap arkadan çekilirken falan, o altın tezhip, süsleme bozulmasın diye gömmelidir. Mesela bu (elindeki eseri gösteriyor)…
Kaç yıllık eser bu elinizdeki?
250 yılın üzerinde.
Restorasyonu o yılın üslubuna göre mi yapılıyor?
Evet. Bir ciltçinin de bunu bilmesi gerekiyor işte… O dönemin üslup, yöntemi neyse onu bilmesi gerekiyor. Mesela ben şu kitabı elime aldığım zaman, matbaadan çıkıp-çıkmadığını, o cildin sonradan mı yapıldığını bilmeliyim. Taklidini, restorasyonunu da ona binaen yapmam gerekiyor. Günümüzde maalesef bunu tamamen “yeniden” yapanlar var. Üslup değiştiriyor, aynı Avrupa cildindeki gibi sırtını ovalleştiriyor. Görüntü olarak güzel gözükebiliyor; ama kitabın dönemine uymuyor ki. Bu eser ayrıca Fransız usulüyle ciltlenmiş de olabilir başka yerde… Mesela bizim matbaanın son dönemlerinde çifte kamburalı yapılıyor kitaplar… Bir kitap düşünün, buradaki kitabın sırtı dümdüz. Bununla aynı dönemde olan başka bir kitap ise Fetâvâ-i Hindiyye dediğim kitabın sırtı başka. Şu Kamusü'l-Âlâm de, aynı dönem ama tamamen Avrupa tarzı. İkisi de aynı dönem, matbaa cildi… Hindiyye ise sırtı düz, kumaş, mıklep, bizim klasik üslup.
Birinin elinde üç asırlık eser var diyelim, ciltletmek istiyor, nasıl yapılması gerektiğine o şahıs mı karar veriyor, yoksa siz mi?
Genellikle benim dediğime razı oluyorlar. Bir de bizim ciltlerde mıklep olur. Avrupa ciltlerinde bulunmaz bu. Bizim İslâmî ciltlerde, muhafaza etme şeklinden dolayı mıklep yapılıyor. Mıklep, kitabı her açıdan koruyor, kurt-böcek girmesini engelliyor.
Kur’an’ı Kerim’lerde de var mıklep…
Kalıplaşmıştır bu… Aslında böyle bir kural yoktur ama onu da söyleyeyim.
Arabistan’daki Kur’an’larda mıklep yoktu sanırım… Bazılarında diyelim…
Günümüzde modern matbaanın yol açtığı bir şey bu. Herhangi bir şekilde mıklep olmasını gerektirecek durum da yok zaten. Hatta onların kitap ve mukavva ölçüleri bir değildir. Biraz daha fazla mukavvanın boyu. Modern matbaanın ürünü bu.
Biz ayraç gibi de kullanılıyor mıklep.
Öyle bir yöntem de var. Çok da doğru değil aslında. Orada kaldığı zaman mıklep, iz yapabiliyor. Eski kitapları bozabilir. Derilerde de genellikle mıklep 50-100 yıl sonra kitabı sarmamaya başlıyor, çünkü deri çekiyor. Mıklep tam sarmamaya başlar.
Teknolojik gelişmelerle beraber ciltte ne gibi değişiklikler meydana geldi?
Cilt bahsinde restorasyon gelişti… Teknolojinin restorasyona faydası oldu. Gerçi Osmanlı döneminde de restorasyon yapılıyordu. Bu arada eskisini atıp, yenisini yapma yoktu Osmanlı’da. Kâğıtlarda da restore edilirken, o kopan yere o dönemin eski kağıdını yapıştırıp, aynı şekilde muhafaza ediyor. Eskiden kopmuş derilere, aynı deri parçasından yapıştırılıyordu. Bu günümüzde de böyle. Kabaca deriler de değil, tıraşlanmış, görüntüsü de benzeyen deriler yapılıyordu. Şimdi bunun yapıştırıcıları değişti. Bir de teknoloji derinin tarihini anlamak için işe yarıyor.
Misal Süleymaniye Camii’ne girdiğimizde aldığımız hissi Çamlıca Camisi’ne girdiğimizde alamıyoruz. Bu cihetten aşılmak mevzuuna girebiliriz. Eski ciltli bir kitaba dokunduğumuzda aldığımız hissi yeni kitaba dokunduğumuzda alamıyoruz. Bu husustaki görüşleriniz nelerdir.
Bu meselenin, benim kanaatimce, tarih sevicilikle bir alakası var. Ayrıca şöyle bir mesele de var: O dönemde yapılan işlerde kültürel süreklilik var. Ancak şu an bir kopukluk var. Fatih dönemi, Süleymaniye dönemi dediğimizde bir karakter var. Ancak şu an bir kopukluk var, herhangi bir müştereklikten bahsetmek mümkün değil.
Modernizm ile birlikte gelen bir şey bu. Gelenekle bağlantı ruhla olan bir şeydir. Şayet kültürel bağlantı olmazsa ne yaparsan yap o hissiyatı alamıyoruz. Süleymaniye’de hissettiklerimiz o kültürel bağlamın devam etmesinden dolayı var. Ancak Çamlıca camisinde böyle bir şeyden bahsetmemiz mümkün değil.
Ciltcilik için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bir cilt sanatı var, bir de ciltçilik işi var. Ciltçilik işinde bir malzeme alınıyor ve ortaya bir şeyler çıkartılıyor. Burada bir sanattan bahsetmemiz mümkün mü?
Cilt işinde bir sanat icra ediliyor. Ancak Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bizim kendi cilt sanatımız kopmaya başlıyor. Bu meselenin de dinle alakası yoktur çünkü cilt ustalarının birçoğu Ermeni’dir. En iyi ustalar, saray ustalarının birçoğu Ermeni’dir. Avrupa’da rafa sığması esasına göre ciltleme olduğu için ve bizde de kültürel bağlam kopunca artık sanat eseri olmayan işçilik kalıyor geriye.
Tanzimat dönemine kadar geri götürebilir miyiz?
Tabiî o dönemde başlıyor diyebiliriz dönüşüm. Bu dönemden başlayacak şekilde tüm sanat dallarında bir kopukluk oluşmaya başlıyor. Bugün bile hâlâ resim sanatında hangi geleneği sürdürmemiz gerektiğini, minyatürün nerede konumlandığı gibi sorulara cevap vermekte zorlanıyoruz. Necmeddin Okyay hocamız sağ olsun, Osmanlı’da yapılan ciltler nasıl yapılmış diye gönül sarıyor. Bunları tekrardan yaşatmaya başlıyor. Daha sonra İslam Seçen, Mustafa Düzgünman gibi öğrencileri sayesinde de bugün icra edebiliyoruz. Bugün ise ciltçiliğin hâlâ bir sanat olmadığı kanaatindeyim. Zanaat seviyesinde olduğumuzu düşünüyorum. Avrupa’da ise hâlâ devam ediyor; çünkü kültürel kopukluk yaşamadılar.
Ciltçiliğe olan rağbet nasıl?
Tabiî talep anlamında oluyor. Ayrıca bu işi öğrenmek isteyenler de oluyor. Çevremde talep edenler oluyor. Sürdürmeyeceklerini bilsem bile işin içine dâhil etmeye çalışıyorum. Ancak kalıcı bir çırağım yok. Yakın zamanda Fatih Ündür ile bir atölye açmayı planlıyoruz.
Önceden İSMEK tarzı yerlerde oluyordu benzeri sanatların eğitimi.
Evet, İslam Seçen hocamız ki kendisi ustamın ustasıdır, uzun bir süre ders vermişti İSMEK’te. Daha sonra Mehmet Ali Kunduracı hocamız devam etti. Ben orada eğitim alamadım. Doğrudan Fatih Ündür’den ders aldım. Ayrıca Mısır dönemim oldu.
Mısır’ın nasıl bir etkisi oldu üzerinizde?
Mısır’da olmasaydım ciltçilik işine de başlamazdım muhtemelen. Amcamla birlikte kitap fuarına gitmiştik ve Mısır’da kalmaya karar verdim. Bir seneye yakın üç farklı ciltçi hocamızın yanında çalıştım. Mısır’a gidene kadar klasik İslâm cildinin nasıl yapıldığını bilmiyordum. Orada kitap formunun nasıl oluştuğunu öğrendim. Cilt nasıl olur, yapılır ve benzeri şeyleri. Ayrıca Mısır’da benim de fantastik cilt dediğim eklektik bir ciltçilik var. Memlük ve Osmanlı geleneği üzerine Fransız ve Batı ciltçiliğinin eklendiği farklı bir tarza sahipler. Burada öğrendiklerim sayesinde klasik ve Batı tarzı ciltlerin arasındaki farkları daha iyi kavrayabildim.
Her mesleğin zorluğu ve kolaylığı vardır. Sizin mesleğinizde nedir bunlar?
Bu mesleğin en zor tarafı çok sabır gerektirmesi dışarıdaki insanlara göre. Bence sabır sevmenin olduğu yerde insana zor gelmiyor. Bir gün boyunca bir kâğıtla uğraştığımı bilirim.
Peki, şimdiye dek elinize geçen en ilginç eser neydi?
Kanuni’nin Cuma Selamlığının güzel bir tekrar baskısı var. Viyana ekolünden yapılmış bir baskısı. En çok heyecanlandıran ise Endülüs yazması gelmişti restorasyon için. Kâğıtları çok güzeldi. Endülüs Mağribisi tarzında yazılmış bir tarzdaydı. Diğer Mağribi hatlarından daha yumuşak ve hassastır bu tarz. Bu zamana kadar yaptığım en eski kitap buydu. Safevi döneminden gelme eserler vardı. Memlük döneminden gelme eserler aynı şekilde. Memlük döneminden gelen eserleri çok beğeniyordum.
Memlük tarzının nasıl bir yapısı vardı?
Memlük ciltlerinde nasıl ve niçin yapıldığını hâlâ anlayamadığım bir şekilde iç kapaklarında da deri kullanılıyor. Kullandıkları yöntemi ve malzemeyi ben hâlâ bilmiyorum mesela. Ama muhteşem görünüyor. Dış kapak süslemesinde de noktalı çalışmalar yapılmış. En sevdiğim ciltler bu anlamda Memlük ciltleridir. Hem sanat anlamında hem de muhafaza noktasında. Cilt sanatının hat safhası diyebiliriz bu çalışmalara.
Osmanlı Döneminde önce el yazmaları varken daha sonra İbrahim Müteferrika ile birlikte matbaa geldi. Matbaanın ciltçiliğe ve el yazmasına nasıl bir etkisi oldu? Matbaanın geç gelmesi iddia edildiği gibi Osmanlı’nın gerilemesine neden oldu mu?
Matbaa bizim topraklarımıza 1493 yılında İspanya’dan gelen Yahudiler üzerinden geliyor, Müteferrika’dan önce. Hatta Avrupa’dan önce geliyor Osmanlı’ya. Ancak Müteferikka’ya kadar matbaa gayrimüslimlerin kitaplarını basıyor. İslam diniyle ilgili eserlerin basımı yasak. Bunun en büyük sebebi de bizde kitap sanatlarının çok gelişmiş olması ve bundan para kazanan çok sayıda insanın olması. Bu müstensihler çok fazlalar, ayrıca kâğıdı kitap haline getirenlerin sayısı çok fazla, çok büyük bir sektör. Bu sektör sekteye uğramasın diye geç geliyor. Müteferrika matbaayı getirdiğinde de coğrafyayla ile ilgili kitaplar basılıyor [Müteferrika baskısı kitap gösteriliyor]. Eserde ferman vardır, izin belgesi vardır. Padişahın ve şeyhülislamın izin belgesidir bunlar. Dini diyebileceğimiz ilk kitap Risâle-i Birgivî, Üsküdar matbaasında basılıyor. Bu matbaa da Müteferrika’dan 70 yıl sonra kuruluyor.
Matbaanın geç gelmesi ve Osmanlı’nın gerilemesi üzerinden yapılan çok fazla çalışma var. Benim şahsi kanaatim ikisi arasında çok bir bağlantı olmadığı şeklinde. Ama Avrupa’nın ilerleyişinde matbaa çok katkı sağlıyor. Ama bizde tersini söylemek mümkün değildir. Matbaadan basılan kitaplardan daha çok medreselerde çoğaltılan kitaplar vardır. Bu dönemde kitap çoğalmak da öyle çok pahalı değil. Hatta Müteferrika’nın bastırdığı kitaplar el yazmalarından daha pahalı. Kitapların fiyatları da ucuzlamıyor. Müteferrika dört farklı şekilde satış yapıyor bu dönemde: 1. Yazma cildinde şemseli ve altın tezhipli olacak şekilde. 2. Matbaa cildinde, altın yaldız cildinde. 3. Tezhipli, çerçeveli. 4. Tamamen ciltlenmemiş, sadece dikişi yapılmış şekilde. Tüm bunlar fiyatları düşürmek adına yapılıyor, kitabın ucuzlaması daha sonraki dönemlerde oluyor.
Bizde matbaa nasıl gelişti?
Bizde matbaa har baskısı denilen yöntemle İbrahim Müteferrika’nın çalışmalarıyla başlıyor. İlk başta Gutenberg matbaayı keşfetti deniliyor fakat ilk başta Çinliler keşfediyor. Tahtalar oyularak harfler, kelimeler hazırlanıyor. Onun üzerine mürekkeple kâğıt üzerine baskı yapılarak hazırlanıyor. Çinliler de bunu fazla kullanmıyor. En fazla Uygurlar kullanıyor. Dönemin tarihçisi Uygurların hepsinin evinde kütüphane vardı diyor. Dini eserlerin hepsi basılmıştı. Hâlâ onların baskı yöntemiyle hazırlanmış örnekleri de mevcut. Gutenberg bu işi metal üzerine döktürüyor ve Latin harflerinin az olması dolayısıyla daha rahat yapabiliyor. Müteferrika da bu yöntemi kullanıyor; harfler yan yana getirilerek kelimeler oluşturuluyor ve harf baskısı yapılıyor. Müteferrika’nın bu stilde yapması bizim topraklarda pek sevilmiyor. Yazı karakteri halkın gözüne güzel gelmiyor. Arap harfleri estetik ve akışkandır, ama Müteferrika’nın stilinde bu akışkanlık yok. Ondan sonra taş baskı denilen bir yöntemle basılmaya başlanıyor. Müteferrika’nın harf baskısı beğenilmediği için İran da 1790 yıllarında matbaaya direkt taş baskı ile başlar. Taş baskı; taşın üzerine muhakkakların yağlı mürekkeple yazıları işlemesinden meydana geliyor. (Fotoğrafta gördüğünüz taş baskı da onlardan biri. Taş baskı da aynı el yazması gibi.)
Harf baskısı dediğimiz yöntem ise birbirinden ayrı ayrı biçimde fakat yan yana birleştirilerek basılıyor. Harf baskıda yazılar sayfanın arkasına da çıkıyor, kabarcıklar oluşuyor. Harf baskıda Arap harflerinin kombinasyonu çok fazla olduğu için harfler birbirine bağlanabiliyor. Yarım be, yarım se vs. gibi.
Taş baskı daha külfetli fakat estetik açıdan taş baskı tercih ediliyor. Bizde taş baskı Müteferrika’dan 90 yıl sonra geliyor.
Bunlar da Osmanlı’da kullanılan rokoko üslubu Kur’an-ı Kerim’lerin orijinal kalıpları. Bunlardan dünyada bir tane var. Bu Kur’an-ı Kerim’ler hâlâ günümüzde mevcut. Şeyh Hamdullah’ın, Hafız Osman’ın Kur’an-ı Kerim’leri taş baskı ile günümüze gelmiştir. Bu orijinal baskı da yine Hafız Osman ve Şekerzâde’nin cildinde kullanılıyor.
604 sayfanın bu şekilde kalıbı mı var?
Evet, tamamını içeren kalıplar mevcut. Mesela bu Üsküp matbaasında basılmış Hafız Osman hattının nüshası. Üsküp matbaası çok değerlidir. Her sayfa için bir tablet mevcut.
Teksir baskı kullanılmış mı?
Teksir yöntemi de fotoğraflarla aynı yöntem kullanılarak yapılıyor. Bir eserin orijinali alınarak onu çoğaltma işlemidir.
Kazan matbaasında basılmış bir Kur’an-ı Kerim var. Japonya’daki Müslümanlar da bu Kur’an-ı Kerim’i basmak istiyor fakat matbaa kuracak güçleri yok. Mecburen yüz yıllık bir yöntem olan teksir baskıyı kullanıyorlar. 1900’lerin başında Kazan’dan aldıkların Kur’an-ı Kerim’in aynısı teksir baskıyla çoğaltıyorlar. Çoğalttıkları Kur’an-ı Kerim’in arkasında kimin ne kadar maddi yardım yaptığını gösteren bir sayfa da vardır. Bizde de Said Nursi’nin kimi eserleri de teksir yöntemiyle basılmış.
Bir kitapta yazı ne kadar sürede kalır?
İs mürekkebi ile ömür boyu kalıyor yazı. Öncesinde farklı mürekkep çeşitleri kullanılıyordu fakat Fatih Sultan Mehmed döneminde alınan kararla is mürekkebi kullanılmaya başlandı. Öncesinde demir mürekkebi kullanılıyordu. Fatih dönemindeki bazı yazmalarda içindeki demirden dolayı oksitleşiyor ve kırılmalar oluyor. Hatta kâğıdı da yakmaya başlıyor. Günümüzdeki tonerlerle olan yazılar da uçucu. Ayrıca tamamen muhafaza edilmesiyle de alakalı. Çok fazla nemli ve tozlu bir ortamda olmaması lazım. Mantarlaştığı zaman kâğıdın yapısı tamamen değişiyor.
Mesela deriden yapılan parşömen var. Anadolu’da Bergama’dan çıkıyor. İncecik tabaklanıp tıraşlandıktan sonra ham yüzeyine yazı yazılıyor ve silinebiliyor da. Kâğıdı Çinliler keşfediyor ama dünyada en güzel kâğıdı Özbekler yapıyor. Zar gibi ipince şekilde yapıyorlar. Hattatlar da Özbek kâğıdını tercih eder. Avrupa’ya kâğıt geç gidiyor. Müslümanlar aracılığıyla gidiyor. Özbeklerin en güzel yapmasının sebebi de o bölgelerdeki toprak ve ağaçlar. Bizde de kâğıt mühürlenip aharlandıktan sonra kullanılıyor. Ahar yumurta akı ve nişastayla yapılan bir kâğıt. Yazı yazıldı mı silinebiliyor, o yüzden bol mürekkep yalamış sözü de buradan gelir. Aharlı kâğıt silinebilir olduğundan dolayı bizde devlet dairelerinde kullanılmıyor. Hatta bitişik yazarlar araya bir şey yazılmasın diye. Enteresandır Osmanlı’da kâğıt üretimi olmamıştır, dışarıdan almışız hep. Abdülmecid döneminde biraz hareketlenme oluyor. Beykoz kâğıt fabrikası da yine Abdülmecid döneminde kuruluyor. Müteferrika’nın ürettiği kâğıtlar da çok nadirdir. Avrupa’dan çok fazla kâğıtlar geliyor ve bu kâğıtlarda genellikle üç hilal kullanılıyor, İslambol yazıyor.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 7. Sayı
Eylül 2022