Gerilim içinde yaşayan insanlar olduk; toplumsal hayatta, aile hayatında, sokakta, çarşıda, pazarda, tribünlerde, medyada, sosyal medyada durmadan itişip kapışıyoruz. İlgi ve meraklarımız da bizden daha fazla itişip kapışanlara doğru akıyor. Sürekli öfke halindeyiz; bir diğerini, ötekini, bırakalım kendine benzemeyeni, benzeyeni bile içine sindiremiyor, sevemiyor, anlayışla karşılayamıyor artık insanlar. Büyük şehirlerden en küçük yerleşimlere, köylere kadar her yerde bu gerilim ve nefret filmi oynuyor.

Mahkemelerimiz büyüklerinden kalan mirası paylaşamayan kardeşlerin davalarıyla dolu… Birçoğu ömür boyu küs kalıyorlar bir avuç toprak parçası, üç kuruş miras için… Cinayetler çıkıyor hatta böyle kavgalardan, yiyince üç günde bitecek paralar için ömrünün yarısını hapiste geçirmeyi göze alıyor bazıları. İnsan hayatının bir değeri kalmadı sanki, kimse kimseye acımıyor, merhamet göstermiyor, insaf etmiyor. Hakkını, hukukunu, masumiyet karinesini korumuyor, kollamıyor da… İşyerlerinde, kahvelerde, evlerde, misafirliklerde, insanların bir arada olduğu hemen her yerde, orada olmayanların dedikodusu yapılıyor, eti çiğneniyor. Birilerinin mutluluğu, başarısı, iyiliği başka birilerini mutsuz ediyor. Arada bir güzel bir şey ortaya çıkarsa onun da altında elbirliği ile çapanoğlu aranıyor. Kimse kimseye güvenmiyor, buna karşılık kendini de hiç sorgulamıyor.

Trafikte her an kendisine yol vermediğimiz için, parkta yürürken güya yan baktığımız için, silah çektiğinde kasadaki parayı kendisine kolayca çıkarıp vermediğimiz için, hatta bazen sadece belli bir anda, belli bir yerde, belli bir mekânda bulunduğumuz için katledilme tehlikesiyle karşı karşıyayız. İnsanlar yollarda, toplu taşım araçlarında, marketlerde, yani hemen her yerde birbiriyle takışmak için adeta bir kıvılcım bekliyor. Nezaketi, inceliği, görgüyü ara da bul; hoyratlık, kabalık, nobranlık, had bilmezlik, görgüsüzlük hemen her yerde revaçta…


Medya herkesi ruh hastası haline getirmek için özellikle görevlendirilmiş gibi… Sosyal medya da bu çürümeyi tabana yaymak, bulaştırmak, yıkıcı bir kültüre dönüştürmek için sanki… Kötülük, kavga, entrika, hakkaniyetsizlik, her türden dolandırıcılık, ahlaksızlık, cinayet, linç, hakaret, karalama, sövgü, kibir ne ararsan var bu mecralarda. Ne yok? İnsanlık, iyilik, güzellik, incelik, insanın izzeti, samimiyet, tevazu, diğerkâmlık, sevgi, sadakat… Bunlar pek yok? Varsa da o kadar popülistçe, o kadar samimiyetten yoksun olarak var ki, hiçbir anlamı ve değeri kalmıyor.

İsmailağa'da neler oluyor? İsmailağa'da neler oluyor?

Aile içi iletişim çöktü çökecek. Çocuklar hiçbir konuda büyüklerinden etkilenmiyor. Onların yaptıkları hiçbir uyarıyı dinlemiyor, hiçbir nasihati ciddiye almıyor. Çünkü onlara baktıklarında insanca bir kemalin eserlerini göremiyor, onlara saygı duymuyor, hatta kendi hayatında eksik bulduğu her şey için onları mahkûm ediyor. Onlarla zaruri olmayan hiçbir diyaloga girmiyor, hallerini merak etmiyor, kendi hallerini de onlara açmıyor. Çoğu yetişkin de buna karşılık, evlerinin orta yerindeki bu büyük ve derin çukuru görmeye, bu gerçekle yüzleşmeye yanaşmıyor. Bu derin iletişimsizliği görmemek için kulağının üstüne yatıyor, her şey çok yolundaymış gibi davranıyor. İçten içe bağların zayıfladığını hissetse bile, bu bağları nasıl tekrar sıkılaştıracağını, yıkılanları nasıl tamir edeceğini, kopmuş iletişim hatlarını nasıl, hangi kelimelerle, hangi anlayışlarla, hangi inceliklerle yenileyebileceğini bilmiyor. Çünkü kendini nasıl tazeleyebileceğini bilmiyor. Hâsılı, bu derin krizi inkâr edenler, mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar çoğunlukta yetişkinlerin kireçlenmiş dünyasında.

Sürdürmeye takatim olsa daha sayfalarca örnekleyebileceğim derin bir insani krize sürükleniyoruz hızla… Farkında mıyız bunun? ‘İnsanlık nereye gidiyor?’ sorusu daha çok soruluyor bugünlerde, evet! Ama bu kendimizi, ailemizi, çevremizi içine almadan, her şeyin kıyısında durarak sorduğumuz bir soru daha çok. Dolayısıyla problemi teşhis etmekten çok, inkâr etmenin bir aracı, malzemesi, bahanesi oluyor.


İnsanca güzelliklerden adım adım uzaklaşıyor olmamızın bir tek açıklaması var; istikametimizi bizi güzel kılan, kılabilecek olan her şeyin tersine çevirmiş olmamız… İnsan bir yerden sürekli uzaklaşıyorsa, adımlarını o yerin ters istikametine doğru atıyor demektir. İşin korkutucu tarafı şu, istikameti düzeltmek için bir çabamız yoksa ortada, bir yerden sonra uzaklaştığımız yeri artık hiç göremeyeceğiz!

Son söz: İstikametini hiç kaybetmeyen şehir Gazze’ye ve bombalar altında güzelliklerinden vazgeçmeyen insanlarına selam olsun!

Gökhan Özcan, Yeni Şafak