Kahve demlenirken Instagram’da hikâye kaydırıyor, X’te (Twitter) trendlere göz atıyoruz. Sanki bir saniye geç kalırsak, hayatın dışında kalacağız. Peki bu "anlık doyum" açlığı, bizi gerçekten besliyor mu yoksa içimizdeki boşluğu büyütüyor mu?
Eskiden sevdiklerimize yazdığımız mektupların cevabını beklerken, zamanın ritmine saygı duyardık. Postacının ayak sesleri, kapıdaki bekleyiş… Şimdiyse WhatsApp’ta "mavi tik" görüp cevap gelmeyince kaygılanıyor, "Acaba neyi yanlış yaptım?" diye düşünüyoruz. Dijital iletişim, bize hız vaat etti ama duyguların olgunlaşmasına izin vermedi. Hatta bazı ilişkiler, "Neden hemen dönmedi?" krizleriyle bitiyor. Oysa sevgi, mektup zarflarında biriken o sarı sayfalardı… Hatırlıyor musunuz? Bir mektuptaki imzanın mürekkebi, gözyaşı lekesiyle dağılırdı. Şimdi emojiler, o samimiyetin yerini tutabilir mi?
Bugün gençler TikTok’ta 15 saniyelik videolarla "öğreniyor", üniversite ödevlerini YouTube’da "5 dakikada özet"ten hazırlıyor. Netflix, filmleri 1.5x hızında izleme seçeneği sunuyor çünkü izleyici sabrı tükenmiş durumda. Bilgi değil, enformasyon çöplüğü… Düşünce değil, kopyala-yapıştır fikirler… Hatta bazıları, ChatGPT’ye "Sevgilime nasıl şiir yazılır?" diye soruyor! Oysa şiir, kalbin sessizliğinde doğar, algoritmalarda değil. Nazım Hikmet, "Yaşamaya Dair"i yazarken yıllarca hapis yattı, Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna"yı bir ömür süzülmüş acılarla yoğurdu. Bizse iki tıkla "edebiyat" yaptığımızı sanıyoruz.
Aynı sabırsızlık, toplumu da sarmış durumda. Enflasyon düşsün ama zam gelmesin! diye haykırıyoruz. Belediyenin bir haftada çözdüğü sorunu, ertesi gün sosyal medyada linç ediyoruz. Oysa Japonya’da bir belediye başkanı, 30 yılda yeraltı sel sistemini tamamladı ve kimse onu "Acilen bitir!" diye protesto etmedi. Çünkü biliyorlar: Gerçek çözümler, kök salar. Bizse "likeların" ve "retweetlerin" gücüne inanıp, sandık başına bile gitmiyoruz. 2023 seçimlerinde gençlerin %40'ı oy kullanmadı, ama Twitter’da "ülke battı" hashtag’iyle trend oldular. İronik değil mi?
Çözüm, telefonu çöpe atmak değil. Beynimizi "otomatik pilot"tan çıkarmak. Mesela, İspanya’da bazı restoranlar, "Telefonsuz yemek yiyene %10 indirim" uyguluyor. Çünkü fark ettiler: Bir tabak yemeği fotoğraflamak, lezzeti öldürüyor. Ya da Japonya’daki "Shinrin-yoku" (Orman Banyosu) akımı gibi: Teknolojiyi bırak, doğanın sesini dinle… Belki biz de her akşam 20 dakika "ekransız zaman" ilan etmeliyiz. Çay demlerken suyun kaynamasını izlemek, çocuklarla göz teması kurmak… Oslo’da bir okul, teneffüslerde öğrencilere "toprakla oynama" saatleri koydu. Sonuç? Dikkat dağınıklığı %30 azaldı. Çünkü ellerini kirletmek, ruhu temizliyor.
Geçen hafta bir dostum anlattı: "Çocuğumun ilk adımını videoya çekeyim derken, gözümle bile görmedim!" İroniye bakar mısınız? En mutlu anları belgelemek uğruna, onları yaşayamıyoruz. Halil Cibran’ın dediği gibi: "Hayat, bize verilmiş bir lütuftur; ölçüp biçmek için değil, dans ederek yaşamak için." Peki ya dijital çağın "dansı"? Sürekli bir "hız çarkı" içinde dönüp durmak… Sosyal medyada "mutlu" pozlar verirken, yalnızlığımızı derinleştirmek…
Dijital çağın en büyük paradoksu şu: Bir yandan dünyaya açılıyoruz, diğer yandan kendi içimize kapanıyoruz. Norveç’te gençler arasında "tek başına kamp" modası başladı. Telefonsuz, en yakın kasabadan 50 km uzakta… Sebep? "Gerçek benliği duyabilmek için." Bizdeyse herkes "benliğini" TikTok’taki filtrelerin ardına saklıyor.
Rahmetli babam, gençliğinin geçtiği Marmaris’de ki çınarı anlatırdı: "Kökleri 900 yıldır orada. Her dalı sabırla uzamış." Bugün o çınar hâlâ ayakta. Bizse "5 adımda başarı" rehberleriyle kökümüzü unuttuk. Belki de "dijital çağın köleleri" değil, "gerçek hayatın çınarları" olmalıyız… Tıpkı Endonezya’daki Bajo kabilesi gibi: Denizin ortasında ahşap evler inşa ediyor, teknolojisiz bir medeniyet kuruyorlar. Çünkü biliyorlar: İnsan, doğanın ritmiyle var olur.
Peki ya biz? Bir "like" için ömrümüzü harcarken, kaç gerçek gülümsemeyi kaçırıyoruz? Belki de cevap, parlak ekranların değil, yıldızların altında saklı…
Latif Bozdoğan, Milat