Ahlâka, cinsiyete ve ailenin üstün değerine önem verir mi bu tip? Hayır. Toplumun, ilim erbabını ön plâna getirir mi? Hayır. Yâni ne bekliyoruz ki Batı’dan? Kurgulanmış, defolu bir sistem var. Gerçekt
Bugün üst üste gelen hâdiseler maddeci bir algıyla anlaşılmaya çalışılıyor. Ekonomik ve ekolojik olayların ruhî tarafı inkâr ediliyor. Bu husustaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Hiçbir sosyal hareketin kendinden olmadığını anlamak lâzım. Ekoloji ve iklimde yaşanan değişikliklerde insanların niyeti, iradesi ve ahlâkî tutumları da rol oynar. İlim, bize bunun “nasıl” olduğunu anlatırken, aslında din, ahlâk ve felsefe de “niçin” olduğunu anlatır. Sadece “nasıl” ile ilgilenmek olayların temel sebeplerini kaçırmamıza yol açıyor. Bu sebeple, insan ihtirasının, yaşama felsefesinin, ahlâkının bazen başlatıcı, bazen de geliştirici olduğunu da bilmemiz lâzım. Modern fizik ve akıl, bunların kendiliğinden olmadığını ortaya koymuştur. Her olayın arkasında bir sebep vardır. Bu temel sebep de büyük ölçüde insanın düşünceleri, ahlâkı ve inanç yapısıdır. Eskiden neden buzulların erimesi, iklim değişiklikleri yahut gökyüzü tabakalarının parçalanması gündemde değildi? “Modern bilim”den ve akılcı insandan sonra bunların ortaya çıkmış olması da gerçekten başka faktörlere bağlı. İnsanın düşüncesine, hayatı idrak edişine bağlı… Aksi hâlde, bütün bu olayların, kâinat kuralları dahilinde olduğunu söylememiz gerekecek ki, bu da akla uygun değil. Yâni, insanların bu olaylarda belli bir rolünün olduğunu ifâde etmek istiyorum. Giderek de, kâinat düzeninin bozulmasında insan düşüncesinin etkisi artıyor. İnsan yaşama felsefesi büyük ölçüde etkili. Bunu birçok bilim adamı da söylüyor aslında.
İnsanlar evvelki gibi gelenek üzerinden hareket etmiyor. Yâni gün geçtikçe narsist bir yaklaşımla olayları anlayıp, anlatmaya çalışıyorlar. Burada insanları nefsî hareket etmeye iten temel faktör nedir?
Evet… İnsan yaratılan bir varlık; ancak uzun tarihî bir süreç içerisinde bugünkü bilgi ve teknolojiye ulaştı. Ama bu teknoloji insan hayatının sadece maddî yönüne cevap verebiliyor. Üretime, yapılaşmaya dair bir gelişmişlik var. Bu gelişmişlik yalnızca tek boyutlu. İnsanı anlama, adaleti sunma, daha insanî bir anlayış ve kültür sağlama noktasında modern pozitivist ilim herhangi bir şey yapamıyor. Rönesans ile birlikte Batı’da akılcı bir insan tipi yetişti. Bu tip, geçmişin “bağnazlığına” karşı, insanı sömüren bir kilise sisteminin sonucudur. Batı’da yaşanan tarihî tecrübe, bütün insanlık için bir ölçü olamaz. Maalesef böyle algılanmıştır. Sebebi de, aslında insanın kendi gerçeğini aramayıp, kolay bir şekilde bazı gelişmeleri taklit ederek hayatını idame ettirmesi. Basit bir anlayış… Ancak böyle açıklanır bu. Batı dışı toplumlar, Batı’nın teknolojik ve iktisadî gelişmelerine bakıp, “mükemmel” bir toplum olduğu kanaatine varabiliyor. Batı’nın akılcı, teknolojik mantığını benimsiyorlar; dolayısıyla kendilerine kötü gelecek şeyi benimsemeye çalışmışlardır. Şimdi, akılcı insan kendi nefsiyle başbaşa kaldığında ne oluyor? Özellikle, Kur’an-ı Kerim’den anladığımız kadarıyla, insan kendi kendini doğru yola götürecek bir özelliğe sahip olamıyor. Yâni nefsin arzularını, şehvetinin altında istikameti kaybediyor. Dolayısıyla, ilahî bir rehbere muhtaçtır insan. İlahî bir programa tâbi olunup, bu disiplinle hareket edilmesi lâzım. Rönesans’tan sonra, Allah’ın iradesiyle, insanların iradesi arasında bir “çatışma” meydana geldi. Halbuki bu iki iradenin bir arada olması lâzım. İnsan muhtaç… İlahî irade, insanın aşırılıklarını, dengesizliklerini, ölçüsüzlüklerini giderecek bir yaşama çerçevesi ortaya koyuyor. İlahî sistem ulaşım sistemine, ekip biçme şekline karışmıyor ki. İlahî irade, peygamberler vasıtasıyla sunulan bir sistem. İnsanlar bu konuda tercih olma sahibine de sahipler. İnsanlar uymak zorunda değil. Fakat ilahî sisteme uyma iddiasında olan toplumlar da akılcı sistemin ihtiraslarına, arzularına teslim olmuş durumda. Öyleyse insanın bir rehbere ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. İnsan yapısı rehberliğe muhtaç. Rehber ve ilahî iradeden uzaklaşılınca, kendi menfaat ver arzularından zarar görüyor insan. Bu anlayış-davranış içerisine otomatikman giriliyor. İnsan, ahlâk ve hukuk noktasında ilahî bir ölçü içerisinde olmadığı müddetçe kendine ve çevresine zarar verecek.
İnsan ilahî iradeye hizmet etmedikçe insan başıboş bir varlığa dönüşüyor yâni.
Tabiî. İnsan, sadece dünya endeksli bir varlık değildir. İnsanın ahlâkî ve ruh dünyası çok daha geniştir. Mesela bugün insanlar hep ebedî olmak istiyor. Bu dünyada ebedîlik yok… Fakat bu ebedîliğin varolduğu bir dünyaya yönelik yaşama felsefesine ulaşmak lâzım. Dolayısıyla bu yaşama felsefesi de aslında dinde kendini ortaya koyuyor. Din, aynı zamanda öyle bir otorite-kurallar koyuyor ki, insan ister istemez başkalarına karşı anlayışlı, merhametli ve adaletli olmak durumunda kalıyor. Bugünün dünyasını huzura ve güzelliklere götürecek düşüncenin temelinde ilahî bir güç var. Yine burada, mükâfat ve cezalar da var tabiî. Bu yüzden de, insan kendini kontrol altına almak durumunda kalıyor ve ebedî olan âleme yönelik bir hayata ulaşmaya çalışıyor. İnanın, bu iş öyle kolay değil… Zaten peygamberlerin gönderilme hikmetlerinden bir tanesi de bu. Rehberdirler, ilahî olana işaret ederler. Dengeyi getirecek hâdise, ilahî rehberlerde gizlidir. İlahî rehberlik, hiçbir insanın hürriyetine, tabiî isteklerine ve dünyanın güzel nimetlerine karşı gelmez.
Peki, ilahî rehberi anlatıp, düzene tatbik edecek bir sisteme de ihtiyacımız yok mu?
Var. Tabiî bu kişisel bir olay değil. İlahî rehberlik zaten sistem. Fakat bunun örnek-model insanları peygamberler oluyor. Sonra da büyük insanlar… Bunlar aynı zamanda toplumlara böyle bir sistemin yaşanabileceğini gösteriyorlar.
Memleketimizde de içtimaî problemler bir hayli fazla. Dinî, fikrî ve kültürel anlamda ciddi bir bozulma söz konusu.
İnsanın bozulması, istikametinin kaybolmasıyla açıklanabilir. İnsanın görevleri-sorumlulukları var. Batı’da sosyal ahlâktan bahsediliyor. Sosyal ahlâk; herkesin kendine göre “ahlâkı” demek. Ne kadar insan varsa, o kadar da “ahlâk”. Böyle bir sistemde, insanlar topyekûn olarak huzur ve adalet içerisinde olabilir mi? Mümkün değil. O zaman canım istedi şunu, herkes “şuna” tâbi olsun!.. Herkes benim istediğimi, arzu ettim şeyi yapsın öyle mi? Bugün sistemsiz bir hayat var. Liberal anlayış ve ferdî hürriyetin aslında varolması demek, sistemsizlik demek. Ferdî hürriyetin sınırı belli değil ki. Necip Fazıl’ın çok güzel bir sözü var: “Hayvanların hürriyetini insanlar, insanların hürriyetini ise hak ve hakikat belirler” diye. Dolayısıyla, hak ve hakikati kişilerin tercihine bırakırsanız, herkesçe hak ve hakikat meydana gelir. Bugünkü dünya da böyle zaten. Bunu kontrol eden birtakım güçler de var. İnsanların, istek ve arzularını kanalize eden şirketler, medya grupları var. İnsanların güya “hür” oldukları ortamı şekillendiren noktada çalışıyorlar. Burada ne insanın sağlıklı bir yapısından-düşüncesinden ne de ailelerin kendi kültür-değerlerini yaşamasından bahsedebiliriz. Bugün internetin, sosyal medya, TV ve eğitim müfredatlarının belli bir insan tipi hazırladığını görüyoruz. Pozitivist, akılcı ve hiçbir ahlâkî kurala bağlı olmadan yaşayan insan tipi… Böylesi insanları herhangi bir esaslı fikre, sisteme adapte edemezsiniz. Onlar artık nereden yoğun etki görürse, ona doğru meyledecek ve burada kendi istekleri-ihtirasları önemli. Yâni bugün bütün insan, aile ve toplum kültürünü yok eden cinsî, siyasî ve iktisadî pranga sistemi vardır. Bunlar tamamen büyük şirketler ve toplumsal gruplar tarafından yönetiliyor. İnsanlığa herhangi bir huzur, nizam ve kültür empoze etmeyen faydacı mantığın sömürgecileri. Toplumları yönlendiriyorlar, duygularını sömürüp yönlendirmeye çalışıyorlar. Ne kültür, ne de ahlâktan söz edebiliyoruz. İyilik kaygıları yok. Bunu Batılı birçok sosyal bilimci, felsefeci ve hatta antropologlar söylüyor. Peter Ludwig Berger, Anthony Giddens gibi birçok isim söylüyor. Batı’nın hakikaten sistemsiz olduğunu söyleyen birçok düşünür var. Toynbee’yi de sayabiliriz. Mekanist bir kültürden bahsediliyor. Mekanist bir kültür olur mu? Hayır. Bu bir kültür değil, mekanizma aslında. Yâni, sanayide bir mekanizma vardır. Bir çark… O çark belli bir şekilde yönetir, hassasiyet, ahlâk, merhamet yoktur. Dolayısıyla bu mekanist düşünce insanda merhamet ve ahlâk bırakmamıştır. Bu durum maalesef Müslüman toplumlarda ve diğer Doğu toplumlarında etkisini siyasî ve iktisadî yardım ile giderek hissettirmektedir.
Batılı adamlar kendi sistemsizliklerinden yakınıyor. Şimdi de toplumsal cinsiyet diye bir şey çıkarttılar. Bunu dayatmanın yolu olarak da dini ve ahlâkı reddediyorlar. Yâni, cinsiyetsizliği öne çıkarmak için bunun karşısındaki ahlâk ve düşünceleri saf dışı bırakmaya çalışıyorlar.
Modernizm bütün insanları kutsaldan uzaklaştıran, din, ahlâk ve gelenek gibi değerleri dışlayan, insanın maddî gelişimi için kurgulanan bir sistemdir. Bu sistem, her şeyi kendine göre şekillendiriyor. Cinsiyeti de, aileyi de, hukuku da, iktisadî sistemi de… Tamamen kendisinin menfaatine göre hareket ediyor. Batı’da birine sorsanız, “Ahlâk anlayışını açıklar mısın?” diye, modernizmi anlatır. Biz, henüz bu noktaya gelmedik fakat bu anlayışı benimseyenler elbette var. Yüzde 10, 15’e de çıkmış olabilir. Ama yüzde 80 civarında biz toplum ahlâkından bahsedebiliriz. Batı’da sosyal ahlâkın karşılığı yoktur, orada ferdî bir şey var. Siz ya modernizmi kabul edeceksiniz; ya da bir karar vermek zorundasınız. “Modern” kelimesi kutsallaştırılıyor bugün. Sanki dokunulmaz bir kavrammış gibi. Halbuki modernizm insanı alçaltan, maddeye mahkum eden, bütün kutsal değerlerini geçersiz kılan bir yaşama felsefesidir. Batı’daki dejenere olmuş insanın nihaî noktası modernizmdir. Bu modernlik, kendi noktasından olayları değerlendirmeye çalışmaktadır. Yâni, dinîn, ahlâkın ve değerlerin kendisini göstermesi gerektiğine inanmıyorlar. Bizim mantığımız da bazen bunu almıyor; “Allah Allah nasıl oluyor da ahlâk ve kutsal değerlerden uzak bir hayat yaşıyorlar.” Bu sistem, Batı’nın Ortaçağ’ın sonunda, Yeniçağ’ın başında elde ettiği toplumsal karaktere benziyor. Adam öldüren, tecavüz eden, haksızlık yapan bir insan tipi, kendine göre bir sistem kurmak istiyor; bunu bir düşünelim… Ahlâka, cinsiyete ve ailenin üstün değerine önem verir mi bu tip? Hayır. Toplumun, ilim erbabını ön plâna getirir mi? Hayır. Yâni ne bekliyoruz ki Batı’dan? Kurgulanmış, defolu bir sistem var. Gerçekten Avrupa’yı tanımak isteyenler bu meselede eğilmelidir. Avrupa tarihi okunmalı, kralların yaşadığı dönemlere baksınlar. Endüstri dönemini de okumak lâzım, orada insanların nasıl mahvedildiği, ahlâkî ve manevî değerlerin nasıl yok edildiği görülür. İnsanlar da buna razıydı. Modernist Batıcı olmak isteyenler de baksın! Eğer akıllarıyla modernist yapıyı uygun bulmuyorlarsa, bu “çağdaş” denilen sloganları yeniden değerlendirsinler. Derslerimizde, kitaplarımızda, konuşmalarımızda modernizmi anlatıyoruz. Modernizm ancak iktisadî sistemde geçerlidir. “Yâni bir şeyin moderni daha iyidir” diye şeklinde organize edilmiştir. Bir toplantı organizasyonu modernist olabilir. Bir bilgisayar, bir toplantı on sene öncekinden daha iyi hâle gelebilir. Çiftçilerin kullandığı araç-gereçler gelişmiş olabilir; modernize edilmiş olabilir. Ama modernizm sosyal sistemlerde işlemez, zararlı ve kabul edilemeyecek kadar bağnazdır. İnsanın varlığına tecavüz eden bir sistemdir.
İnsan ruhuna, ilahî olana zarar vermeyecek saha ve alanlarda yenilenme...
Yenileşme zaten insanın tabiatında vardır. Araç gereçler kolaylaştırılır, pratikleştirilir. Ama yenileşmeden “eski her şeyin atılması, yerine bunun getirilmesi”ni anlamamamız gerekir. Sosyal konularda eskime yoktur. Bu birçok bilim adamının bile anlayamadığı konulardan bir tanesi. Yâni, teknolojik ve idarî sistemlerde yenilikler gelebilir; değerlerde eski atılıp, yerine yenisi konmaz. Değerleri daha önemseyip, öne çıkarıp düşünce sisteminizde yenilik yapabilirsiniz. Ama sizi siz yapan bir karakteri yenileyemezsiniz. Karakter kandır, hayat felsefesidir. Bu zaten mükemmelse, daha iyisi olamaz ki. Ahlâk ve inanç bir defa benimsendi mi, iyi de uygulandı mı tamamdır işte. İyi olan bir şey kötüyle değiştirilemez. Bu nasıl bir anlayış? Ciddi bir düşünce eksikliği var, bununla karşı karşıyayız.
Şöyle bir durum da var: Her türlü kötülüğü yapan birisi “ahlâksızlık suç değil diye” savunma yapıyor. Tüm suçları ortaya çıkaran bir şey de kötü ahlâkın âlenileşmesi, kabul görmesi. Mesela günümüzdeki hukuk kötü ahlâk üzerinde çok tesirli değil. Öte yandan ahlâksızlık da diğer suçların önünü açıyor.
Batı bilimi, insanı eşya gibi telakki etti. Toplumu ise makine gibi incelemeye çalıştı. Sosyoloji alanında Batı’da ortaya çıkan ilk isimlerde bunu görebilirsiniz. Mesela Karl Marks insanı iktisadî sebeplerle inceleyen bir isimdir. Darwin ise biyolojik kanunlarla insanı açıklamaya çalıştı. Halbuki sosyal, ne biyolojik, ne iktisadî, ne de fizikî bir olaydır. Batı düşüncesinde bilimler arası kopukluğun olduğunu görüyoruz. İslâm düşüncesinde ilimler arasında ahenk vardır. İnsan bir yönüyle ruhî, bir yönüyle aklî, öbür yönüyle ise fizikî bir varlıktır. Dolayısıyla ne sadece fizikî, ne sadece aklî, ne de sadece ruhîdir. İnsan ahengi arayan bir varlıktır. Hukuk ile ahlâk arasında kopmaz bir ilişki vardır. Bir insan, ahlâkı iyi olursa, hukukî bir probleme çok fazla düşmez. Halleder. Batı, kendi gelmiş olduğu noktayı baz alarak bir “sistem” oluşturduğu için böyle. Vukuatlı, başkalarının hakkını yiyen bir adam düşünün, bu adamın adaletli bir sistem kurmasını düşünmek mümkün müdür? Hayır. Batı’nın durumu buna benziyor. Vukuatlı, sömürgeci, insanların canını-malını yok etmiş, baskıcı, insanların kültürüne, eğitim sistemine musallat olmuş bir kimliğin, başka kimliklere hap tanıması ve onları kabul etmesi mümkün mü? Biz şimdi, neden Batı’nın Rönesans dönemindeki noktasında duruyoruz da, bundan daha iyi, ileri gidecek bir açılım içerisinde olmuyoruz? Yâni, İslâm devletlerinde sömürü yok; dinlere karşı bir engel yok, dil değiştirme diye bir amaç yok. Bakın bunlar çok önemli şeylerdir. Osmanlı, Abbasi, Selçuklu, Karahanlı, Babür gibi devletlerin tarihlerine isteyen baksın, okusun. Orada bir dine, dile ve insan haklarına ayrımcı bir görüş var mı? Bakıyorsunuz Roma hukukunda, Romalılar hariç insanlara nasıl muamele edilmiş. “Romalılar başkadır.” gibi. Bu iki örnek bütün meseleyi açıklıyor. Bugün, bizim bilim anlayışımız bütüncüldür; her ilmin diğer ilimle bağlantısı vardır. Belli noktalarda, belli dozajlarda… Bunu görmezseniz, hukuku ahlâksız-lâik bir yapıya koyduğunuz zaman, orada insanlar hukuka itaat etmez. Ne olur? Ancak güçle yaptırabilirsiniz bunu, o da gücünüzün gittiği yere kadar. Batı’da bir insan, başkalarının, polisin görmediği yerde her türlü haksızlığı yapabiliyor. Ama başkalarının gördüğü, fark edebildiği bir yerde herhangi bir haksızlığa el uzatamıyor; çünkü hemen yakasına yapışılıyor. Peki bu mu daha iyi yoksa insanların ahlâkî ve dinî değerlerle yetişip, insanlara karşı iyi ve hoşgörülü olduğu bir toplum mu daha iyi? Hukuk problemi hangisinde daha çok ortaya çıkar?
Tabiî ki ahlâkî ve dinî değerlerden uzak toplumda hukuk problemleri daha fazla olur.
Elbette. Akıl var mantık var. Toynbee, Anthony Giddens ve Tommaso Campanella gibi isimler kendi toplumlarında iyi insan bulamamanın çözümünü “İslâm” diyemedikleri için “Doğu toplumlarının insan tipiyle bizim insanlarımızı birleştirip yeni bir insan modeli oluşturalım” demişlerdir. Bakın, bu yöndeki bilgiler Sosyoloji isimli kitabımda var. Bu insanlar, kendi toplumlarının iç gidişatından memnun değildi. O kitabımda, en aşağı otuz tane bilim adamının bu konudaki görüşleri var. Buradan bir hareket noktası oluşturabiliriz demek ki… Geçmiş kültürümüzde güzel örnekler var; en yakın örnek Osmanlı’dır, en mükemmeli ise Hazreti Peygamber’imizin zamanıdır. Batı, kendi kör kuyusu içerisinde, acizliğinin, beceriksizliğinin çırpınışı içerisinde, yeni birtakım versiyonlar koymak istiyor. Tabiî bunlar sadece lâfta. Başlangıçta diğer toplumları ya İngilizleştiriyorlar yahut da Fransızlaştırıyorlardı… Daha sonra bunları terk ettiler, “Batılılaşma” ortaya atıldı. Sonra “çağdaşlaştırma” diye karşımıza çıktı. Sonra da “modernleşme”ye geldiler. Hepsinin de çizgisi aynı, mesajları aynı. Yetmedi, bir de “post-modernizm” çıkardılar. Bu daha da garipleşti. Hiçbiri toplumlara, Batılılara huzur ve rahatlık getiremedi.
Bir yazınızda, “İslâm hâlâ dünyanın temel gündemini belirliyor” ifâdesini kullanmıştınız. Batı kendi kötülüklerinin üstünü kapatmak için “İslâmafobia” diye bir şey çıkarttı. İslâm’a ve değerlerine Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde, çeşitli şekillerde kısıtlama-saldırı yapılıyor. Bunlara mukabil İslâm’a da bir hayli yöneliş var. Öyle değil mi?
İslâm’a yöneliş var, bunu fıtrata dönüş olarak ifâde edebiliriz. İnsan fıtratının ihtiyacı olan, inanç, kültür, adalet gibi kavramlara dönüş var… Müslümanlar, İslâm’ın özünden uzaklaştığı için, dünyevî-materyalist birtakım eğilimlere kapıldığı için dünya tam olarak İslâm’ı anlayamıyor. Yusuf İslâm ile görüşmüştüm. Yusuf İslâm, “Ben Müslümanlara bakarak İslâm’ı seçmedim. Kur’an-ı Kerim’i okuyarak Müslüman oldum. Orada farklı bir hayat anlayışı, farklı bir insan anlayışı gördüm.” demiştim. Müslümanlar, bugün İslâm’ı hakikaten Peygamberimizin gösterdiği şekilde yaşayabilirse, diğer toplumlara ışık tutabilir. İslâm çevre düzenleme, ekonomik olaylar gibi konularla ilgilenmiyor; bunu insanların ilmine bırakıyor. İslâm, insanla ilgileniyor, temel şeyleriyle… Ahlâk, adalet, samimiyet, iyi niyet… İşte bunlara temel hükümler getiriyor. İslâm, ilahî kurallarla çevrilmiş, insanlık için harika bir sistemdir. Bunun anlaşılması lâzım. Hıristiyan mantığıyla İslâm’ı değerlendirmek gibi yanlış bir anlayış içerisinde hareket eden “entelektüel”ler var. Dolayısıyla bu şahısların da kendilerini daha gerçek şeylerle uğraşmalarını diliyorum.
Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için. Hakkınızı helal edin.
Estağfurullah. Helal olsun, kolay gelsin.
Aylık Dergisi 204. Sayı Eylül 2021