24 Mart 1949 günü Bakanlar Kurulu alelacele toplanıp İSRAİL DEVLETİNİN ‘DERHAL’ TANINMASINI KARARLAŞTIRIYORDU. Karar metninde neden ‘derhal’ kelimesinin kullanıldığını bilenler biliyordu. Belgesi Devlet Arşivleri’nde bulunan kısacık karar metni aynen şöyleydi:
“İsrail devletinin derhal tanınması; Dışişleri Bakanlığının 24/3/1949 tarihli ve 35970/115 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulunun 24/3/1949 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.”
Altında Cumhurbaşkanı İnönü ve Bakanlar Kurulu üyelerinin imzaları bulunan metin ertesi gün gazetelerde neşredilmiş, böylece Türkiye’nin bir süredir gel-gitler yaşadığı İsrail politikası netleşmiştir. (İsrail devleti 10 ay önce ilan edilmişti.)
Dışişleri Bakanlığı’nın istek yazısı ile kararın Bakanlar Kurulu’ndan çıkması aynı gün jet hızıyla gerçekleşmişti. Ne gariptir ki, tam da Bakanlar Kurulu kararının imzalandığı gün İsrail’e karşı mücadele etmekte olan Araplara, bu arada Mısırlı ve Filistinlilere silah sattığı için Haliç’teki silah ve cephane fabrikasıyla beraber kendisi de havaya uçurulan iş adamı Nuri Killigil’in 27 işçisinin parçalanmış veya kömürleşmiş cesetlerinden ibaret cenazeleri Edirnekapı Şehitliği’nin bir köşesine sessiz sedasız defnedilmekteydi.
Cenaze törenine hiçbir resmi görevli katılmadı. Hiçbir resmi açıklama veya taziyede bulunulmadı. İstanbul’un göbeğinde koca bir fabrikanın havaya uçurulmasıyla sonuçlanan bu vahim olay şehit itfaiye erleri haricinde devlet katında görmezden gelindi. Hastanelerde yatmakta olan işçileri bile ziyaret etme lütfunda bulunmadılar. Perişan vaziyetteki işçi aileleriyle Milli Savunma Bakanı dahil ilgilenen çıkmadı. Her nasılsa bir şehit ailesini ziyaret eden Milli Savunma Bakanı ‘inşallah’larla yetindi. Hatta DP lideri Celal Bayar da taziye mesajı yayınlamadı.
Bu ne korkuydu böyle? İşin esası şuydu: Karar sonrasında gemilerle Amerikan silahları ve bombaları yığıldı limanlarımıza ve savunma sanayiinde dışa bağımlılık hikâyemiz son yıllardaki yerli hamlelere kadar devam etti.
Nuri Killigil önce Zeytinburnu’nda kurduğu ama ortağından ayrıldıktan sonra Haliç kıyısındaki Sütlüce’ye taşıdığı silah fabrikasında BM’nin yasağına rağmen gizlice silah, mühimmat ve bomba imal edip yurt içine ve dışına satıyordu (müşterileri arasında TSK da vardı). İsrail devletinin kurulmadan önce işgal ettiği bölgelerde Nuri Paşa Filistinlileri desteklemişti, kurulduktan sonra da Filistinli, Mısırlı ve diğer Arap vatanseverlerine ülkelerini işgalden kurtarmaları, tıpkı vaktiyle Azerbaycanlı kardeşlerimize yaptığı gibi, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için silah satarak desteklemeye devam edecekti.
TC hükümeti ise kurulmasının üzerinden 10 ay geçmesine rağmen İsrail devletini tanıyıp tanımamakta tereddütlüydü. 2. Dünya Savaşı’nın büyük bir kısmı boyunca Almanya ile yakın temasta bulunmuş, Büyükelçi Von Papen’le sık sık görüşmüş, Nazi subaylarınca fabrikası açık veya gizliden ziyaret edilmiş bulunan Nuri Killigil silah, mühimmat ve bomba üretmeye ve talep eden Arap ülkelerine satmaya devam ediyordu. İşte bu sıradaydı ki fabrikasıyla birlikte havaya uçuruldu.
Takvimler 2 Mart 1949’u gösteriyordu.
Bir kere daha “herkesin bildiği bir sır” karşısındaydık.
İstanbul’un göbeğindeki bu kanlı operasyonu kimin yaptırdığını, arkasında hangi örtük gücün bulunduğunu herkes biliyor ama bir türlü telaffuz edemiyordu. “İş kazası” denilip geçiliyordu ama İsrail/Filistin çatışması muvacehesindeki zamanlama ve bulunabilen cenazelerin kaldırıldığı gün TC’nin İsrail devletini ‘derhal’ tanıma kararını almış olması Sütlüce’deki infilakla verilen mesajın alındığını gösteriyordu.
Tutanaklar neden hâlâ gizli?
Mecliste 23 Mart 1949 günü yapılan kapalı oturumun tutanaklarının aradan geçen 74 yıla rağmen açılmadığını biliyor musunuz? O gün Sütlüce’deki patlama gündeme gelmişti çünkü.
O gün neler konuşulmuştu? Milletvekilleri hangi soruları yöneltmiş, yetkililer ne cevaplar vermişti? Bilmiyoruz. Kalın bir sır perdesi örtmüş durumda netameli olayın üzerini. Nuri Killigil hakkında değerli bir kitap neşretmiş bulunan Atilla Oral’ın dediği gibi “Milli Savunma Sanayii’nde özel sektörün Nuri Paşa’nın fabrikasındaki infilakın ardından nasıl bir anda ortadan kaldırıldığı” gibi kafa karıştıran sorular dün olduğu gibi bugün de cevapsız. Sorunun düğümü ise şurada:
“Hükümet ve muhalefet Türkiye’nin istikbalini ABD’nin İsrail siyasetini izlemekte görüyordu. Hükümet ve muhalefete göre Nuri Paşa bu istikbali baltalıyor ve bunu da şahsî menfaat elde etmek için yapıyordu. Oysa gerçek hiç de böyle değildi. Nuri Paşa bir ideal uğruna bu işin içindeydi. Hükümet üyesi bakanlar ve bazı TBMM üyeleri de bu gerçeği bal gibi biliyordu. İnfilak aynı zamanda hükümete de bir mesajdı.”
BM Güvenlik Konseyi, Arap ülkelerine silah ambargosu koymuş ve silah satımını yasaklamıştı. Buna rağmen Şakir Zümre ile Killigil’in fabrikaları Arap ülkelerinden gelen siparişlere yetişemiyordu. Hatta Şakir Zümre, Suriye’de cephane üretimi yapan bir atölye kurduktan sonra onu olduğu gibi Suriye ordusuna devretmişti. Bunlar tehlikeli oyunlardı.
Sütlüce’deki fabrikada üretilen silah ve cephanenin bir kısmının İsrail’e karşı kullanıldığını elbette İsrail istihbaratı biliyordu. Atilla Oral’ın deyişiyle “Nuri Killigil tüm faaliyetleri ile İsrail’in aleyhindeydi. Türkiye hükümetleri Killigil’in bütün bu faaliyetlerine bilerek göz yumuyordu. Bakanlıklarda ve üst düzey askeri makamlarda Nuri Paşa’yı kollayan ve onun faaliyetlerine izin veren çok sayıda bürokrat ve asker vardı.”
Siyonist sabotaj
Hükümet Arap ülkeleriyle kötü olmak istemediği için İsrail hususunda net bir tavır takınamıyordu. İşte Sütlüce’deki silah fabrikasında meydana gelen patlama, Türkiye’ye hangi safta durması gerektiğini hatırlatmıştı. O zamana kadar İngiliz (Avrupa) taraftarı dengeli bir politika tutturmaya çalışan hükümet, Siyonist sabotajla ABD ve destekleyip kurdurduğu İsrail’in yanında olması ve Araplarla alakasını kesmesi hususunda korkutucu sertlikte bir uyarı almıştı. Nitekim patlamadan sonra Türkiye, silah ihtiyacını ABD’den temine yönelecek ama bunları ancak onların istediği şartlarla ve tayin ettiği yerlerde kullanabilecekti.
Silah ve mühimmat ihtiyacımızın ABD’ye havale edilmesi ile yerli silah imalatının durdurulması arasındaki bağ o kadar kuvvetli kurulmuştu ki, o bağı ancak şimdilerde kırabiliyoruz. Bilelim ki Türkiye bu noktaya gelebilmek için ne şehitler, ne gaziler verdi.
Nuri Paşa bir zamanlar nasıl Azerbaycan’da İngiliz oyunlarına çomak sokmuşsa Filistin ve Arap topraklarında oynanan oyunlara ‘mekânın eski sahibi’ sıfatıyla müdahil olmaya kalktığı için cezalandırılmıştı. Sabotaj karşısında devletin dili tutulurken olan şey, Osmanlı’nın geri gelme ihtimalinin dehşetiyle iç ve dış güçlerin elbirliği etmesiydi.
Bugünkü özgüvenin hangi şehit kahramanların omuzları üzerinde gerçekleştiğini hiç ama hiç unutma ey halkım.