Bu yazıda Samiha Ayverdi, harf inkılabını da örnek göstererek Türk medeniyetinin Batı medeniyeti karşısındaki durumunu eleştirel bir bakış açısıyla inceliyor. Ayverdi’nin temel argümanı, medeniyetlerin birbirinden bağımsız olamayacağı ve sürekli etkileşim halinde olduklarıdır. Ancak Türklerin Batı medeniyetine geçişini "Garplılaşma" olarak adlandırarak kendi medeniyetlerini ve kültürlerini hor gördüklerini, hatta yok etmeye çalıştıklarını belirtiyor.

Ayverdi'ye göre Türk dili, tarihimizi, kültürümüzü ve manevi değerlerimizi besleyen bir kaynak. Ancak yapılan "uydurma dil" hareketiyle, dilimize yabancı kelimelerin girmesi ve öz Türkçe'den uzaklaşılması, Türk maarifini ve dolayısıyla Türk medeniyetini olumsuz etkiliyor.

Yazar, Türk milletinin kendi diline ve kültürüne sahip çıkması, onu iç ve dış düşmanlardan koruması gerektiğini vurguluyor. Aksi takdirde ne Doğu'da ne de Batı'da hak ettiği yeri bulamayacağını belirtiyor.

İşte o yazı:

Medeniyet anlayışımız ve kültür davamız

Kırk seneye yaklaşan harf inkılâbının sebep ve neticelerini ararken, geçmiş ve geleceğin ortasındaki bugünkü fikir hayatımızın çehresi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Şarktan Garba bir kuyruklu yıldız gibi akan biz, bugün hangi durakda bulunuyor ve Şarklı olmaktan ne ölçüde çıkıyor, Garblılık menziline ne nisbette vâsıl olmuş bulunuyoruz? İşte bu suallerin cevabı, her iki medeniyet muvacehesindeki şimdiki yerimizi tâyin edecekdir.

Evvelâ, mevzuûmuzun ufkundan karanlık bulutları sıyırabilmek için, medeniyet anlayışının üstünde bir an duraklıyalım. Sonra da, bir gerilik sembolü kabul edegeldiğimiz Şark medeniyetine bir-iki cümle ile dokunup geçelim.

Bilindiği gibi, medeniyetleri bütünüyle şu veya bu kavme mal etmeye imkân tasavvur edilemez. Zira fikri unsurlar ve içtimaî gerçekler, çok defa filân veyâ falan muhitin mahsulü olmakdan ziyâde, müşterek medeniyetlerin meyvesi demektir.

Komşu kültür ve medeniyetlerin daimâ birbirleriyle alış verişte ve münasebette bulunduğu ve birbirlerine bağı tabiat hadiseleri gibi, cemiyetlerin de hars ve medeniyet mübadelesinde tabiat kanunlarıyla atbaşı hareket ettikleri meydana çıkar. Meselá, eski çağlarda Yunan-Roma medeniyetiyle İran medeniyeti arasında bazen yatışan fakat her zaman çatışan şiddetli bir mücadele vardı ki, birbiri üzerine yürüyen kuvvetlerin birbirlerinden iktibas ve mübadeleler yapmış olmasını tabiî kılmışdır.

Asırlarca devam eden bu mücadele, Rozaa'nın kudretini kaybettiği devirlerde Sâsănî medeniyetinin hâkimiyetini bünyesi içinde her zamandan daha kuvvetle hissettirmiştir.

Şu halde bir kere daha söyleyelim ki, fâsid dãire hâlinde mütemâdiyen devrini ve seyrini yapan medeniyetleri ve kültür mübâdelelerini hendesi ve riyazi kat'iyetle şu veya bu millete mal etmek mümkün değildir. Çekirdeğin ağaç olması gibi, bazen bir elden öteki ele geçen tohum, nakledildiği yeni toprakta dalbudak salıvererek meyvesi, o çekirdeğin eski sahibi tarafından devşirilir.

İşte Şark medeniyeti havzasında ve İslâm medeniyeti câmiasında iki büyük imparatorluk kurmuş olan Türkler de, bu kollektif Şark medeniyetinin iki büyük indifå merkezi olarak, asırlar boyu târih sahnesinin hâkim ve efendi milleti olmuşlardır.

Hakikat şu ki, çeşitli istikametlerde inkişaf etmiş, böylece de çeşitli medeniyetler görmüş ve görecek olan dünyada, bütün cepheleriyle birbirine üstünlük iddia edecek bir medenivet yoktur. Çünkil beşerî faaliyetler, her istikamette ve aynı zamanda ve aynı ölçüde inkişaf ve tahakkuk edemez. Böyle olunca da, bir cephesiyle iptidai görünen bir medeniyet, diğer cephesiyle inkâr götürmez bir üstünlük arz eder.

Roma-Yunan ve Sâsâni alış verişinden sonra, Garbın Şarkla temasını yenileyen Haçı seferleri de, bir kültür ve medeniyet mübadelesiyle meyve ve mahsúl vermiş ve Garb, Rönesansını ancak Bağdat, Suriye ve Mısır gibi Şarkın kültür merkezleriyle temasından sonra yapabilmiştir.

Fakat Batı dünyası, gözünü açıp Şark medeniyetini kendi coğrafyasında bir yeni çehre ile uyandırmayı aklına koyduğu zaman, bu hamlenin adına Şarklılaşma dememiştir. Öyle ki, müstakil bir medeniyet yaratıcısı olmak kararında sonuna kadar direnmiş ve felsefesini Greko-Romen köklerine bağlamıştır. Bu suretle de ilmi, fikri, san'atı, tekniği ve bilhassa kapitalizm çekirdeği etrafında toplanan iktisadi gücü ile yepyeni bir kisveye bürünerek dünyaya boy göstermiştir.

Hâlbuki Türkler, siyasi, iktisadi ve askeri zorlamalar dolayısıyla Garb medeniyeti çerçevesine geçiyor, hor ve geri bulunduğu eski medeniyetinden uzaklaşırken aynı anlayışı gösterememiş, kayıtsız şartsız Garba adapte olmayı, kurtuluş zannederek bu hamlenin adına da Garplılaşma demiştir.

İşte Garbın maddeye dayanan realist karakterli medeniyeti karşısında sinen ve küçüklük anlayışına tutulan cemiyetimiz, kurtuluşu, ancak yeni gireceği medeniyette fani olmak ve erimek suretiyle hüviyet ve şahsiyet değiştirmekte sandı. Böylece de Tanzimat'la ilk ciddi Garplılaşma inkılâbımızı yaptı. Fakat bu, halkla bürokrat sınıfın müşterek talebi neticesi olmamıştır. Hakaní ve zorlama bir inkılâptı. Onun için de tutmadı.

Arkadan meşrutiyet inkılâbı geldi. Bu da memleket realitelerinin icbârı ile yapılmamıştı. Dayandığı ilmî ve felsefi bir temeli yoktu. Gene iflasla sona erdi. Üstelik on yıl içinde bir imparatorluk kaybeden Türk milleti, topraklarının beşte dördünü kaybetti.

Türkiye'nin öncülüğünde yeni bir Ortadoğu vizyonu Türkiye'nin öncülüğünde yeni bir Ortadoğu vizyonu

Arkadan Cumhuriyet yetişti. Ve yer yer, ada ada, irtibatını devam ettiren Türklüğü, bütünüyle Greko-Latin medeniyeti câmiasına mal etmenin seferberliğini açtı.

İlk iş, Şark medeniyetinin devam zinciri olan bin yıllık harfini bırakıp Latin harflerini kabul etmekle ve tarihe karşı mes'uliyetini hiçe sayan tehlikeli bir cesaret ve pervasızlıkla işe başladı.

Târih, alfabeyi bir medeniyetin anahtarı olarak kabul eder. Anahtar değişince medeniyetin değişeceği de tabii idi. Fakat bu yeni medeniyeti yürütmek için yardımcı diller lazımdı. Asırlar boyu Türk dili içinde Türkleşmiş ve karakter değiştirmiş olan Arapça ve Farsçadan gelme kelimeler yerine, İngilizce, Fransızca, Almanca kaim olmalıydı. Zira Garbın ilim ve teknik dünyalarına bu kapılardan girilebilirdi. Onun için de Türk gençliği büyük kütleler halinde Avrupa'ya akın ederken, tarihinden, dilinden, dininden topyekûn milli kültüründen habersiz olarak içine girdiği yeni medeniyeti milli bir platform üstüne getirip kendi malzemesiyle işlemesine imkân bulamadı. Üstelik bu sermayesiz gençlik ciddiyet, metod ve milli heyecandan mahrum olduğu için, Garbın kucağında, otun sunduğu gıdalarla beslenerek, daha çok, zehirlenerek, benimsediği yeni medeniyete faydalı olmaktan uzak kaldı.

Bugün Türk kültür ve fikriyatım yapıcı ve şuurlu bir anlayış üstüne getirmek için bin şu kadar yıllık medeniyet ve tarihimizin doğuş ve yükseliş sebepleri üstüne çevirerek mâzi ile barışmak ve yeniden rabıta kurmak, belki de salim ve kestirme yol sayılabilir.

Ancak şu noktayı da kısaca, fakat ehemmiyetle idrak etmek lazım gelir. Nasıl ki târih, alfabeyi bir medeniyetin anahtarı olarak kabul etmekte ise, dili ve dilin kelimelerini de o medeniyeti besleyen ve yaşatan kültür nafakası olarak görür.

İşte, asırlardır Garb medeniyetine kur yapa yapa nihayet kucağına atılan biz, en tehlikeli hatayı da, şu son çeyrek asırdır Türk Dili üstünde giriştiğimiz acemice ve tehlikeli olduğu kadar yersiz de olan bir operasyonla yapmış bulunuyoruz.

Öyle ki, irfan hayatımızı, harsimizi, milli, târihî ve mânevî sermayemizi topyekün sıfıra indirmek gayreti içinde bulunan dış düşmanlarımızın iğvâsına uyarak, dört elle sarıldığımız (uydurma dil) hareketi, Türk maarifini felçli, yatalak ve kötürüm hâle getirmiş bulunuyor.

İşte, Türk milleti, can çekişen Türkçeye, bu ana dâvâya sahib çıkıp onu iç ve dış düşmanların kanı ellerinden kurtarmadıkça. Kendisine, ne Şark ne de Garb medeniyetleri içinde yer bulabilmesini düşünmemelidir.

Samiha Ayverdi, Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız, 1976, s. 215-219