(...) Evet; salip cinneti heyecanının hakikati onun ters tarafından bizde; ve bu hakikatin mümessili de bir topluluk: Ashab...

Şimdi yeri geldi, Sahabîyi bir daha anlamalıyız.

Hemen bir velî fıkrası, çok sevdiğim bir fıkra... Zamanın bir velîsine gidiyorlar, diyorlar ki: "- Efendim, siz şöyle yükseksiniz, böyle yükseksiniz, sahabîye denksiniz..."

Tabiî nefretle dinliyor ve hitap ediyor:

"- Ben nasıl ashâba denk olabilirim ki, eğer siz onları görseydiniz deli zannedirdiniz. Onlar da sizi görseydi, bunlar müslüman değil derlerdi!"

İşte bizim halimiz... Ve aşk, heyecan dediğin böyle olur!

Şimdi anlıyorsunuz ki, ümmet budur işte... Biz bütün bunlardan sonra "ümmet" sözünü kolay kolay söyleyebilir miyiz?.. Ama inşaallah ümmetten oluruz.

Sahabî böyle bir aşk içinde idi.

Şu hâlâ devam eden Kıbrıs meselesi yok mu? Onu İslâmın kılıcı fethetti. O adanın hakkı konuşulurken, kimse benim ruhumun hakkıdır diyemedi de herkes bir takım tarihi hakikatlere dayanmaya kalktı.

Laiklik nedir? Laiklik nedir?

Onun fethinde, bir sahabînin, son sahabîlerden birinin bir menkıbesi var... Yaşını iyi bilemiyorum. Seksen, doksan belki de... Oğulları, torunları var... Ve cenge muktedir değil...

Ve bir sefer hazırlanmakta Kıbrıs'a...

Birdenbire kriz geçirmiş gibi:

"- Getirin diyor; kılıcımı, kalkanımı!.."

Karşılık veriyorlar:

"- Aman baba, nereye gidiyorsun?.. Biz senin oğullarınız, torunlarınız. Biz gidelim! Tek tek hepimiz gidelim. sen kıpırdayamazsın!.."

". Cihad bana farz, nasıl kıpırdayamam?.."

Hepsini itiyor, silahlanıyor, -şu aşka bakın- düşe kalka gidiyor, biniyor gemiye ve gemide vefat ediyor.

Yedi gün suda... Kokmuyor tabiî... Ve İslâm ordusu Kıbrıs'a çıktığı zaman ilk şehidini gömüyor.

Sonra Kıbrıs kimin?.. İşe böyle başlarsam benim, başka türlü başlarsam benim değil...

Evet; şeriat aşkı budur!.. Velînin "deli" tâbiri demek ki, cinnet değil, divâne anlamında... Hakikaten bize divâneler gerektiğini kaç kere yazdım?.. Akıllılardan (!) bıktık usandık artık...

Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, s. 180-181