Akademisyenlerimizin Necip Fazıl’ı görmezden gelmeleri, büyük eksikliktir, anlaşılmaz bir aymazlıktır. Necip Fazıl, şimdiden bir Türk İslâm klasiğidir. Kendi klasiğini bilmeyen diplomalıya ne denir, bilemiyorum.
Başlarında Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç ve Bekir Topaloğlu’nun bulunduğu Nesilci Klik ile ilgili mülakatınız Aylık Baran’ın Ekim 2023 tarihli 20. sayısında yayınlandı. Mevzuyu şahsî seviyeden çıkarıp fikrî seviyeye oturtmamız açısından soruyoruz. Sizin Ehli Sünnet olduğunuzu lafta değil de, Ehli Sünnetin sistematiğini/metodolojisini benimsediğinizi biliyoruz. Bu minvalde Hayrettin Karaman'ın Selefî olan üç ismi zikrederek, "Ben ömrümü Efgani, Abduh ve Reşit Rıza'nın anlaşılmasına adadım" sözünü nasıl yorumlarsınız?
Efganî (aslında Îrânî) ve Abduh; İslâm’la entelektüel seviyede ilgilenen herkesin dikkatini çeken, okumak ihtiyacını duyduğu isimlerdir. Reşid Rızâ onların çırağıdır, ayrıca ele alınmağa değmez.
1963-65 yılları arasında, Tunus’ta Zeytûne Üniversitesi’nde derslere dinleyici olarak katıldığım sırada, bir hocanın, Abduh’u değerlendirirken, “âlimleri insafsızca tenkîd etti; insan, dinini duvardan öğrenmez; âlimlerden öğrenir, âlimlerin değerini sarsmakla Abduh, Müslümanlara zarar vermiştir” dediğini hatırlıyorum. Hocanın bu sözüne rağmen, Abduh’un “Tefsîre Önsöz” (galiba başlık böyleydi, 60 yılın ötesi, tam hatırlamıyorum) adlı bir yazısını tercüme edip rahmetli Sezai Karakoç beye vermiştim; Diriliş’te basıldı, çıktı. Bunu, bazı şeylerden, temayülden kurtulmanın pek kolay olmadığını anlatmak için belirtiyorum. Sonra Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde çalışmalarım sırasında, Sultan İkinci Abdulhamâd Hân’ın, “bu sırada Efganî adlı bir soytarı çıktı” gibi bir ifadesini gördüm; “soytarı” kelimesini iyi hatırlıyorum. O belgenin numarasını kaydetmediğim için şimdi hayıflanıyorum. O zamanki anlayışım: “demek ki, milletler arası siyaset, bir nevî oyun, Efganî, bu oyunun ortasında, kurallara uymayı bilmeden ortaya çıkmış” şeklinde idi. el Urwetul Wusqa wet Tahrîrîyyetul Kubra adlı kitapta toplanmış olan makaleleri o sırada okumuş mu idim, sonra mı okudum, şimdi hatırlamıyorum; hâlâ uyanmış değildim.
İngiltere’de iken (1967-70) Cambridge’de, doktora öğrencisi pek çok Arap vardı, çeşitli ülkelerden. Cumaları bir araya geldiğimiz, kaliteli, imâlât hatası (çünkü Arap ülkelerinde imâlât, bizdekinden daha da esaslıdır, temelini emperyalistler atmıştır) birkaç öğrenci ile ahbaplığımız iyi idi. Onlardan öğrendim ki, Reşîd Rıza, bu iki üstadı için: “onların masonluğu, aleyhlerine değil, lehlerine delildir” dermiş, yâni, öyle herkesi masonluğa almazlar, ‘kalite meselesi’ anlamında. Yıllarca önce okumuş olduğum Târih Boyunca İnkılâplar, İhtilâller ve Siyonizm adlı kitaptan aklımda kalanlarla ve her mason locasının başkanının Yahudi olduğu gerçeğiyle, masonluğun Yahudiliğe hizmet ettiğini hatırlamam ve Abdülhamîd Hân’nın mücadelesi bağlamında, bulmacanın, bilmecenin parçaları tamamlandı, her şey yerli yerine oturdu. Bu, gerçekten ‘aydın’ doktora öğrencisi şuurlu Arap arkadaşlar, Efganî ve Abduh’un adı anıldıkça gülüyorlardı! Oryantalistlerin ne yaptıklarının da farkında olanlardı. Kısacası, benim bu konuda uyanmam, Cambridge’de Arap öğrenciler vesilesiyle oldu; Allah’ın lütfu.
Mehmet Âkif gibi bir Müslümanın da bu iki kişiyi beğendiğini unutmayalım; insaflı olalım: ufuk meselesi, uygun vakitlerde uygun, uyanık, şuurlu kimselerle bir araya gelme meselesi. Hayrettin Karaman gibi, zeki bir adamın bu ve daha bazı konulardaki talihsizliği (isterseniz, ‘eksikliği’ deyin), yurt dışı tecrübesi olmaması, dolayısıyla ufuk (vizyon kelimesini kullanmak istemedim) mahrumiyetidir.
Selefîlik, çıkmaz sokaktır, hoş görünüşlü bataklıktır; Müslümanların 1400 yıllık -inişleriyle, çıkışlarıyla- tarihini yok sayarak İslâm’ı yeniden müesseseleştirmek gibi abes bir işle iştigaldir, kurcalanırsa, bu fikrin temelinde gâvur oryantalistlerin parmağı çıkar.
Sünnet ve Cemaat Ehli, öyle kolayca meydana gelmiş bir anlayış, topluluk değildir; önderleri, bedelini ödemiştir: İmâm-ı Âzam, kırbaçlanmış, hapiste ölmüştür. Zamane âlimlerinin -kendilerini çok zeki zanneden, Yunan felsefesi ile kafası bulanmış Mu‘tezile’nin- günümüzde bazılarının yaptığı gibi, siyasî otoriteye nüfuz ederek Kur’ân’ın yaratılmışlığı safsatasını kabul ettirmesiyle, Ahmed ibni Hanbel’in; kendi parmağını kasd ederek ‘bu yaratılmıştır’ demek zorunda kaldığı nakledilir. Mezhepleri ortaya çıkaran sebepler vardır. Müslümanlar, kulaklarını, gözlerini, zihinlerini gâvur oryantalistlerde kökenini bulan görüşlere kapamak şuuruna erdiklerinde, meselenin kalmadığını, daha doğrusu, ortada ‘mesele’ diye bir şeyin olmadığını fark edeceklerdir. Bir Hanefî olarak, Tunus’ta Malikî bir imamın, Cambridge’de Şâfiî bir imamın arkasına namaz kıldım, hiçbir meselem de olmadı.
Yanıldığını, bütün ömrünü verdiği bir görüşün yanlış olduğunu kabul etmek, gerçekten zordur: FETÖ mensuplarından bir kişinin bile, yanılmış olduğunu kabul ettiğini gördünüz mü?
Akademik çevrelerde de yaygın olan mezhepler üstü ve Abduhçu Selefî anlayışın ümmet-i Muhammed’e bir faydası var mı? Selefilik ve mezhepsizliğin itikatları bozucu ve fitne rolüne değinir misiniz? Zahid’ül Kevserî hazretlerinin “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” sözü paralelinde meseleyi değerlendirir misiniz?
Akademik çevrelerde, gerekli altyapının eksik olduğunu sanıyorum. Hangi akademisyen, Kur’ân-ı Kerîm’i, aslından, anlayarak, tedebbürle, sindirerek kaç defa okumuştur? Kaç hadîs-i şerif bilmektedir? Kaç akademisyen, mezhep imamlarının temel görüşlerini, dayandıkları kaynakları öğrenmiştir, bilmektedir?
Son yüzyılda İslâm’ın öğrenilmesi, öğretilmesi konusunda büyük bir boşluk meydana geldi. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, İnönü devrinde, 1949 yılında kuruldu, 1960 yılında oradan mezun oldum. Her vesileyle belirtirim: “Ankara İlahiyât mezunuyum, imalat hatasıyım.
Ortalıkta büyük bir boşluk vardı, ‘büyük bir güven havası içinde’ imâl ediliyorduk, ama, ‘iyi yetiştirilmediğimizin’ farkındaydım. Allah nasîb etti, Tunus’ta (1963-65) doktora tezim için malzeme toplarken Arapça bilgimi geliştirdim, İngiltere’de Cambridge’de Şarkıyat Fakültesi’nde (1967-70) Türkçe öğretirken, iyi yetişmiş, imalat hatası Arap doktora öğrencileriyle ahbaplığımla çok şeyler öğrendim, Malezya’da (1991-95) Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nde, Tarih ve Medeniyet Bölümü’nde Osmanlı Tarihi öğrettiğim sırada ufkum iyice açıldı, (orada iken yazdığım Osmanlı History o üniversite tarafından bastırıldı, benim Türkiye’ye dönmemden sonra birkaç yıl textbook olarak orada okutuldu, Arnavutçaya çevrildi, Kosova dâhil o bölgede 4 üniversitede okutulmaktadır, Arapçaya, Endonezya diline çevrilip basıldı, Orduca ve Almancaya tercüme edilmektedir) İslâmî ilim araştırmalarının nasıl bir yörüngeye oturtulmuş olduğunu, mühim zannedilen bazı konuların, aslında, hiçbir şey olmadığını fark ettim. Onun için, İslâm konusunda çene çalan, kalem oynatan bazı akademisyenlerin, nasıl bir yanlış zemin üzerinde gittiklerini rahatça görüyorum.
Türkiye’de, İslâm konusundaki akademik hayatın kökeni Ankara İlâhiyâttır, Erzurum’a, Yüksek İslâm Enstitülerine öğretim elemanı kaynağı büyük ölçüde orası olmuştur ve netice olarak yanlış tutum ve gidişin kaynağı orasıdır.
Akademik çevrelerde Selefîlik anlayışının ne kadar yaygın olduğunu bilmiyorum. Bu görüşe kapılanların, işaret ettiğim gibi, alt yapılarının eksik olduğu kanaatindeyim. Seslerinin çok çıkması, Medyaya hâkim zihniyetin, İslâm’a aykırı her görüşe istekle kucak açma tutumundan ileri geliyor. Birçok İlâhiyat Fakültesinde, piyasadaki profesörlerden daha değerli, hiç olmazsa onlar ayarında birçok değerli profesörler olduğunu sanıyorum, ama onlara meydan verilmiyor.
Abduhçu, Selefî anlayışın Muhammed ümmetine bir faydası olduğunu düşünmüyorum, bazı kişilere, kendini gösterme, tatmin işine yarıyor. Kaldı ki o kişiler, mutlaka bir mezhebe göre namaz kılıyor, ibadet ediyorlardır. Meselâ: namazda, ‘her rekâtta 2 secde var, namaz kılarken, hiçbir mezhebe bağlı olmaksızın, kendi ictihâdımla, her rekâtta 2 defa rükûa varayım’ dediklerini, diyeceklerini hiç sanmıyorum. ‘Secdede, avuçlarımın içine secde edeyim’ görüşü de hiç akıllarına gelmez herhâlde, Hz. Peygamberden geldiği gibi secde ederler. Ee, nerede kaldı ictihâd? Kur’ân’dan hüküm çıkararak ‘kendi anlayışına göre’ secde etmek? Rukû sayısı belirlemek? Bu iş, gevezelikten öte bir yere gideceğe benzemez. Namazı, Hz. Peygamber gibi kılarlar, sonra da hadisler hakkında şüphe uyandırırlar… perhiz ve lâhana turşusu.
Bu zamane allâmelerini ciddiye alıp da herkes, ‘bir mezhebe tâbi olmayayım, Kur’ân’dan nasıl anlıyorsam, öyle ibadet edeyim’ derse, kaç yüz bin çeşit namaz ortaya çıkar? Dinin direği olan namâz böyle olursa, fitnenin bundan daha büyüğü ne olabilir? Ridde hareketlerinde bile, namaza dokunmadılar, ‘kendimiz anlayıp öyle ibadet edelim’ demediler de, meselâ, ‘zekât vermeyelim’ dediler.
Zâhid’ül Kevser’i’nin “Mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür” sözü, çok ağır, fakat doğru bir sözdür. Mezhepsiz olunca, kişi, kendinde bir seviye vehmedince, giderek, nefsin, şeytanın elinde -Allah korusun- oyuncak olmaktan kurtulamaz.
Bir insan yıllardır FETÖ ile iş tutar, onun kurumlarının fetvacısı olur, dinler arası diyalog fitnesini benimser, hadisleri çarpıtarak veya uydurarak, “Yahudi ve Hristiyanların Müslüman olmalarına gerek yok” diye fetva verirse ona fakih mi, başka bir şey mi denir?
Haksızlık etmeyelim: FETÖ’nün ne idüğü birçoklarınca değil, pek çoklarınca bilinmiyordu. Pek çok Müslüman, onun iyi işler yaptığı kanaatindeydi. O bakımdan, Hayrettin Karaman’ın, FETÖ ile iş tutması, ‘iyi niyetli bir yanılgı’ olarak kabul edilebilir. “Yahûdî ve Hristiyanların Müslüman olmalarına gerek yok” diye fetva vermemiştir herhâlde. (O zaman Son Peygamber’e ne gerek vardı?) içinde yaşadığımız kültür istilâsı felâketinin farkında olduğunu, gidişimizin ters olduğunu bildiği hâlde, bu gâvurların bu dünyadaki maddî üstünlükleri karşısında, her nasılsa böyle yanlış ifadelere sürüklendiği hüsn-i zannını besliyorum. Ha! Fakîh olmak, kolay değil; sâdece çok bilgili olmak yetmez, ilmiyle âmil, herkesin örnek kabul edeceği bir hayat tarzını sürdürmek gerekir.
İmam Gazâli Hazretleri mealen "Ehli Bidata daha sert tavır alınmalıdır. Zira kafirin küfrü belli olduğu için Müslümanları aldatamaz. Ehli bidat ise böyle değildir, Müslümanları aldatıp zarar verir." Bu minvalde bilhassa İlahiyatlarda da yaygın olan modernist-selefi gibi sapkın akımlar hakkında neler söylemek istersiniz? Yine bu minvalde hikmet ve irfan sahibi mütefekkir Necip Fazıl’ın size takdim ettiğim “Doğru Yolun Sapık Kolları” hakkında neler söylemek istersiniz? Üstad’ın sapkın kollara net tavır koymasının İmam Gazâli’nin tavsiyeleriyle örtüştüğünü de söyleyebilir miyiz?
İmam Gazâli haklı, yerden göğe kadar haklı. Bid’at ehli, gerçekten, çok daha tehlikelidir. Bu, selefîlik cereyanına kapılan az gelişmişlerin sayılarının çok olduğunu sanmıyorum; medya onlara imkân tanıyor. İyi yetişmiş Müslümanların, onlara fırsat vermeyecekleri konusundaki inancım ve ümidim tamdır. Sağduyu galip gelecektir; yeter ki, savunucuları, bu işe lâyık olsun.
Üstad Necip Fazıl, sanatkârane sezgisiyle, Doğru Yolun Sapık Kolları’nda, durumu, bütün vuzûhuyla ortaya koymuş. Yalnız, Profesör Hamîdullah hakkındaki görüşü çok ağır; o adamcağız, iyi niyetli, bilgili, araştırıcı, fakat yanıldığı noktalar olabilir, bir kalemde silip atmanın doğru olacağını sanmıyorum. Mehmed Âkif de Abdulhamîd Hân’a karşı idi, Abduh’u çok takdir ediyor, ‘Çağın hakikatini Kur’ân’a söyletmeliyiz’ derken, farkına varmadan hadîs inkârcılarına yol döşeyebiliyor; Âkif’i, silecek miyiz? Hangimiz onun kadar örnek bir hayat yaşamışızdır?
Prof. Hamîdullah, İslâm’a Giriş kitabının orijinalinde, Avrupa menşeli Müslümanlara, kendi dillerini (İngilizce, Fransızca, Almanca) “İslâm, Geleceğin Dînidir” {Islam is the Religion of the Future} cümlesiyle başlayan bir paragrafı (Fransızca ve Almancası ile birlikte) örnek olarak sunup, Kur’ân harfleriyle yazmalarını, yaymalarını tavsiye ediyor. Az hizmet midir? Devrim çapında bir olaydır; kültür istilâsına (ki asker işgalinden çok daha vahimdir) meydan okumadır, Batı medeniyetinin köküne dinamit koymadır. Çünkü İslâm Avrupa’da ve Amerika’da hızla yayılıyor, biz farkında değiliz. Bu yazı değişikliği, Batı medeniyetinin ölüm borazanı olur. Aslında, birçok şaşkın Müslümana uyarıda bulunuyor.
İnsanların artıları var, eksileri var. Toptancı olmanın doğru olmadığı görüşündeyim. Bunları belirtmem, Üstad Necip Fazıl’ın değerini kesinlikle azaltmaz, onun İdeolocya Örgüsü de şâheserdir, Poetikası da. Türkiye’de İslâmî bir diriliş olacaksa, onun çizdiği ve öngördüğü yolda olacaktır. Başyücelik Meclisi, İslâmî yönetim için, ışık tutucu, yol göstericidir, şanlı Osmanlı tarihimizde çözümüne çare bulamadığımız bir konuyu çözmektedir, çok büyük hizmettir. Ne yazık ki Müslüman gençliğin el kitabı olması gereken kitapları, istenilen, olması gereken yaygınlıkta değildir. (Okullarda ders kitabı olarak okutulmaları ne kadar iyi olur! Özetlersek, evet, Üstad’ın görüşleri, İmam Gazâli’nin görüşleri ile tam ahenk hâlindedir, örtüşmektedir.
DİA’da Efgani maddesini yazan Hayrettin Karaman, uzun bir biyografisinde Efganî‘yi hiç eleştirmediği gibi Abdülhamit Han’ın İttihat-ı İslam siyasetini “sınırlı ve sathî” olarak niteler ve Efgani’nin İslam birliği politikasını ise kapsamlı ve derinlikli olarak niteler. Bu hususta ne söylemek istersiniz?
Yazık, konuları derinliğine kavramamış, derim. Efganî adını kullanan sahtekâr hakkındaki eksik bilgisi anlaşılabilir bir kusurdur ama, Abdülhamîd Hân hakkında konuşmak ve hele yazmak için, iki değil, birkaç defa etraflıca düşünmek, araştırmak gerekir. O Hakan’ın içinde bulunduğu şartlar, iç ve dış dev meseleler… çok araştırma, sahîh bilgi gerekir. “Ayağı, gövdesi kuyuda, başı yeryüzünde dev adam” deyimi, doğru olsa gerek; ondan sonraki 10 yıl içinde 20 misli küçüldük!
“Hatırladıklarım” isimli kitabınızda yoğun olarak kültür emperyalizmine değiniyorsunuz. Nedir kültür emperyalizmi? Bu açıdan toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu’nun ideolocya örgüsünü yerleştirmek gerekmez mi? Modernist-Selefî vs sapkın anlayışlara karşı ve bir dünya görüşü hususiyetiyle Büyük Doğu’nun rolü neden ihmal veya inkâr ediliyor?
Kültür emperyalizmi, asker işgalinden çok daha vahîm, çürütücü, mahvedici, toplumları gönüllü köle yapıcı bir olgudur. Günümüzde Batı (Protestan/Liberal/Kapitalist) normlar hâkimdir, zihinlerimiz bile bu normlara göre kodlanmıştır. Meselâ, adam, “Müslümanım” der, öyledir de; fakat, laiklikle hiçbir meselesi yoktur, laikliğin küfür olduğunun farkında bile değildir, namazını kılar, Batılı uygarlığını benimsememizin çok iyi, vazgeçilmez bir konu olduğu görüşündedir. Diploma hamallarımız, kendilerini, ‘aydın’ zannederler, Göte’yi okuyup anlamayan Alman aydını olmadığını, kendilerinin ise, Kâtip Çelebi’yi okuyamadıklarını hiç hatırlarına getirmezler ve kendilerini Türk aydını sayarlar; “taklit sömürge aydını” olduklarının farkında bile değildirler. Türkologlarımız, Türkçe fonetiğe en uygun harflerin Göktürk harfleri olduğunu gördükleri hâlde, Latin harflerini almamızdaki yanlışlığı hiç görmezler, bu mühim olay, akıllarına bile gelmez. Sömürge aydını böyle olur, bizimkinin eksikliği, sömürgecinin dilini iyi öğrenmemiş olmasından ibarettir.
İdeolocya Örgüsü, her aydının okumuş olması gereken bir kitaptır; okullarda ders kitabı olarak okutulmalıdır. Medya, büyük ölçüce bize yabancı ellerde olduğu için, Müslüman Türkün işine yarayacak eserler üzerine ölü toprağı serpilmektedir. İdeolocya Örgüsü, kendimize gelmemiz için çok etkili, faydalı, şimdiden klasik olmuş bir şâheserdir.
İhmâl ve inkârın sebebi çok basit: Hakim zihniyetin, kültür istilâsı havasının devamı, Büyük Doğu gibi İslâmî anlayışların olmamasına bağlıdır, o anlayış gelirse, bu hâkim zihniyetin hâkimiyeti biter.
Kemalizm eliyle İslam'dan ve ondan neşet eden kültür ve gelenekten uzaklaştırıldık. Siz de kitabınızda bunun etkilerinden bahsediyorsunuz. Cami ile okulun küs olması, sadece Batılı müzik dayatılması vs. Sizin de şahit olduğunuz bu ve benzeri hususlar mâlum. Ancak söylemde itiraz değil de eylemde sistemli karşı oluş nasıl olmalı?
Kemalizm değil; Kamalizm. Adamın TBMM’deki nüfus kâğıdında, soyadı Kamal yazılı olduğuna göre, değiştirmek, her şeyden önce, ona saygısızlık. Kamalizm, belirtildiği gibi, ortaya yeni çıkmış bir ideoloji, görüş değil, köklerini Üçüncü Selim’in isteği üzerine kendisine sunulan 21 lâyihadaki 3 zümrede toplanan görüşlerden, benimsediği (her şeyiyle Avrupalılaşmak) tutumunda bulan, Osmanlı’nın en çaresiz durumunda, emperyalistlerin, maşaları mason Mustafa Reşid Paşa vasıtasıyla 16 yaşındaki toy Abdülmecid’e 1839 yılında ilân ettirdikleri Tanzimat’la resmî hız kazanan, yine gâvurlar marifetiyle 1856 da ilân edilen İslahat’la iyice yerleşen ‘muâsırlaşma/çağdaşlaşma’ akımının devamı olan, değişiklikler zincirinin son ve en büyük halkasıdır.
‘Her şeyiyle Avrupalı olmak’ görüşünde, eksik olan İslâm’dı, Tanzimat münevverinin zihin yapısındaki mihver, (var olduğu sanılan, insanlardaki pörsümüş durumdaki) İslâm’dan kurtulmak idi. Öyle ki, o devrin ‘en çağdaşlarından biri, Jön Türk takımının önde gelenlerinden Ziya Paşa bile, durumdan şikâyetçidir:
İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki milletin yükselmesine ayak-bağı İslâm imiş,
Evvel yoğ idi, işbu rivâyet yeni çıkdı önceleri yoktu; bu söylem de yeni çıktı.
Söylemde değil de, eylemde sistemli karşı oluş, her şeyden önce, Müslüman aydınların, İslâm’ı iyi öğrenmeleri, bilmeleri, İslâm’a tam uygun yaşamağa başlamaları ile olur.
İlâhiyat Fakültelerindeki öğretim elemanlarından kaç adedi, Kur’ânı Kerîm’i, orijinalinden, başından sonuna kadar, anlayarak, sindirerek, tedebbürle, iyi bir meâl eşliğinde okumuştur? Kaç hadîs-i şerîf bilmektedir?
Kitabınızda dil üzerine de duruyorsunuz. Mesela Şekspiri okuyup anlamayan İngiliz yoktur diyorsunuz. Ve devamında da “Yahya Kemal'i, Necip Fazıl'ı, Akif'i diplomatlarımızın kaçı okuyup anlayabilir” diyorsunuz. Bizde yerli aydınımıza bu uzaklık nereden geliyor? Mesela akademisyenlerimizin Necip Fazıl'ı görmezden gelmesini neye yorumluyorsunuz?
Yazı değişmesinin etkisi ve neticesi, çok az kişi tarafından anlaşılabilmiştir. Türkologlarımız bile işin farkında değildir. Bizim, ‘gerçek’ aydınımız, bir elin parmak sayıları kadardır. Fuzûlî’nin şâheser Su Kasîdesini, gerçek aydınımız, sıradan bir iş gibi, bilirdi. Ben ise, bütün bilgime rağmen, ancak sevgili Prof. Mahmud Kaya’nın güzel, başarılı aktarmasından okuyup anlayabiliyorsam, bana, ‘Türk aydını’ denir mi? Ben, sâdece, ilk küfedekinin durumunda olduğumun farkındayım.
(Sevabına, o metaforu nakledelim: İyilikseverin biri, ücretini ödeyerek birkaç küfeci tutmuş, yolda serilip kalan sarhoşları küfeye koyup ortadan kaldırıyor, evlerine gönderiyormuş. Kendinden geçmiş, kendini bilmeyen birini kaldırıp küfeye koymuşlar, toplamağa devam etmişler. Yolda serilip kalmış bir çağdaşı görünce, onu küfeye koymağa başlamışlar. Bu sırada, az önce küfeye yerleştirilen, biraz kendine gelmiş, manzarayı görünce, başlamış konuşmağa: “kardeşim, bu kadar da içilir mi? kendinden geçilir mi?..”)
Durumumuz, hâlimiz, değişen derecelerle budur: içmedik ama, üç yüz yıldır olaylar öyle gelişti ki, kendimizden geçtik, kendimizi kaybettik, yeni yeni kendimize gelmeğe çalışıyoruz ve bu yolda sarfedilen her gayret, şükre, takdire değer.
Akademisyenlerimizin Necip Fazıl’ı görmezden gelmeleri, büyük eksikliktir, anlaşılmaz bir aymazlıktır. Necip Fazıl, şimdiden bir Türk İslâm klasiğidir. Kendi klasiğini bilmeyen diplomalıya ne denir, bilemiyorum.
Fikir hayatımızın temel şahsiyetlerinden biri olan Necip Fazıl hakkında neler söylemek istersiniz?
Necip Fazıl rahmetlinin İdeolocya Örgüsü kitabını 1960-61 yılında öğretmen olduğum İzmir İmam Hatip Okulu’nda öğrencilerinden İhsan Emci bana takdim etti. Bu kitapla o zaman tanıştım. Tabii müthiş, ufuk açıcı bir kitap. İdeoloji Örgüsü bir şaheserdir. Sonra rahmetlinin diğer kitaplarına baktım. Ve gerçekten büyük işler yaptığını gördüm. Necip Fazıl, Osmanlı'nın son döneminde doğan fakat eserlerini cumhuriyetle veren, mücadelesini cumhuriyet rejimine ve onun köksüz devrimlerine karşı yapan biridir. Yani Osmanlı'nın son bir nesli ama dediğim gibi cumhuriyet döneminde eserlerini vermiş. Necip Fazıl nesiller arası kopukluğu giderecek tefekkür hayatını canlandırmış.
Büyük Doğu ideolojisinin “niçin” boyutunu İbda sistematik fikriyatıyla yürüten Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerini tetkik ettiniz mi? Neler söylemek istersiniz?
Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinden, sizin verdiklerinize şöyle bir göz attım. Necip Fazıl’ın yolunda, hayrul halefi, fakat, tekrarlayıcısı değil, şahsiyetli, kendini bulmuş, değerli bir düşünür: hiç şakası yok, inancının adamı ve tavizsiz. Onun da, yetişen Müslüman gençlik için çok iyi bir rehber olacağı kanaatindeyim.
Kitabınızda şunu diyorsunuz: "İslâm’ı yabancı gavurlara anlatmak, kendi milletimizden olup da imalat olarak kalmış olanlara anlatmaktan daha kolay." İngiltere'de de bulunmuşsunuz. Batılı insanın dine yaklaşımı ile buradaki sekülerlerin adeta her şeye kulaklarını tıkamasındaki etken nedir?
Batılı insan, düşünebiliyor, Hristiyanlıkta tatmin bulmayınca, tarihî sebeplerden dolayı, İslâm’a önce soğuk davranıyor, medyanın da etkiyle tabiî. Hind dinlerine yöneliyor, dolaşıyor, sonunda fıtrata uygun İslâm’a geliyor ve işi ciddî tutuyor. Bizde ise, eğitim diye bir şey var mı, bilmem, yok diyorlar, onu da geçtik, slogan ezberciliği yaptırılıyor, okula giden, düşünme özürlü olarak imal ediliyor.
Yalnız bizde değil, totaliter rejimden geçmiş her ülkede, aydın olmanın değil, doğru dürüst adam olmanın ilk şartı, imalat hatası olmaktır, (çünkü her totaliter rejim, belirli bir insan tipi imal eder; zihinlerde örülen görünmez ağlar örer) düşünme özürlü imalat, o ağların dışına çıkamaz, slogan tekrarlayarak düşündüğünü zanneder.
Adeta bir kültür istilasına maruz kaldığımız ve her cephesiyle yabancılaşmaya ve kimliksizleşmeye itildiğimiz bir zaman diliminde yine eski kodlarımızı hatırlatacak, yenileyecek ve tekrar bu şuuru kazandıracak ne gibi hamleler gerek?
Önce, dili iyi bilmek, kendi kelimelerimizle, kavramlarımızla düşünmek, tarihimizin doğrusunu öğrenmek… ve İslâm’ı, hiç bilmiyormuşçasına, yeniden, iyice öğrenip gereğince yaşamak…
Aylık Baran Dergisi 29. Sayı, Temmuz 2024