Esselâmü Aleyküm.
Böyle geç aradığım için kusura bakmayın, ancak, daha erken inemedim aşağıya.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, iyiyim. Hava da fena değil burada.
Birşey soracağım. Kumandan Mirzabeyoğlu’yla ilgili herhangi bir gelişme var mı?
(Av. Yılmaz; Av. Hasan Ölçer ve Av. Ali Rıza Yaman’la beraber “dün” kendisini ziyaret ettiklerini, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun iyi olduğunu ve Carlos’a hem devrimci selâmlarını hem de dualarını gönderdiğini söylüyor.)
Allah yardımcısı olsun, Allah razı olsun.
O’nun durumuyla ilgili olarak hükümet kanadında herhangi bir hareket var mı?
(Av. Yılmaz, bu bakımdan yeni bir gelişme olmadığını, ancak “gelecek hafta” bazı mahkemelerden randevu taleb edip görüşme durumlarının olabileceğini söylüyor.)
Anlıyorum. Bir gelişme olduğunda, beni mutlaka haberdar edin.
Yeri gelmişken, bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, ancak Carlos dilerse, Irak’ın Sünnî şehirlerini peşpeşe hâkimiyeti altına alan, en son Musul şehrini ele geçiren ve IŞİD olarak bilinen “Irak ve Şam İslâm Devleti” örgütü savaşçıları vesilesiyle konuşabileceğini söylüyor.)
Tamam, ben de zaten bu konuyla ilgili konuşmak istiyordum; isabet oldu.
Hem Arabça El-Cezire televizyonunda hem de diğer haber kanallarında sürekli bu mevzu işleniyor; haberler IŞİD örgütü cihadçılarının yürüttüğü saldırıyla başlıyor daima. Irak’ın kuzeyindeki tüm şehirleri kolayca aldılar, malûm. Şimdi de Bağdad’ın 20 km dışında oldukları söyleniyor.
Yalnız, unutmamalıyız ki, -ilk kez 1975’te gittim Bağdad’a; o yılın Haziran sonu veya Temmuz başıydı- benim orada bulunduğum dönemde, Los Angeles’tan sonra, dünyanın ikinci en büyük şehriydi Bağdad. Nüfus olarak değil, yüzölçümü bakımından dünyanın ikinci en büyük şehri. Öyle yüksek binalar yoktu o zaman Bağdad’ta; daha doğrusu, çok azdı sayıları. Bunun yerine, herkesin villası vardı her yerde.
Şu ân ise, daha da büyümüş olmalıdır Bağdad; eskiye göre çok daha genişlemiş olmalıdır. Böyle olunca, Bağdad’ın kalbinden değil de, varoşlarından 20 km uzakta olmalıdır IŞİD. Öbür türlüsüne inanmak zor.
Diğer yandan, Tikrit ve Felluce şehirlerine gelince, bunlar tarihî bakımdan “cihadçı” değillerdir belki ama, kendi gelenekleri çerçevesinde güçlü müslüman unsurların yerleşik olduğu bölgelerdir. Saddam da Tikrit’teki aşiretlerin birinden çıkmış bir insandır zaten.
Saddam’ın çıktığı Tikritli aşiret demişken... Bundan 2000 veya daha fazla yıl önce, küçük bir krallık vardı Tikrit havalisinde ve yahudiydi bunlar. Hıristiyanlığın çıkışıyla hıristiyan, müslümanlık yayılınca da müslüman oldular. Şimdi yahudi falan yok tabiî orada; hepsi hakiki müslümandırlar.
Unutmamamız gereken bir diğer husus da, haçlı savaşları döneminde Kudüs’ü Batılıların işgalinden kurtaran o büyük müslüman imparatorun, o büyük adamın, Selahaddin Eyyûbî’nin de, yine Tikrit’de doğduğudur. Gerçi Irak’taki Baas rejiminin propagandası, “hayır, Tikrit’de falan değil, Tikrit’in varoşlarında bir yerde doğdu” şeklindeydi, ancak Selahaddin Eyyûbî’nin babası, tüm Tikrit havalisinin valisi olan insandı.
Demek istediğim şey şudur: Bu toprak parçasının, yâni Mezopotamya’nın, Arabça bir deyişle bu “fedaîler beşiği”nin tarihi, 7000 yıl ve daha öncesine gider. Orada olanlar önemlidir, çünkü tarihî bir süreç de devam etmektedir hâlâ orada. Aynı şekilde, bölgenin jeopolitik statükosuna yönelik bir “tehdit” sözkonusudur şimdi orada.
Bugün olan bitenler bakımından, bir sürü propaganda yapılıyor, bir sürü yalan söyleniyor bence. IŞİD’in Bağdad’ın 20 km dışında olduğu haberinin ilk verilişinden sonraki gün, Kerkük’ün düştüğü ve Kürtlerin eline geçtiği haberi geliyor. Nasıl düşebilir ki Kerkük?..
Evet, nasıl “bu şekilde” düşebilir Kerkük? Gerçekten merak ediyorum bunu ve ilk aklıma gelen soru da bu oldu.
Kürtleri tanırım, Kürtleri severim, Kürtlere saygı duyarım. İyi insanlardır; tek kusurları vardır zaten ve o da “aşırı iyi” olmalarıdır. Aşırı iyi olmak bir gelenektir onlar için.
İdareci mevkiindeki Barzanî ailesiyle ideolojik bakımdan farklılıklarımız mevcuttur. Buna rağmen, ortak bazı noktalarımız vardır politik anlamda.
Ne var ki; nasıl oluyor da Kürdistan hükümetinin bu şekilde Kerkük’ü düşürmesine, Kerkük’ü almasına müsaade ediyorlar?
Kerkük, hiçbir zaman Kürdistan’ın bir parçası olmamıştır bugüne kadar. Tarihî anlamda, bir Türkmen şehridir Kerkük. Derken, Kürtler orada çoğunluğu sağlamış ve Türkmenler azınlık durumuna düşmüştür. Saddam devlet başkanı olduğunda ise, Kerkük’e Irak’ın güneyinden binlerce Arab getirtmiş ve Kerkük’ün bir Arab şehri olmasını istemişti.
Tabiî, Kerkük’te durum bu değil artık. Amerikan işgaliyle birlikte orada da çatışmalar başlayıp insanlar katledilince, Kerkük’teki Arabların çoğu oradan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu noktadan sonra cihadçılar öne çıkmaya başlamış, bunlar da Suudî Arabistan, Dubai, Emirlikler, Katar, hattâ Türkiye kanalları kullanılarak ABD tarafından desteklenmiştir.
Tüm bu söylediklerim, bölgenin tarihini ve mevcut politik durumunu geniş çerçevede bilen bir insanın tahlilleridir. Bu bakımdan söyleyeceğim şey, orada aslında ne olduğunun henüz netleşmediği; olan bitenle ilgili olarak verilen bilgilerin ise bir sürü manipülasyon ihtiva ettiğidir.
Musul, düşmüştür; burası açık. Çünkü, Irak ordusu “kaçmıştır”. Yalnız, Irak ordusunun Amerikan işgali sırasında durdurulması nasıl onların “kirli paralı askerler” yahut Arab ve İslâm davasına ihanet eden hainler olduğunu göstermiyorsa, bugün kaçmış olmaları da cihadçılardan korktukları için değildir. Cihadçılar ne kadar cesur olursa olsun, Irak ordusunun böyle bir “kaçışı” için yeterli sebeb değildir.
Sünnî veya Şiî olmaları farketmez, iyi savaşçıdır Iraklı askerler ve gerek ABD’nin Irak işgalinde gerekse şimdiki IŞİD saldırısında –nüfusun çoğunluğu gibi- ordunun Şiî ağırlıklı olması, bu mağlubiyet veya kaçışın sebebi değildir. Şiîler, Saddam döneminde, rejimin bir parçasıydılar zaten.
Peki tüm bu yaşananların açıklaması nedir o hâlde?..
ABD’nin, Irak’ı farklı bölgeler hâlinde bölme düşüncesi vardır. Bunlardan birisi, Musul’dan başlayıp Bağdad’a ve Suriye sınırındaki çöle uzanan bir Sünnî devlet; diğeri, Bağdad’tan başlayıp Irak’ın güneyini içine alan bir Şiî devlet; ve Kürdistan...
Unutmamamız gereken bir husustur ki, geçmişte Irak diye bir ülke olmamıştır hiçbir zaman. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiliz sömürgecilerinin imal ettiği bir ülkedir Irak.
Tamam, geçmişte Irak diye bir ülke olmayabilir, ama bu, Iraklılarda millî bir duygunun mevcut olmadığı anlamına da gelmiyor. Ona kalırsa, Suriye de, Lübnan da, Ürdün de, hattâ devlet olarak Filistin de yoktu hiçbir zaman. Ancak, bu bölgelerde yaşayan halkların, binlerce yıllık tarihlerinden gelen bir bağlılık duygusu vardı yaşadıkları –ortak- ülkeye, böyle bir millî duyguları hep vardı. İngiliz ve Fransızlar gelip de bu insanları farklı devletlere bölene ve bu şekilde daimi problemlere yol açana kadar da vardı bu millî duygu.
Irak’ta olan bitenlerin arkasında, keşke yanılıyor olsaydım ama maalesef bundan eminim, büyük manipülasyonlar var.
Bir kere, Irak’taki Sünnî azınlık –ki bunlar “cihadçı” değillerdir-, Şiîlerin sayıca üstünlüklerine paralel olarak kendilerinden daha üstün bir mevkîye gelmelerini asla kabullenmeyecekti zaten.
Öbür tarafta, Irak resmî ordusu, hiç savaşmadan “kaçmıştır” kuzeyden. Aralarındaki paralı askerler veya savaşmak istemeyenler için bu kaçma tesbiti doğru olabilir. Fakat, ordunun esas bünyesi bakımından, burada “başka bir şey” aramak gerekir. Çünkü Saddam zamanındaki İran-Irak savaşından da biliyoruz ki, Iraklı generaller olsun, askerler olsun, bunlar büyük savaşçılardır. İranlılara karşı çok sıkı bir savaş vermişlerdir. Kaldı ki, İranlılarla savaşmak öyle şakaya gelmez, hattâ Iraklılardan, Arablardan bile daha iyi savaşçıdır onlar.
Demek istediğim, öyle korkak insanlar değildir Iraklılar ve orada olan bitende daha başka “bir şey” var. Bu da general kadrosundan kaynaklanan bir haberleşme kopukluğunu ve sabotajı düşündürüyor hemen bana. Kaldı ki, mevcut üst rütbeli general kadrosunun o mevkilerde bulunması ABD sayesindedir, hattâ bazı generaller bizzat ABD’den, ABD ordusundan gelip katılmışlardır orduya.
Varmak istediğim nokta şurasıdır ki, burada, Akdeniz’in doğusundaki –şimdiki Suriye sınırları değil- “tarihî Suriye” denilen bu büyük bölgede, Mezopotamya’da, yüz yıldır devam eden ve emperyalistlerin elinden çıkma büyük bir “stratejik oyun” oynanıyor.
Şimdi Beşşar el-Esad direniyor. Suriye’deki insanların çoğu da arkasında. İdeolojik, politik ve tarihî sebeblerden dolayı kendisine muhalif olanlar bile onun arkasında. Niçin? Halka her türlü baskının yapıldığı ve insanların katledildiği böyle bir yabancı müdahale, mevcut Suriye Cumhuriyeti’nin halklarının geleneklerine de saldırıyor çünkü. Şam, insanların dünden bugüne yaşamakta olduğu, dünyanın en eski şehri; Halep de, aynı şekilde, dünyanın en eski ikinci şehridir.
(Carlos, yıllarca yaşadığı Şam’da kendisinin de bir mülkü, bir evi olduğunu söylüyor.)
Öyle ıvır zıvır meseleler değildir bunlar. Tarihi, insanlık tarihini, medeniyet tarihini konuşuyorum. Bu bakımdan, o bölgede hangi problem sözkonusu olursa olsun, bunlar hep oradaki halkların kanıyla genetik olarak tevarüs edilmiş meselelerdir. Halklar derken, bunu bilerek çoğul kullanıyorum. Hani “Arab halkı”ndan bahsederiz ya, aslında Arablar azınlıktadır o bölgede ve tüm diğerleri “Arablaşmış” insanlardır gerçekte.
Yine, orada olan bitenleri, El-Kaide’yle bağlantılı cihadçı bir grubla sınırlamak imkânsızdır.
Yeri gelmişken; Dr. Eymen el-Zevahirî, öyle basit bir insan değil; Şehid Usame bin Lâdin’in sembolik mevkiini devralmış, dünyadaki en büyük cihadçı liderdir. Allah kendisinden razı olsun. Kendisiyle aynı ideolojiyi paylaşmıyoruz ama belli prensibleri beraberce paylaşıyoruz. Bu insanlara saygı duyuyorum. Ben Sudan’dayken, Hartum’da görmüştüm kendisini; hatırlıyorum.
İşte bu insan –IŞİD için- diyor ki, “bu adamlar bizimle beraber değiller!”. Direnişin liderliğini yapıyor oldukları söylenen ve Suriye’nin bir kısmıyla beraber, şimdi Irak’ın yarısını işgal eden bu grub işin, işte böyle konuşuyor Dr. Zevahirî. Üstelik, bazen de, başka ülkelerden Suriye’nin kuzeyine savaşmaya gelen diğer El-Kaide gönüllüleriyle çatışıyor bunlar.
Çok ilginç şeyler yaşanıyor ve bana sorarsanız, arkasında da büyük bir manipülasyon var. Katarlıların ve muhtemelen bazı Suudî Arabistanlıların da rol oynadığı büyük bir oyun sahneleniyor bu bölgede.
Kim ödeyecek peki bunun bedelini? Sadece o bölgenin halkları, yâni müslümanlar! Kendimizi Filistin’in kurtuluşuna odaklamaktansa, bunda yoğunlaşmaktansa, İstanbul’dan Çin’e kadar her yerden müslümanlar “İslâm adına” savaşmak için bu bölgeye geliyor, “İslâm adına” yahut “laiklik adına” verilen bu kanlı savaşa ve yıkıma dahil oluyorlar. Niçin? Nihâyetinde, tüm bunların arkasında olan emperyalistlerin ve siyonistlerin çıkarlarını korumak için!
Diğer taraftan, bu bölgede yıkılan herşey, sonuçta yeniden inşâ edilecektir. Bu yıkımın taraflarının ise, sözkonusu yeniden inşâyı gerçekleştirebilecek maddî araçları yok. Peki neleri var? Paraları var, petrolleri, yeraltı zenginlikleri. İşte bu varlıklarını da, -keşke Türkiye’den de gelselerdi ama- Batıdan gelen yabancı şirketlere, ücretlerini ödemek için harcayacaklar. Bu kadar büyük bir oyun.
Öyle aşırı paranoyakmış gibi görünmek istemem. Fakat tüm bir hayatınızı silâhlı mücadeleye vakfetmiş ve neredeyse bir çeyrek yüzyıl tüm dünya polisleri tarafından soruşturulmuşsanız, biraz paranoyaklaştığınız düşünülebilir. Ne var ki, hernekadar biraz paranoyakça görünen bir tahlil de yapmış olsam, bu kanaatimde –korkarım- ısrar ediyorum.
Cihadçılara gelince... Yurtdışından katılan, işte Çeçendir, Türktür, Avrupalıdır, Kuzey Afrikalıdır, onlara bir şey demiyorum, genç insanlardır ve savaşmak istiyorlardır, yâni normaldir. Fakat Iraklılara gelince, onlar başka türlü insanlardır ve ister Sünnî ister Şiî olsunlar, çok milliyetçidirler. Saddam’ın ordusunda olup da Saddam’dan hoşlanmayan Şiî Iraklılar bile, Irak’ı ve Arab davasını savunmak gibi bir davada, canla başla savaşmışlardır Saddam için. Zamanında buna şâhid olmuş ve çok şaşırmıştım.
Diyeceğim o ki, Iraklılar için “cihad”, başkaları için ifâde ettiği tarzda bir cihad değildir, daha çok bir “perde”dir o. Cihadçı olmaktan önce, “Arab”tır onlar.
Bu açıdan baktığımızda, “cihadçı” olarak ortaya çıkanların, aşiret mensubu veya Baasçı olabileceğini söylemek durumundayız. Saddam katledildiğinde direnişin başına geçen İzzet İbrahim el-Durî’yi ise özellikle dikkate almalıyız. Gerçekten iyi bir adam, iyi bir müslümandır bu adam. Saddam rejimi içerisindeki en dindar insandı el-Durî. Ne bir hainliği ne de bir yolsuzluğu vardır.
Böyle olunca, olan bitenlerde Baasçıların bir rolü olduğunu söylemek de mümkündür. Bölgenin çoğunluğu, sadece ideolojik anlamda değil ama sosyal ve siyasî anlamda Baasçıdır. Orada savaşan Iraklıların büyük çoğunluğunun “cihadçı” olduğundan da kuşkuluyum bu yüzden. Üstelik “cihadçı” olarak görünmek de iyi bir “perde” bence. Milyarlarca doların bölgeye aktığı bir yerde, “Arab sosyalist” olmaktansa “cihadçı” olmak çok daha iyi tabiî.
İster öyle olsun, isterse böyle, tüm bu olanların sonunda, üç ayrı parçaya bölünecektir Irak. Kürtler de yararlanacaklardır bundan. Ki Kürtler, millî haklarının devlet benzeri bir oluşum çerçevesinde yahut sadık vatandaşlar da olsalar, bulundukları ülke bünyesinde tanınmasını hakediyorlar da. Ancak, kuzeyinde Şiîlerin, güneyinde Sünnîlerin, her köşesinde ise hıristiyanların olduğu –Osmanlı imparatorluğu zamanında bir hıristiyan şehriydi meselâ Musul- bir ülkenin bu şekilde üçe bölünmesini tasvib etmiyorum. Şu ân o bölgeden gelen haberlerde de, dünya kamuoyunu belli bir istikamette manipüle etme, yönlendirme çabasını görüyorum.
Nuri el-Malikî’ye gelince... Zamanında, Suriyeli aşiretler, öyle zorlamadılar belki ama, beni onunla ve bu insanlarla bağlantı kurmaya teşvik ettiler. Fakat ben bunu istemedim. Burnum iyi koku alır bu bakımdan ve Malikî’nin yüzünde beni rahatsız eden birşey gördüm, kendisiyle görüşmeyi de reddettim. Ben Suriye’deyken diğer Şiî muhalif örgütlerle bağlantılarımız vardı ama sadece onunla yoktu, çünkü ben istemedim. Üstelik benim onunla görüşmeyi reddetmemin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, İngiltere’ye gitti Malikî. Ne kadar tuhaf!
Sonra ABD tarafından Irak’ın başına getirildi Malikî, malûm. Mensubu olduğu Şiî partide iyi insanlar, namuslu insanlar vardı ve kimsenin de ajanı değillerdi. ABD bile bu partinin liderini devlet başkanı olarak görmeyi kabul etmedi zaten. Fakat onun yerine Malikî öne çıkartıldı ve kendi partisi de olan biteni anlamamış olarak, bunu kabul etti.
Sonuç olarak söylemek istediğim ve hepimizin olması için dua etmemiz gereken şey şudur: Ben Irak’a, Suriye’ye, Lübnan’a, Filistin’e, Ürdün’e “tek tek devletler” olarak inanmıyorum. Benim inandığım tek bir şey vardır. O da, Fırat ve Dicle’den Akdeniz’e uzanan büyük “tarihî Suriye”dir. Bu tek tek bölünmüş hâllerini bile kabul etmediğim devletlerin daha da fazla cumhuriyete, daha küçük devletlere bölünmesi –ki absürd birşey!-, bizim çıkarımıza değildir. Üstelik bunun da arkasında, emperyalistler, siyonistler ve kendi şahsî iktidar çıkarlarından başka birşeyi düşünmeyen, Arab davasının bütün hainleri, müslüman gibi görünen bütün münafıklar vardır.
Orada savaşan “cihadçılar” Amerikan ajanı falan değillerdir, iyi insanlardır belki ama, bunun ardında büyük bir “manipülasyon” olduğu da bilinmelidir. Bu da çok acı.
Türkiye’deki tüm gönüldaşlarımıza çok selâm söyleyin.
Allahü Ekber.
14 Haziran 2014