20. yüzyılın en büyük filozoflarından ve bugün dinsizliği ve imansızlığı beslemeyi kendine şiâr edinmiş “müsbet ilmi” akıl mevzuunda akılla mat ederek sezgi felsefesini getiren ve bu tavrından ötürü bugün hiçbir Batılının adını anmadığı Henry Bergson’un meşhur eserlerinden birisi de “Gülme”dir. Bu eserin yayınlandığı dönemde memleketimizde de bir heyecan hâsıl olmuş ve bu heyecan rüzgârları arasında Mustafa Şekip Tunç, Bergson’un “Gülme” isimli eserini dilimize Osmanlıca olarak tercüme etmiştir. Bu tercümeyi yaparken eseri aslına uygun olarak tercüme etmekten ziyade bizim dilimiz, hareketlerimiz, mesellerimizi öne alarak bir nev’i millîleştirmiş ve bu şekilde davranarak “Gülmek Nedir, Kime Gülüyoruz?” başlıklı bir kitap yazmıştır. Yani bizim burada sadeleştirdiğimiz eser, esasında Bergson’un “Gülme” isimli eserinin aslının bir tercümesi değil, Bergson’un seziş felsefesinde öne sürdüğü fikirler dikkate alınarak hülasalandırılmış bir kitaptır.
Bergson’un “Gülme” isimli eseri etrafında uzun süre kendimce mütalaalarda bulunduğum ve felsefesinin fikrî mülahazalarına hiç olmazsa aşinâ olduğum için Mustafa Şekip Tunç’un “Gülmek Nedir Kime Gülüyoruz?” eserini sadeleştirmek ve bugün okunabilir bir vaziyete getirmek istedim.
Takdim
Bu küçük kitap bütün gülmek hâdisesini tetkik ve izah etmekten pek uzaktır. Her ruhî hâdise gibi gülme hâdisesi de bir taraftan fizyoloji diğer taraftan sosyoloji ve felsefe ile temastadır. Gülmek henüz bir ilim halini alamadığı için bütün teferruatı itibariyle halen teori ve felsefe sistemleriyle izah edilmektedir. Ezcümle bu babdaki fizyolojik, sosyal ve felsefî teoriler pek çoktur. Bu teoriler içinde en dikkat çekici olanı, güzele dokunarak vücuda getirilen felsefeci büyüklerin eserleridir. Bunların içinde en mütekâmilinin Bergson’un “Gülmek” isimli eseri olduğu en iyi münekkidler tarafından umumiyetle tasdik edilmiştir. İşte ben de bu eseri esas aldım. Fakat her şeyden evvel gülmek hakkında filozof ve âlimlerin en dikkat çeken mütalaalarını özet halinde toplamayı ihmal etmedim. Doğu eserlerinde neler bulabileceğimi İzmirli İsmail Hakkı Efendi’den sorduğum zaman “gülmek garip ömrü idraktir diye tarif ederler. Bundan fazla bir malûmat hatırlamıyorum” demişlerdi. Bunun üzerine yalnız Batı eserleriyle iktifa edebileceğime hükmederek şu küçücük eseri tertib ettim. Bergson, gülmeyi daha çok sahne ve komedi esasından tetkik ederek bütün komedi eserlerindeki gülmek vakıalarından bir takım kaideler ve hatta kanunlar çıkarmaya muvaffak olmuştur. Ben mezkûr vak’aların millî hayatımızdaki emsallerini ihmal edilmiş bulmaya ve bu surette mevzuyu kendi hayatımıza yaklaştırmaya gayret ettim. Bergson’un yazmak istediği bir mevzuyla ne kadar hemhâl ve ona karşı ne kadar hırslı olduğunu bilenler, “Gülmek” isimli eserinin ihtiyacımız dairesindeki bir mevkii olan bu eserde on iki sene evveline kadar yayılmış bütün tetkiklerin en canlı rayihalarını duyacaklarından emin olabilirler. Bu eserle aslını tetkik edenler, yapacakları mukayesede Bergson’un hülasa edilmiş fakat sâdık bir tercümanı olabildiğime hükmederlerse şimdiden memnun kalacağım. Sezişin ne nafiz bir marifet vasıtası olduğundan şüphe edenler bu eseri okuduktan sonra derin bir hayretle uzun ve zengin tefekkürlere dalmaktan nefislerinde engel olamayacaklardır.
7 Ağustos 1337 (1918) İstanbul Mustafa Şekib
Gülmek Nedir ve Gülünç Olan Kimdir?
Gülmeyi mantıkla düşünenler derhal ağlamanın zıddıdır diyecekler; belki de hepimiz hâlâ bu kanaatteyizdir. Bu basit görüşün sebebi ağlarken gülmenin imkânı olmadığını kendi tecrübemizle anlamamızdan mıdır bilemem; yalnız muhakkak olarak söylenebilir ki insanlar öteden beri gülmeyi bilmişler, fakat niçin güldüklerini bir türlü anlayamamışlardır. Hatta “komedi”nin basit sanayiye dâhil olarak aynı zamanda hasbî bir irfan hâsıl etmesine aldanarak gülmenin esasını bediî bir heyecan addedenler bile olmuştur. Esasen bir şeyin tabiat ve mahiyeti anlaşılmadıkça hakikî mevkiî bulunamaz. Mihânikî (mekanik, alışkanlığın verdiği kolaylıkla, düşünmeksizin) tekâmülcüler (mesela, Darwin), gülmenin menşeini hayvanlara kadar indirmiş ve insanlarla hayvanları bu hususta akraba yapmaktan kendilerince bir zevk duymuşlardır. İtiraf edeyim ki ben de tabiatçı olsaydım erkek maymunun dişisini görünce sırıtmasını gülmenin tek kıyası yapmakta kusur etmezdim; malûm ya, tabiatçıların görüşlerine nazaran bütün ruhî hadiseler uzvî nişanelerle beraberdir. Binaenaleyh uzvî tezahürlerle bütün ruhu anlamak mümkündür ve madem ki maymun da sırıtmasını biliyor, o halde o da gülüyor!.. Mamâfih bu hususta fazla ısrar etmek istemem. Filhakika maymun da bizim gibi yahut bize yakın bir mahiyette gülebiliyorsa kendisini hayvanat zümresinden çıkarmak için tabiatçılara karşı ilk dava açan ben olmak isterim. Pek iyi bilmiyorum; şayet Darwin taraftarları bu hususta hâlâ ısrar ederlerse, bazı tabiatçıların zannettikleri gibi, bunlar hayvan değil nesl-i beşerin soysuzlaşmış bir taifesi olacaklardır. Zâhire aldanmamayı her gün tekrar edip dururken maymunda alelâde dudakların açılmasını gülmek zannetmek bütün beşeriyette dalgalı bir deniz üzerindeki beyaz köpükler gibi yanıp sönen kahkaha ve tebessümlerin ne derin mânâ ve acılık ihtiva ettiğinden habersiz yaşamaktır. Filvakıa gerçekte gülmek, haricî ifadeyle çok basit ve o nisbette tasviri kolaydır. Fakat gülmenin bir de içine girmek, derin ve nefsî hayatı tadarak yaşamak var. İşte meselenin ehemmiyeti buradadır. Gülmeyi tabiatçılardan çok evvel filozoflar tetkik ederek insana “hayvan-ı nâtık-konuşan hayvan”tan yola çıkarak bir de “hayvan-ı dahhak-çok gülen” ünvanı vermişler ve bu suretle gülmenin insanda konuşma nisbetinde mühim bir saffet keşfi olduğunu sezebilmişlerdir.
Fakat bu keşiften sonra niçin güldüğümüzü ve neye güldüğümüzü izah edebilmişler midir? Bergson’a gelinceye kadar gülmeyi tetkik eden filozof ve âlimler ruhun içtimaî hayatta inkişaf etmiş büyük malûm hadisesini daima bir sebebe irca etme hatasında bulunmuşlar ve meseleyi bir izafe yahut teşbihe kaidesi kadar basit zannetmişlerdir. Hâlbuki gülmenin sebepleri o kadar çoktur ki, bütün gülmeleri müşterek ve umûmî bir sebep altında toplamak yahut hepsini bir asıla ircâ etmek mümkün değildir. Bunun için gülmeyi tarif etmek zaman ve mekân tarifleri kadar mânâsız ve ihâtasız kalmıştır. Doktorlara nazaran gülmenin en açık tarifi: “Hoşa gidecek hazlara tekâbül eden sinir hareketlerinin toplamı”dır. Hâlbuki gıcıklama ile soğuktan ve bazı vakitler kimyevî ilaçlardan mütevellit gülmelerle isteriklerin ağlama nöbetlerindeki gülmelerini ve muharebelerde kanlı bir sahneye müteakip asabî kahkahalara tutulan askerlerin gülmelerinde hazdan eser yoktur. Demek ki burada da aynı mantık zihniyetiyle gülme, ağlamanın zıddı olan bir eser haz gibi telakki olunuyor.
Gülmeyi pek sathî anlayan müelliflere göre iki öteki, iki hayâl yahut iki fikir arasındaki “bir yeni tezat” gülmenin yine sebebidir. Mesela maymun görünce gülmemiz bize insanı hatırlattığı halde insan olmayıp bilakis onun zıddı olan hayvan olmasındadır. Hele aynı maymunu insan gibi giyinmiş görürsek tezat daha barizleşmek itibariyle gülmemiz artarmış.
Diğer bir anlayışa göre: “Gülmek, ansızın duyulmuş bir gururdur. Mesela sağlam bir insanın çolak yahut kamburu görünce gülmesi kendi bütünlüğüne karşı ani bir gurur idrakinden doğmuştur. Bu takdirde bütün tabiat karşıtı hadiseler, mesela Haziran ortasında kar yağması, Arşimed’in muhasara içindeyken matematik ile uğraşmasının bile gülünç olması lazım gelir. Hâlbuki bunlar ya aksi tesir hüzün yahut hiddetten doğmuşlardır.
Fransız zekâsının mahsulü olan ilk görüşle İngiliz filozoflarından Hobbs’un eseri olan ikinci görüş mütekâmil ve iptidaî gülmeleri izah edecektir. Sözde Darwin’e nazaran gülmenin en iptidaî şekli katılma derecesinde delice gülüşlerdir. Bu İngiliz tabiatçısının iddiasına göre rakibini ayakları altına alan bir vahşi bu tarzda gülmektedir. Şu halde gülmenin tekâmülü delice kahkahalardan başlayarak zarif kadın tebessümlerinde son bulacaktır. Hâlbuki aynı tabiatçılar çocuğun “evrim süreci” yaşadığını iddia ettiklerine ve çocukta kahkahadan evvel tebessüm tahlil edilmesine nazaran evvelki iddia ile bu hakikat arasındaki tezada ne yapalım?
Elhâsıl beşer ruhu, cemiyet hakkında henüz pek iptidai ve tamamen fikrî malûmat sahibi olan Darwin ve benzer tabiatçıların gülmek gibi toplu bir hadise hakkında yapacakları tetkik ve varacakları hükümler bundan daha fazla bir şey olamazdı.
İnsanın bütün mahiyetini hayatiyet ve fizyoloji ile izaha çalışmak elbette bu kadar hudutlu ve tezatlı neticeler verecektir.
Gülmeyi izah sadedinde aynı eseri takip eden ve memleketimizde büyük bir vukuf ve nüfuzlarda şöhreti olan Spencer’ın bu husustaki mütalaalarını kaydetmeden geçemeyeceğim: “Gülmek sinir kuvvetinin tabiî mecradan çıkarak ansızın bir surette nehirler gibi yeni bir yola dâhil olmasıdır.” Bu umumî ve uzvî tariften sonra gülmenin ruhî sebeblerinde tezat nazariyesini esas kabul eden Spencer, dikkat nazarını şu suretle açıklar: tezat, iki çeşidi olup biri hafif biri şuurdan şiddetli bir şuura doğru yükselir; diğeri ise şiddetli bir şuurdan hafif bir şuura doğru sükût eder. İşte insanı güldüren bu ikinci çeşidi tezattır. Mesela merhum Cemil Bey’in neşide taksimlerinden biri çalınırken dinleyicilerden birinin esnemesi, güzel bir şiir dinlenirken çocuklardan birinin “anne karnım acıktı” diye ortaya çıkması insanı güldürebilir. Çünkü ilk vakıalarla dolu bir halde bulunan bir şuur birdenbire mânâsız bir vak’aya maruz kalınca artık eski mecrasında devam edemediği gibi yeni vak’ada uyanmış olan şiddetli bir şuuru meşgul edilecek bir mahiyette olmadığından ansızın fazla kalan sinir kuvveti derhal ayrılıp boşalarak gülmeyi hâsıl eder.
İşte Bergson’a gelinceye kadar bütün felsefe ve âlimlerinin görüş ve nüfuz nazarları bundan ibaret. Vakıa şöhretli bir isim bırakmış bazı müelliflerin gülmek hakkında ibdaî mütalaaları varsa da bunlar çok perakende ve nakıs bırakılmış bir takım görüşlerdir.
Şimdi bir de Bergson’un (sezgi usûlü) ile gülmeyi nasıl teşrih ve tenvir ettiğini görecek olursak aradaki azim fark anlaşılacak ve bu sayede ruhiyat ve felsefe vadisindeki yeni cereyanlara vakıf olmadan sezgici ruhiyat ve felsefeyi almayı iflas gibi gören bazı münevverlerimiz belki uykularından uyanarak ne söylediklerini kulaklarıyla işiteceklerdir.
Her şeyden evvel bilmeli ki, Bergson, gülmek hadiselerini bir tarif içinde hapsetmeyi asla düşünmemiştir. Komik deyince mutlaka canlı bir şey tasavvur ediyor ve mevzuunu hayata karşı göstermeye mecbur olduğunu hürmet ve ihtimam ile tetkik etmek istiyor. Bir zaman gülünen şeyler o zamanın içtimaî ruhunun bir kısım hadisiyetidir ki, bunlar bir hayat gibi doğar ve gayrı mahsus tedriçlerle muhtelif istihalelere uğrayarak inkişaf ve tekâmül eder. Bunun için, hangi vadide olursa olsun gülme hâdiselerinden hiç birisi ihmâl edilemez ve cümlesi yaşayan bir hayat birliği arz eder. İnsanların mizaç ve tabiatını nasıl kendileriyle geçirilen uzun bir arkadaşlıktan sonra anlayabiliyorsak, gülme hâdiseleriyle de tâ başlangıcından ve birlikte yaşamak lâzımdır. Çünkü gülmek içtimaî hayatta inkişaf ve onunla birebir tekâmül etmiş bir hayat ruhudur. Teşbihi caizse gülmenin bir nar ve ak çınarlar gibi cemiyet içinde hayatî vazifeleri vardır. Binaenaleyh gülmeyi anlamak ancak bu vazifesini teşrih ve tavsif etmekle mümkün olacaktır. Hiç şüphe yok ki akıl ve hissiyatın nasıl bir mantığı varsa, bütün bir cemiyet efradını güldüren şeylerin de kendilerine has mantık ve makûliyetleri olacaktır. Bunları meydana çıkartmakla hem beşerin hem de gülmelerin mahiyeti biraz daha yakın ve biraz daha derinden anlaşılacaktır.
***
Hayvanların gülebileceğini kabul etmeyince, gülmek liyakatini haiz olarak ancak insanı görüyoruz. Gülen insan ise gülünç olan kimdir ve bütün gülünç şeyler acaba hangi silsile-i mevcudatta toplanmıştır? Yani eşya, bitki ve hayvan kendi başlarına gülünç olabilir mi? Söz gelişi maymun veya ayıya güldüğümüze aldanarak hayvanlar komiktir diyebilir miyiz?
Hiç telaş etmez ve kızmazsanız filozofun bu husustaki hükmünü söyleyeceğim. Meğer biz çok saf adamlarmışız! Ayıya güldüğümüzü zannederken kendi kendimize güldüğümüzün farkında bile değilmişiz! Felsefeye nazaran insandan başka gülünecek hiçbir mevcut, hiçbir mahlûk yoktur. Tabiat; güzel yahut çirkin, yüksek yahut sefil olabilirse de asla gülünç değildir. Bir hayvana gülmemiz bunda behemehal bir insan vaziyeti yahut insan edâsı sezmemizdendir. Çocukluk hatıralarımızı yoklarsak at cambazhânelerinde hayvanları gülünç bir hâlde koymak için hepsini insan kıyafetine sokarak yem yedirdiklerini hatırlayınız. Kışın mahalle çocuklarının kardan yaptıkları insan taklitleri mahiyetine bir komedi sahnesi olmuyor mu? Hayvanın biri kayıp düşse gayri ihtiyari merhamet duyduğumuz hâlde bir insanın aynı tarzda düşmesini kahkahalarla karşılarız. Karnaval maskeleri mağazaların camlarında kaldıkça tamamen mânâsız ve çirkin şeylerdir; fakat aynı maskelerin bazı karnavallarda iktisap ettiği maskara komikliği düşünürsek insandan başka gülünç hiçbir mahlûk olmadığını teslim ederiz.
*
Güneş insana hiçbir şekilde benzeşme arz etmediği için asla gülünç olmuyor. Hâlbuki ay dünyadan başka bir şekilde olmadığı hâlde, bazı vakitler insan simasını andıran bir şekilde gözükmesi dolayısıyla gülünç olmaktadır. Birisi “yıldızlara güldüm” dese, dikkatle yüzüne bakar ve belki de muvazenesinden şüphe ederiz. Hâlbuki bazı günler biraz evvel bahsettiğimiz (ay dede benzetmesi) ayın hâline baktığımızda aynı dengesizliği düşünmeyiz; çünkü o suret “bizden” bahsetmektedir.
Hangi şartlarda gülebiliyoruz?
Ruhî, içtimaî bir mânâ ile olan, güldürmesini bilen ve gülünç olan ancak insandır. Beşerden başkası yalnız beşeri-insanı andırmak itibariyle komik olabilir. Bu cihetin derinleştirilmesinden ve insanı gülünç yapacak sebeplerin tayininden evvel gülmenin ruh şartlarını görelim. Acaba gülebilmek için insan ne hâlde bulunmalıdır? Yani her ruh hâlinde gülmek mümkün müdür? Hastalıklı gülüşler tıbba ait olmak itibariyle burada mevzu olmayarak, içtimaî ruhun gülmeleri tetkik edileceğinden, gülmenin tabiî şartları etrafında kalacağız demektir. Bu şartları bulabilmek için uzaklara gitmeye gerek yok; yalnız ruhumuzu murakabe etmek yeterlidir.
Hiddet, korku, infial, hüzün ve keder ve ıstırap hâllerimizde gülmeye karşı ne kadar uzak olduğumuzu ispat etmeye bilmem hacet var mıdır? Alelâde neşeyi ifade eden tebessümlere dikkat edilirse aşk dahî gülmeye mânidir. Ruh, gülebilmek için her türlü heyecan ve galeyanlardan âzâde durgun bir göl gibi olmalıdır. Kahkahanın tabiî mahiyetinde hesapsızlık ve heyecansızlık vardır. Tahassüs hâlinde bulunan bir ruha atılacak bir nükte ve zarafetler ne şekil ve mahiyette olursa olsun tebessüm uyandırmaz; çünkü gülmenin heyecan ve hassasiyetten büyük bir düşmanı yoktur. Bize merhamet ve muhabbet gibi hisleri telkin eden bir mevzuya gülebilmek için hiç olmazsa bir ân için bile olsa merhamet ve muhabbeti unutmamız lâzımdır. Bütün hareketlerimiz aksi tesir hâsıl edeceğinden, bunların gülmedeki zevki ne beslemesi ne de azaltması mümkündür. Melankolik denilen karasevdalıların gülmeyi daima nefretle karşılamaları bu sebeptendir. İsterseniz nefsinizde tecrübe ederek bir müddet etrafınızdan gelen ve işitilen bütün şeylere alâkadar olarak bir hayat yaşamaya çalışın. İşte o zaman aniden büyülenmiş gibi etrafınızdaki bütün intibaların toplanarak ruhunuza kâbuslar yağdırdığını ve bütün eşya ve mahlûkatın somurtkan renklerle karardığını göreceksiniz. Bir de bu vaziyetin aksini düşünelim ve hayata karşı lakayt gibi bir görüşle bakınız: Hâliyle zannettiğimiz birçok faciaların nasıl olup da bir komediye dönüştüklerini hayretle göreceksiniz. Seyahatin, yabancı memleketlerin ruha ferahlık vermesinin bir sebebi de bu yöndendir. Yabancı memleketlerdeki bu tesirin sebebi, bir yabancı olmamız dolayısıyla bizi kolayca etkilemesinden aldığımız intibalar ekseriyatla hoş ve komik oluyor. Kendi adetlerimize gülmek aklımıza bile gelmezken başka memleketlerin en mukaddes an’anelerine bile gülmek için çaba sarfederiz. Dans edilen bir salonda şarkının verdiği tesire engel olmak üzere kulaklarını tıkayınız; biraz evvel pek tabiî bulduğunuz dansların nasıl olup da gülünç kuklalara dönüştüğüne hayret edeceksiniz. Kına gecelerinde dikkat ediniz; şarkı başlamadan oynamaya davet edilenlerin umumiyetle utandıklarını göreceksiniz. Çünkü, insanlar umumî bir anlayışla burada komik bir vaziyette kalınacağını düşünür. Herkes için fevkalade ciddiyetle devam eden bir sahnenin birden bire lâtifeli yahut komediye dönmesindeki sebebi hayat tesirinin o anda kesintiye uğramasında aranmalıdır.
Velhasıl, komik şey, bütün tesirini hâsıl edebilmek için kalbin ani ve geçici bir uyuşukluğunu icab ettirir; çünkü gülmenin ilk şartı teessürden âzâde bulunmaktır.
***
Teessürle gülmek mümkün olmayınca ruhumuzun başka bir nahiyesiyle güldüğümüz anlaşılıyor. Malûmdur ki teessürî hayat ruhun sıcak ve galeyanlı bir yaşayışıdır. Aynı ruhun bir de soğuk yaşayışı vardır ki bunu ancak “zekâ”da görebiliriz.
Gülebilmek ve güldürmek için behemehâl zekâ hâlinde bulunmak lâzımdır. Bir de zekâ yalnız başına gülemez; mutlaka diğer zekâlarla temas etmelidir. Bu sebepten yalnız başına gülmenin şaşkınlık addedilmesi yanlış bir şey olmasa gerek. Gülmek lakırdı gibi kısa, açık ve öteye gitmekten hazzetmediği için mutlaka akislere muhtaçtır. Göklerin bir tarafında başlayıp bütün dağları inleten gök gürültüleri gibi kahkahalar da bir cemiyetteki bütün efradı dolaşmak ve hepsinde çınlamak iptilasındadır. Elbette bu akisler nâmütenahi gidecek değildir; yalnız istenildiği kadar ısmarlama dâireler içinde dolaştırılabilirler. Bunun için gülmelerimiz denizin sathına açılan ve gittikçe büyüyen mevceler gibi halka halka intişar eder. Yalnız gazino, kahvehâne gibi yerlerin müşterek gülüşlerinde çok kere hepsince malûm müşterek bir nokta, bir fikir vardır ki, bu bilinmedikçe kahkahaları bulaşıcı olamaz. Hatta ağlamak da böyledir. Şiîlerin Muharrem aylarındaki matem ayinleriyle mersiyelerini soğukkanlı bir hâlde seyreden birisi, niçin ağlamadığı sorulduğu zaman, “ben sizin taraftan değilim ki” cevabını vermiştir. Müşterek gülüşler ne kadar sarih farz edilirse edilsin mutlaka bir topluluk arasında malûm olan bir fikri ihtiva eder. Bunun için bir şeye müştereken gülenler okul arkadaşları gibidirler. Bir çok komik hikâyelerle millî zarafetlerin bir lisandan diğer lisana tercüme edilmesinin hikmeti yalnız bir millette malûm örflerle kavramları, ince fikirleri ihtiva etmesindendir.
Mesela İncili Çavuş ile Nasreddin Hoca’nın hikâyelerinden büyük bir kısım millî hayatımızı bilmeyen birisi için tamamen mânâsızdır.
Dikkat etmeli ki, Vefik Paşa’nın (Molyer) tercümelerindeki kıymet ve muvaffakiyet Fransız örf, âdet ve zihniyetinin Türkçeleştirilmesi sayesinde temin olunmuştur.
Demek oluyor ki komik şeyler yalnız ruhun anlayacağı mahiyetinde basit sevgi gösterileri yahut münferit ve acaib hâdiseler olmaktan çok uzaktır. “Felsefî fikirler”in mahsulü olan görüşler ile gülmeyi anlamak asla mümkün değildir. Gülmenin alâkaları yalnız ruhumuzda olmayıp bilhassa ruhumuzun inkişaf ettiği millî bir cemiyet hayatındadır. Bizi güldüren şeylerin milliyetle münasebetini kurmayanlar münhasıran mücerret fikirlere kapılanlar gülmenin sebeplerini “zihnî tezat”larla “eşyaya mahsus” göstermişlerdir. Hâlbuki gülmeyi tabiî mahiyeti olan millî hayatta görmedikçe ve bilhassa içtimaî faydasını tayin etmedikçe bir türlü anlayamayız. Denilebilir ki gülmek, meşru hayatın bazı taleplerine cevab teşkil etmektedir. İçtimaî ve millî mânâyı haiz olmayan gülme, ya maymun sırıtışı yahut aptal gülüşüdür. Gülen zekâ olduğuna nazaran ahmaklarla delilerin gülüşleri de zekâları gibi boştur. “Pazar ola çorbacı başı” nakaratıyla döne döne dolaşan “Hasan Bey” mezkûr gülmelerindeki boşluk ve mânâsızlığa bilmem dikkat ettiniz mi? Fakat buna mukabil delilerin gülüşleri, rabıtasız, haksız yahut fazla olabilirse de, asla mânasız ve toplum dışı değildir. Çünkü delilerde bozulmuş olan yalnız hâl ve bulunulan yere intibak kabiliyeti ve bazı hususiyetlerdir. Deli, istihzadan anladığı gibi istihza etmesini dahî bilir. Denilebilir ki deli rayından çıkmış bir ruhtur. Yolundan çıkmış bir tren nasıl her istenilen istasyona uğrayamazsa deliler de zekâ muhayyilesine rabıtasız olmakla beraber oldukça tasarruf sahibidirler. Bunun için delilerin gülüşü ne ahmakların, ne de aptalların gülüşleri gibi hikmetsiz değildir. Bununla birlikte aptallara karşı haksız olmamak için bunların pek basit mahdut olmak şartıyla mânâlı bazı gülüşleri olduğunu da itiraf edelim; fakat koyu ahmaklarda bu bile yoktur.
Hülâsa, komik dediğimiz şeyler insanların bir zümre hâlinde toplanarak bütün dikkatlerini içlerinden birine atıf etmelerinde ve aynı zamanda teessürlerini susturarak yalnız zekâlarını işletmelerinden doğuyor.
Şimdi zekânın gülmek için nerelere teveccüh ettiğini tetkik edelim.
Hareket Komikliği ve Seciye Komikliği Arasında
İçtimaî hayat kendisini teşekkül eden fertlerden ahlâkî, dinî, lisanî, hukukî ve iktisadî dayanışmalarından başka bir de bedenî ve ruhî bir sağlamlık ve içtimaî bir uysallık dayanışması talep eder. Dalgınlar, şapşallar, serseriler, beceriksizler, vurdumduymazlar, utangaçlar, tafrafuruşlar, küstahlar, hasisler, vehimliler, kılıbıklar, züppeler, kendini beğenmişler, zıpçıklılar, kabak çiçekleri (önceden aşırı utangaç iken sonradan açılan tipler kastediliyor. F.T.), yobazlar, mürailer, dalkavuklar, evet efendimciler, yosmalar, sahte vakurlar, idare-i maslahatçılar, resmî evrak okurcasına güneşlenenler, çıt kırıldımlar, şaklabanlar, zevzekler, tutkunlar; pısırıklar, kavruklar, sonradan görmeler, dangalaklar, düttürü leylalar… Bunlar her cemiyette yaftalı komiklerdir; böyle olmasaydı komedi bütün ilhamlarını hep böyle içtimaî tiplerden alır mıydı? Gülünç hâllerimiz mihânikî (mekanik, kendiliğinden) hareketlerimizle simamızdan başlayarak hâllerimiz ve görüşlerimize, daha sonra lisanımıza ve en nihayetimizde suretimizden siretimize geçerek karakterimize kadar işlerler. Burada mihânikî hareketlerimizden mütevellit komikliklerin ruhî ve içtimaî sebeplerini göstereceğiz.
İnsan bu ya! Ayağının kayması yahut birinin çarpması ile eskaza düşen bir adama niçin gülüyoruz? Aynı adam kendi arzusuyla çömelseydi gülecek miydik? Güldüren şey, vakanın ânsızın meydana gelmesi olsaydı, bütün ansızın meydan gelen şeylere gülerdik. Mesela birden bire kalp krizi geçirerek düşmek de gülünç olmak iktiza edecekti. Dikkat etmeli ki bu misal ile evvelki düşmek arasında şahsen açık farklar vardır.
Düşünelim: Arızalı bir mahiyet içinde yaşayan bir adam artık etrafına ve bastığı yere dikkat etmekle mükellef değil midir? Kurulmuş bir oyuncak gibi alabildiğine gitmek insanın makineleştiğini hatırlatmaz mı? Belki de “dalgındı” diyeceksiniz. Daha iyi ya! İşte biz de asıl bu dalgınlığa güleriz. (...)
Sokak ortasında, içtimâî hayatın faaliyet ve uyanıklık merkezlerinde sizin dalgınlığınızı kim düşünür?
Destiyi kırmadan oğlana hafifçe tokat aşk eden Nasreddin Hoca’nın hikâyesi malum. Artık fertlerin hödüklük ve beceriksizliğinden zarar görmüş olan cemiyet, destisi kırılmasa dahî benzer dalgınlıkları tebessümleriyle cezalandırsa haksız mıdır?
Değil midir ki vazifelerine her gün hesaplı bir intizam ile geç gelen kalem efendileri yahut mektep talebeleri arkadaşlarının gülücüklerini davet etmekten kurtulamıyor... İnsanları terbiye etmek okul ve aile ile temin edilemez ise başka ne yapılacaktır acaba?...
Dalgınlıktan ziyâde kayıtsızlık, dikkatsizlik ve saygısızlığı andıran bu komik hareketlerin daha derinden gelen şekilleri vardır ki asıl komik dalgınlık burada tecelli etmektedir. Mesela sinema yahut tiyatro bittiği ve herkes dışarıya çıktığı halde kendisinden geçmiş olarak hâlâ gözü sahnede kalan meşhur dalgınlar var. Hele damdan düşer gibi söz söyleyen sersemlere ne demeli? Demek ki bunlar hâlin icab ettiğini bir türlü takip edemiyor ve hâlde yaşamalarına mukabil mazinin mezaristanı ile istikbâlin gülistanı arasında köprüler kurarak hâlin üstünden atlıyorlar. Bu hâli bilhassa aşk ile kahramanlık efsanelerine kendini kaptırmış kimselerde görmeli. Bunların artık kendilerine mahsus hiçbir iradeleri yoktur. Okuyup inandıkları roman kahramanlarının sihir ve cazibesiyle öyle büyülenmişlerdir ki, günün birinde o kahramanlardan biri olacaklarına hakikaten inanmışlardır.
Aramızda “Sezar” gibi dolaşan bu adamlar az değildir. Sakın görünüşe aldanıp da bunlara akılsız yahut tecrübesiz demeyiniz! Gerçekten herkes hasta değilse de her sağlam adamda uzvî ve ruhî bütün hastalıkların tanecikleri vardır. Hastalık dediğimiz hâl bu taneciklerin açığa çıkmasından ibarettir. Nitekim ruhî hastalıklardan birçoğunun tanecikleri dalgınlık halinde uyumaktadır. İsterik dediğimiz hastalık esas itibariyle hayatın hakikat ve vakalarına inanamayıp muhayyelata saplanmak ve buradan bir türlü çıkamamaktır. Bu hastalığın en hafif şekli “dalgınlık”tadır. Hastalık acıklı bir şey olduğu için isteriklere gülemiyoruz. Fakat dalgınlık henüz teessürümüzü uyandıracak bir hâl olmadığından mesela bir bülbül bizi güldürebiliyor. Hele dalgınlık sebeplerini bilir ve bu sebeplerin hastalıklı olmayıp tabiî olduklarını sezersek mevzu tamamen komikleşmiştir.
Meseleyi başka bir misal ile izah edelim: düşmek, daima düşmek ise de, etrafı kollarken bir kuyuya düşmekle yıldızlara dalarak düşmek başka başka şeylerdir. Ezcümle (Donkişot)un fazla komik olması bir yıldıza bakarak düşmesindendir. Nasreddin Hoca’nın evden iki eşekle çıkıp da sonra altındaki eşeği unutarak bir eşek eksik diye telaşa düşüp yoldan dönmesi gülünç dalgınlıkların bir şaheseridir. En sathî komiklik, hayatın hoş avuntu göstermeleri ise, en şahsî ve derin komiklik seciye komikliğidir. Bu iki komiklik arasındaki muvazene unsuru dalgınlıktır. Hayalî kimselerle sokak ortasında ayağı kayarak düşenler arasında komiklik itibariyle fark yoktur. Biri maddî bir engelden düşerse diğeri gerçekte var olmayan fikirlerle sarsılarak düşüyor. Aralarındaki fark birinin basit olup diğerinin ruhun deryalarındaki bir fikr-i sabitten doğması dolayısıyla muadil olmasıdır. Seciyeden kaynaklanan komiklik her gün bir şey yumurtlayacak bir istidatta olduğu için çok zengin ve bereketlidir.
Ruhun tabiî hâli elastikî ve müteal olmaktır. Ruhun bu hâlinde komik olabilecek bir yön bulmak pek güçtür. Fakat çocukken kıkırdak hâlinde bulunan kemiklerimiz daha sonra nasıl katılaşıyorsa, zekâ hissiyatımız dahî katılaşıyor. Mesela “fikr-i sabit”, zekânın bir katılaşması ise, bazı fena huylar da seciyenin bir haşinliğidir. Her ikisinde de ruh elastikiyetini kaybetmiştir. Bazı fena huylar demekle bütün kötü huylarımızın komik olmadığını anlatmak istiyorum. Fena huyların bir kısmı vardır ki, ruh bütün tesir kudretini bunlardan aldığı için tahrik edildikleri takdirde hallerin doğurucusu olurlar. Fecaatlerin doğurucusu olan bu huylar mizacın yaratılış mahsulü olduğu için, hiçbir suretle iyileşme kabul etmezler. Adeta uyuyan yılana benzerler, kuyruklarına basmaya gelmez. Hâlbuki fena huyların bir kısmı tıynet mahsulü olmayıp hariçten, yani içtimâî hayatın zaruretlerinden doğdukları için hayatlarının küçük gölgeleri kendi hayatımızda değildir. Ruhunuzdaki varlıkları tabii yaratılışın mahsulü olmadığı için makineyi andıran bir yapılışları vardır. Sun’îlikleri dolayısıyla ruhumuzu da kendilerine benzetmişlerdir. İşte (komedi) ile (dram) arasındaki fark buradadır. (Şeyh Sadi)nin “kırk oğul kırk rahatsızlık” ile ifade ettiği kötü huylar tabiat mahsulü oldukları için tasavvurları drama aittir.
Bunun için kötü huylarla sahibi arasında ayniyet olduğundan biri diğerinden ayrılabilecek halde değildir. Bu yön, karakterin komikliğinde dram ile komedinin tahlili mevzu olurken etrafıyla tetkik edileceği için burada yalnız işaretle iktifa ediyorum.
Hasislerle kıskançlar ve sonradan görmelerdeki fena huyların çoğunlukla cemiyetten gelmeleri itibariyle ne kadar sathî ve mekanik olduklarını perde kahramanlarının sarsılmaz huylarla mukayese ederseniz çabuk anlarsınız. Komedi sanatının yaptığı şey, ruhta küçük bir halde yaşayan kötü huylarımızı içindeymişiz gibi bütün alışkanlığın verdiği kolaylıkla kavramak ve içlerini anda oynatabilecek gibi elimize vermektir. Bu iç elimize geçtikten sonra o huyla biz de oynayabiliriz.
Dalgın bir adam kendinden nasıl haberdar değilse, gülünç olan kimseler de gülünçlüklerinden habersizdirler. Bu açıdan bakarsak bütün gülünç kimselerle dalgınlar arasında bir müştereklik vardır. Gülünç düşmek şuur dışılık hâlini barındırır. İnsan gülünç olduğundan habersiz yaşadığı müddetçe gülünç olur. Bir hasisin pintiliğinden doğan hareket etrafı güldürdüğü hâlde kendisi farkında bile değildir. Bunun için komikler kendi hareketlerine kendileri de gülerlerse tesirlerini kaybederler. Her komik kusurlarına karşı şuursuz görünmek mecburiyetindendir. Bir facia kahramanı görev ve hareketinin övülmesinden asla hoşlanmadığı gibi, kendinin ne olduğunu ve hakkındaki bütün teferruatları bildiği hâlde hareketinden asla şaşmaz; fakat gülünç bir eksikliğe düşünce de hareketinde haricen de olsa bir değişiklik uyandırır. İşte komedi ile karikatürün benzerliği bu yöndedir.
Dikkat ve elastikiyet ruhun iki mühim kutbudur. Bunlar olmayınca beden her türlü kazaya maruz kaldığı gibi zekâ bile fukara ve hatta cinnete sürüklenen bir sersemlikten kurtulamaz. Bahis mevzu kuvvetler seciyede yoksa her gün bir pot kırmak yahut bir belâdan diğerine çatarak girdab içine sürüklenmek işten bile değildir. Hakikaten hayat kavgası, varlığımızın sert ve sivri köşelerini hayli törpülediği halde cemiyet bir şeyi daha istiyor: İyi ve hoş yaşamak. Bunun için de güzel muaşeretten başka bir de karşılıklı uysallık gayreti göstermek lazım. Cemiyet, ne zekâda ne de seciyede sertlik görmek istemiyor. Onun tek emeli bütün efradını birbirine yaklaştırmak ve benzetmektir. Fakat bir türlü törpülenememiş ve yumuşamamış ruhlara ne yapsın? Bütün kurtuluşu ister istemez gülmede bulmuş!.. Bu itibarla, gülmek, cemiyetin sathındaki “cemiyet dışı” kimseleri kazıyan içtimâi bir kurtuluştur.
Artık gülmenin menbaını güzellik ölçüsünde aramak doğru değildir. Çünkü şuur dışı ve çok kere ihtilafsız tezahürle olgunlaşmış gibi aşırı bir gaye takip eden gülmenin esas menşei itibariyle bedîi bir ciheti yoktur.
Surat Komikliği, Karikatürün Esrarı ve Edâ Komikliği
Komiğin teferruatlı şekillerinden en basiti komik suratlardadır. Acaba komik yüz nasıl olur? Gülünç suratın mânâsı nereden geliyor? Komiği çirkinden ayıran şey nedir? Meseleyi bu tarzda cepheden halletmek her yiğidin harcı değildir. Şu halde evvela çirkinliği tarif etmek, sonra da komiğin buna ilave ettiği şeyi aramak lazımdır. Fakat takdir edersiniz ki çirkinliği tarif etmek güzelliği tariften kolay değildir. Çirkinlikle komiklik arasındaki münasebeti görebilmek için çirkinliği biçimsizliğe kadar götürmek icab eder; ta ki biçimsizlikten gülünçlüğe nasıl geçildiği anlaşılabilsin.
Bazı biçimsizliklerin bir çok kimseleri güldürmek gibi elim bir imtiyazı olduğunu kimse inkar edemez. Buradaki “bazı” kaydı, bütün biçimsizliklerin komikliğe gitmediğini ihtar etmek içindir. Muhtelif biçimsizliklere dikkat edenler, bunların iki istikamette inkişaf ettiklerini görürler: Birinci istikametteki yaratılış adeta komik yolu tutmuştur. Mesela (kamburlar) ile (baston yutmuş) gibi yürüyenler, (yengeç bacaklılar) bu fasla dâhildirler. Pratik bir misâl ile ifâde etmek lazım gelirse, biçimsizler tarafından taklit olunabilecek biçimsizlikler gülünç olabilirler.
Her ne sahada olursa olsun gülünç olmak istemeyenler, başkaları tarafından taklit olunabilecek hallere benzememeğe bakmalıdırlar.
Çirkinliğin ikinci istikameti, menfi bir yol tutmuş olup hayatın gerileme ve alıkoymasını andırır. Mesela, frengiden aşınmış bir surat, çocuk gibi kalmış bir vücut, çiçek hastalığından harap olmuş bir yüz, simetrisi bozulmuş âzâlar çirkinliğin en bariz ifadeleridir.
Bütün biçimsizlik ve çirkinlikler, gülünç olabilmek için taklit edilemez olmaktan başka, nahoş tesir derecesinde bulunmaktan uzak kalmalıdırlar. Denilebilir ki, birçok biçimsizlikler hafifletilince komik çirkinlik elde edilir.
Surata gelince: Teslim edersiniz ki, canlı yüzlerde savsaklıktan ve somurtkanlıktan eser yoktur. Hayatın tabiî hâli, hareketli olduğuna göre hayâli bir tulumu şişirmek yahut bunu üflüyor gibi duran suratlarla maske sırıtkanlığını andıran yüzler ve kesintisiz ağlamakla meşgul gibi görünen simalar en çok gülünç olanlardır. Suratın bu anlarına mukabil, çirkin yahut güzel, bütün tabiî yüzlerde ruhun en ince hallerini müphemlikle de olsa his ve tefrik ettirecek bir hayat vardır. Hâlbuki komik suratlarda sanki insanın bütün hayat-ı manevisi bir maskeye inkılap etmiş gibi bir donmuşluk görülür. Bunun için komik surat ancak taşıdığı maskeyi ifade eder. Bu, adeta tek ve belli bir görünüştür.
Artık karikatürlerdeki komiklik ısrarını meydana çıkarabiliriz. İyice bilmeli ki, hudut itibariyle ne kadar muntazam ve hangi ahenkte olursa olsun, hiçbir simanın muvazenesi mutlak ve mükemmel değildir. Her suratta karikatüre ipucu verecek muvazenesiz bir nokta yahut hareket kesinlikle mevcuttur. İşte karikatürcünün vazifesi, görünen yahut görünmeyen bu muvazenesizliği bulup herkesin görebileceği gibi büyütmektir.
***
Sadeleştirilen Eser: Mustafa Şekip, Gülmek Nedir, Kime Gülüyoruz?, Suhulet Kütüphanesi, İstanbul 1336
Osmanlıca'dan sadeleştiren: Fatih Turplu
Aylık Dergisi 2016, 2017