Sami Bey, Batı kültür ve yaşayışını yakından bilen birisiniz. Avrupa'daki sosyal hayata dair neler söyleyebilirsiniz?

Batı dünyası, Kilise'nin yanlış ve dünya hakimiyetini hedefleyen politikasından kurtulmak için Rönesans’la birlikte yeni bir hayat ve kültür anlayışı içine girmek durumunda kaldı. Dinî ve ahlâkî değer sistemlerini ve buna ait kurumları geçersiz kabul eden Batı toplumu, uzun bir kargaşa ve sosyal şoklar yaşadı. Kendine maddî ve ideolojik bir dünya hazırlamak zorunda kalan Batı dünyası, sosyal ve psikolojik hayatını maddenin veya tabiatın kanunları ile sürdürmeye çalıştı. Bunun için yeni ideoloji ve teoriler üretti. Fakat bütün bunlar, onun sosyal sistemini daha iyi ve huzurlu hâle getiremedi. Birbirinden çok farklı problemler ile yüz yüze kaldı. Halen de sosyal problemleri ile baş edemiyor.

“İnsan Eşya Gibi Algılandı”

Neden başedemiyor?

Batı'nın yöneldiği yeni düzen ile ilgili çeşitli teori ve ideolojilerin ortak özelliği, insanın yüceltilmesi ve aklıyla ortaya koyduğu sosyal sistemin, Allah veya metafizik dünya ve değerlerin dışında gerçekleşecek insani bir kurgu halinde olmasıydı. Batı kültürü, insanı Allah’ın yerine koyarak, her şeyi belirleyici bir güç noktasına getirdi. İlim ve teknoloji ile başardığı maddi dünya gibi, manevi ve sosyal dünyayı da aklıyla düzenleyebileceği hissine kapıldı. Fakat, aklî ve ilmî çabaların merkezinde insan değil, maddenin veya tabiatın kanunları vardı. Bir süre sonra tabiata da hâkim olmaya çalışarak, insanın aklının hâkim olduğu bir dünya kurdu. Bu dünyada, dinî, ahlakî ve geleneksel değerler olmadığı için, sosyal felsefesi hiçbir zaman sabit ve istikrarlı bir hâle ulaşamadı.

Sonuç, görünürde başarılı bir ekonomik ve teknolojik sistem ile felsefi mânâda güçlü bir düşünce birikimiydi. Fakat bütün bu birikimler, insanı anlama ve ona ihtiyacı olan manevi ve sosyal dünyanın ideal yapıya kavuşmasını sağlayamadı. Çünkü, insan; bir eşya gibi algılandı ve eşyanın metod ve özellikleri ile onun mutlu edilmesi sağlanmak istendi.

Halihazırda Batı’nın sosyal bilimleri ve sistemleri, insanı kavrayamayan ve ona başkalarıyla adaletli ve anlayışlı bir hayatı sağlayamayan birtakım kavram ve teorilerden ibarettir. Çünkü insan varlığının gerçek amacını ve toplumu bir arada tutabilecek temel kuralları koyabilmekten uzak kalmıştır. 

O dönemden beri, Batı'nın bu maddeci ve insanı anlayamayan metot ve teorileri ile yanlış bir yöneliş içinde olduğunu söyleyen çok sayıda Batılı düşünür ve ilim adamı çıktı.

İsim sayabilir misiniz?

Bunların hepsini burada saymam zor. Fakat; birkaç tanesinin ismini belirterek, bu kişilerin Batı’daki insanı ve onun değerlerini hiçe sayan maddeci ve pragmatik mantığa karşı görüş ve düşüncelerini ifade ettiklerini biliyoruz. Bunların bir bölümü, müslüman olan kimselerdir. Wordsworth, Wells, Fisher, E. Renan, Brenton, A. Carrel, A. Toynbee, H. Spencer, E. Wallerstein, P. Sorokin, B. Russel, A. Giddens.

“Başka Medeniyet ve Kültürlerde Kendimizi Aramak Yanlış”

Batı insanının hayat tarzı nasıl oluştu?

Batı hayat tarzı, aldatıcı ve sömürücü kilise organizasyonunun insanın akıl ve karar mekanizması üzerinde, insan dışı ve ahlakî olmayan bir sisteminden kurtulmak için, bütün değer sistemlerini ortadan kaldırmasıyla başlayan "rehbersiz bir yöneliş" halinde gerçekleşmiştir.

Batı'nın bilgiye ve teknolojiye hem bir meslek olarak ve hem de bir "hayat rehberi" olarak bakması, bu medeniyeti her şeye sahip olma ve maddeyi kutsallaştırma noktasına getirdi. Kendine rehber olarak aldığı Yunan ve Roma sistemi de hem maddi ve hem yaşama tarzı olarak hiçbir kural ve otorite tanımayan bir dünyayı oluşturmada yönlendirici oldu.

Batı'da, aklın yegâne rehber olacağı fikri, batı düşüncesini ciddi bir arayış ve değerlendirme süreci içine sokarak, yoğun ilmi ve fikri birikimin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Ama yukarıda da belirttiğim gibi; bunlar, sosyal yapıları ıslah ve ilişkileri düzenleyici bir noktaya bir türlü gelemedi.

“Kültürde Sentez Olmaz”

Müslüman toplumlara nasıl tesir etti bu?

İslam ve diğer Batı dışı dünya, Batı'nın ekonomik ve teknolojik alandaki üstünlüğüne bakarak, onun gittiği yoldan giderek hedefe ulaşacağını sandı. Fakat her toplumun sosyal yapısı ve insan niteliğinin temel değerleriyle sistem arasındaki bağlantıyı farkedemedi. Dolayısıyla, iki kimlikli bir düşünce ve duygu dünyası ile kendi benliğinden uzaklaştı.

Günümüzde, birçok batılının da söylediği gibi, Batı’nın bilgi ve sosyal sistemi başarısız olmuş ve bu medeniyetin sistemi önemli bir eksikliği hissetmiştir. Bunun üzerine kendi düşünürleri tarafından doğu medeniyetiyle bir sentez fikri ortaya atılmıştır.

Şunu belirtmek gerekir ki, medeniyetler arasında alışveriş olur ve bir medeniyet, bir diğerindeki uygulamayı ve sistemi, bazen aynen, bazen değiştirerek kendine uydurabilir. Fakat hiçbir zaman sentez gerçekleşmez. Prof. H. Ziya Ülken'in dediği gibi, "Kültürlerde eklektik (birbiriyle sentez) olmaz."

Bir medeniyet, kendi bilgi kaynakları ile kendi varlığını yeniden ortaya koyabilecek kural ve metodu, kendi sosyal ve değerler dünyası (din, ahlak, gelenek) ile temellendirerek bu yapıyı oluşturur. Şu an için yapılması gereken iş budur. Başka medeniyet ve kültürlerde kendimizi aramak, hatalı ve beyhude bir çabadır. Zaten, 200 yıldır bu yolda zaman geçirmiyor muyuz?

“Aile Kurmak Çok Kolay Sanılıyor”

Toplumumuzda boşanmaların ciddi artış kaydettiğini, ailenin krizde olduğunu belirtiyorsunuz. Bunun sebepleri ve bu sebeplerin ortadan kaldırılması hususunda neler söyleyebilirsiniz?

Maalesef toplumumuzda ailelerin kurulması ve daha sonra da kısa zamanda ailelerin boşanma noktasına gelmesi, üzücü ve aynı zamanda ibret verici bir sosyal değişme hadisesidir.

Ailenin krizde olması, aileyi parçalanma noktasına getiren düşünce ve akımların güçlü ve serbest bir şekilde aileyi yok edici düşünce ve hayat tarzlarını empoze etmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Aileyi itibarsız hale getiren roman, film ve magazin haberlerinin varlığı, bu söylediklerimi isbat edecek yüzlerce örneğe sahiptir.

Bu yayın ve gösteriler, aile kuracak insanları daha kolay ve daha cazibeli bir hayatın olabileceği algısını yerleştirmekte ve ailenin sorumluluğu, karşılıklı görevlerin yükünü ve çocuklarla ilgilenmek gibi yüce bir görevin zorluğu gibi anlayışları, şuur altına sistemli bir şekilde işlemektedirler. Gençlerde böylece, aile kurmak yerine; "gününü gün etme", "zevk dünyasına dalma", "renkli ve cinsel ilişkileri sürdürme" gibi kavramlar, hayatın temel hedefi haline gelmektedir. Bütün bunların sonunda, evlenmek istemeyen, belli kural ve sınırlar içine girmek istemeyen ve herkesle her şekilde ilişkide bulunmayı fayda gören bir yaşama felsefesi ortaya çıkmaktadır.

Çocuğu genç yaşlarına kadar yetiştiren anne açısından soruyorum; her kadın çalışmak durumunda kalırsa?

Bu konuda bir diğer hata, bütün kadınların iş hayatına girmek mecburiyeti gibi bir anlayışın benimsenmesidir. Öncelikle, aileyi ayakta tutmak istiyorsak; bunu kadının tamamen evin dışında iş yerinde tutarak sağlayamayız. Kadının çalışması, mutlaka evin dışında olması demek değildir ve her kadın da mutlaka çalışmak zorunda değildir. Bugün Avrupa’nın ileri ülkelerinde, %70'lere varan "part time" çalışma yapan kadınlar bulunmaktadır. Dolayısıyla ailenin ve çocukların sağlıklı bir şekilde yetişmesini istiyorsak, bu amaçlar ölçüsünde kadını çalıştırmayı düşünmeliyiz.

“Ahlâka, Aile Mahremiyetine, Değerlerimize Yapılan Saldırılara Karşı Durulmalı”

Bu noktada toplum da idari-siyasi sorumlu arayacaktır; öyle değil mi?

Öncelikle ailenin korunması konusunda hükümetin ciddi bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, şunu söyleyebilirim.

Toplumda, hak ve muameleleri kendi gücü ve kuralları ile gerçekleştirmek isteyen ve kanuni olmayan bir kurum veya kuruluş var mıdır?  Böyle bir çalışma mümkün müdür? Hepimiz buna hayır diyeceğiz. Peki, yine toplumda ahlâk adına, dini ve geleneksel yapımıza ters, onu dışlayan ve geçersiz hale getiren bir ahlâk kurumu var mıdır? Elbette "evet" demek durumundayız.

Peki, bu iki eylem aynı maksatlı değil midir?  İllegal bir hukuk kurumuna hayır diyen ve bunu engelleyen devlet gücü, neden bütün sosyal ilişki ve yaşama kültürümüzü karalayan ve onu yok etmeye çalışan güç merkezlerine karşı aynı tutum ve davranışı göstermiyor?  Bunu, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere diğer devlet yetkililerine soruyorum?..

Bu konuda, Sosyologlar Derneği Başkanı olarak üç yıl önce bir basın toplantısı ile açıkladığım çözüm yolunu, burada da dile getiriyorum.

Öncelikle basın ve yayın, internet gibi yayın organlarında ahlâka, aile mahremiyeti ve değerlerine yönelik saldırıların durdurulması ve cezalandırılması gerekir.  Bir artistin falan deniz kıyısında giydiği mayonun ne tür özellikler taşıdığını haberleştiren bir yayın mantığının, hangi meseleyi hallettiğini aklı başında olanlar söylesinler?

Basın açıklamamda, “Türkiye'de evlenme yaşına gelen insanların evlenmeden önce, aile yapısı, kadın ve erkeğin birbirine karşı sorumlulukları, çocuklarla ilişkiler, görev paylaşımı ve aile’nin ekonomik yönetimi gibi temel konularda eğitime tabi tutulmaları ve bu bilgilerden dolayı sınava girerek başarılı olmaları şartı getirilmelidir” demiştim. Aile, toplumun temeli olduğuna göre, bu derece önemli bir kurumu tesadüflerin ve sosyal medyanın aleti haline getirmememiz gerekiyor.

“Aile Sağlıklıysa Toplum da Sağlıklı Olur”

Sağlam bir ailenin temeli nedir?

Sağlam bir aile, öncelikle bilgili, ahlaklı ve sosyal görev ve sorumluluklara sahip kadın ve erkeğin oluşturduğu ailedir. Ailenin kuruluşu, öncelikle sosyal, dini ve ahlâkî değerler ile gerçekleşmektedir. Aile, sadece evlenen kişilerin hedef ve görüşleri ile değil, aynı zamanda toplumun da temel hedeflerini üstlenen bir düşünce ve işleyiş içinde olması gerekmektedir.

Ailelerin, diğer aile yapılarıyla ilişki ve dayanışması son derece önemlidir. Ailenin sağlıklı olması toplumun sağlıklı olmasına yol açmaktadır. Bu yüzden, hükümetin de ailenin sağlıklı bir şekilde gelişebileceği imkanlar ile donatılmasına çalışması gerekiyor.

Özellikle eğitim kurumları ile medyanın yaptığı yayınlar ile, ailenin varlığı ve topluma hazırladığı insan niteliğini bozmaması ve ailenin verdiği karakter ile uyuşmayan bilgi ve örnekleri, toplum huzur ve sağlığını bozduğu için gerekiyor.

Ailemizin, insana ve topluma karşı hiçbir zararlı ve art niyetli tutum ve eğilimi mevcut değilken, ailenin varlığını ve sosyal rollerini tehlikeye atıcı tutum ve politikalar oluşturmaya çalışmak, ülkeye karşı bir “kötülük eylemi” olarak kabul edilmelidir.

“Gençlerin Yön Bulmaya İhtiyacı Var”

Gençliğimizin durumunu konuşacak olursak, bu hususta tespit ve tavsiyelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Türkiye'de gençliğin varlığı ve onun problemleriyle ilgili çalışmalar son derece azdır. “Türkiye'de Gençlik” isimli kitabımda, bu konuları çeşitli boyutlarıyla ele aldım. Burada gençliğin durumlarını ele alırken, öncelikle ailelerin güçlendirilmesi ve aile yapılarının desteklenmesi gibi önemli bir eksikliğe dikkatleri çekmek istiyorum.

Aile Bakanlığı kurulması önemli bir atılım iken, bakanlığımız maalesef sosyal yardım kuruluşu olarak çalışmanın ötesine geçememiştir.

Halbuki Aile, toplumun ve hatta bütün kurumların geleceğini belirleyen en temel kurumdur. İnsan karakteri burada biçimlenir ve sosyal ilişkilerin temeli burada atılır. Eğitim ise, bunun üzerine bilgi ve mesleki tecrübeler koyar.

Gençlik, aile üzerindeki ciddiyetsiz politikalar sebebiyle metotsuz ve hedefsiz bir şekilde zayıf bırakılmıştır. Eğitim, sadece bilgi ve meslek özelliği kazandırırken, gençleri yine ilgisiz ve yönlendirmesiz bırakmıştır. Halbuki, genç insanın hayatı ve olayları değerlendirmesi, sahip olduğu kültürel değerler ve toplumsal idealler ile gerçekleşebilmektedir. Bu konuda yeterli bilgi ve yönlendirme yapılmayan gençlik, eğlence veya ideolojik grupların ağına düşmekte ve kendisinden beklenilen nitelik ve başarıyı ortaya koyamamaktadır.

“İyi Ahlâk Örneğini Büyükler Verir”

Gençliğe “insan sermayesi” olarak değer verecek sağlam bir toplum yapısı?

Gençlere veremediğimiz bazı özellikleri, onlardan beklememiz doğru değildir. Dolayısıyla, gençleri ülke için en önemli yatırım değeri olarak görmeyi öncelikle kavramak zorundayız.

İkinci olarak, aile ve eğitim kurumlarını, insanı çok yönlü eğiten ve yönlendiren kurumlar haline getirip, ebeveyn ve öğretmeni, birer “insan mimarı” noktasına ulaştırmamız gerekiyor. Yani, problemin ebeveyn ve öğretmen merkezli olduğunu söylemekle birlikte; her iki kurumun da ideal bir insan yetiştirme noktasında yeterli bir kurumsal yapıya kavuşmamış olduğunu da belirtmek durumundayım.

Ahlâk konusunu, sadece belli davranışları benimsemeyen kişiler üzerindeki bir değerlendirme olarak almamak gerekir.

Ahlâk’ı, toplumsal hayatın varlığı ile bağlantılı bir gerçek olarak düşündüğümüzde, onu hazırlayacak bilgi ve şartları ve bunu gerçekleştirebilecek öğretim ve rehberlik kadrolarının niteliğini de ele almamız lazım. Ahlâk, bir davranış edinme hadisesi olduğundan, toplumda gösteremediğimiz tavrı, gençlerden beklemek; yanlış bir değerlendirme olmaktadır. Çünkü Ahlâk’ı toplumun bütün kesimleri olarak, her türlü iş ve eylemimizi belirleyen "temel kurallar" olarak görmek durumundayız. Gençlerimizde iyi ahlâk görmek istiyorsak, büyükler olarak bizlerin iyi ahlâklı olmamız gerektiğini kavramamız gerekiyor. Tabii bunun sonucu olarak, toplumun medeni ve insani varlığını sürdürebilmemiz için, ahlâk yegâne sosyal ve psikolojik bir güven ve koruma mekanizması olmak durumundadır.

Aylık Dergisi 168. Sayı Eylül 2018