Aradan altı aydan daha fazla bir zaman geçti, Gazze’de olan hiçbir şey eskisi kadar etkilemiyor artık insanları deniyor. Öyle mi? Keşke değil diyebilsem! İnsan her şeye alışıyor diyoruz ya bazı zamanlar, kasıt bu değil herhalde, olmamalı! Bu olup bitene alışmamalıyız; donmadan önceki uyuşma hali olur bu, Allah muhafaza donup kalır insanlığımız bu sebeple. Gazze, gözümüzü kapadığımızda bile kaybolup gitmemeli bir an zihnimizden, hafızamızdan. Bu yarayı tenimizde değil, içimizde taşımalıyız. İçimizi acıtmalı. Ve biz içimizin o acıyan yerine tutunarak yaşamalıyız. Aksi halde, ilahi suale cevap verebilmekten aciz düşeriz. Belki bu dünyada kaçabiliriz böyle yakıcı suallerden ama malum, kaçılamayacak bir sonu var hayatlarımızın.

Altı buçuk ayı geride kalan ama asırlar sürmüş kadar uzun bir kahır tarihi yazılıyor Gazze’de. Gazzeliler içinse acılarla büyüyen bir yiğitlik manzumesi bu. Onların tuttuğu cephe, insanlık cephesidir. Orası kaybedilirse, belki de bizim şu aciz insanlığımız yetmez kaleyi ayakta tutmaya!

Aciz deyince gardını almasın hiç kimse! Aczini bilen için acziyet yukarılara doğru çıkan bir merdivenin ilk basamağıdır gerçekte. Kulun aslî halidir. Bugün yakıcı biçimde yüzümüze vurulan acziyet, acizliğinin şuurunda olmayanların büyüklenmelerinin, bu büyüklenmeleri neticesinde hakikatle yaşamaktan uzaklaşmalarının, hakikat bekçiliğinden, hak nöbetinden yan çizmelerinin, insanlık sancağını yüksekte tutmakta ihmal göstermelerinin, bu gaflette onlarca yıl ısrar etmelerinin neticesidir. Bu acziyetin günaha dönüşmesidir. Allah teâlâ, gönülde bir dert olarak taşınan acziyeti tutup oradan kaldırır, samimi kullarına nice fetihler, zaferler bağışlar. Bakalım Gazze’nin yiğitlerine, hatta çocuklarına, yaşlılarına, kadınlarına (ki onlar da yiğit kere yiğittir), acziyetten bir eser var mı kararlı gözlerinde, teslimiyet dolu sözlerinde?

Gazze’yi unutmak, gafletin habisleşmesi, bütün vücudu içi ve dışıyla sarması demektir. Bu ölümcül ilerleyişi durdurabilecek şey hakikatini yitirmemiş, safını kaybetmemiş bir şuur olabilir. Şuur, neyin hak neyin batıl, neyin hayır neyin şer olduğunun kaydını sımsıkı tutan bir hafızanın eseri olabilir. Bunu yapamıyorsak hakikatin nezdinde yaşayan bir ölü hükmünde oluruz. Aldığımız nefesler gün gelir bunun hesabını bizden, tek tek hepimizden sorar.

Acıların keskinliğini bahane edip gözlerimizi çevirmeyelim Gazze’den. Bu acıları içimize çekelim, evet üzülelim, gözyaşı dökelim, içimiz yansın. Evet, Gazze üstümüze bir ağırlık olarak çöksün ve biz bu ağırlığı aciz omuzlarımızda taşıyalım. Başka türlüsü beraat ettiremez bizi bu suçtan. Hem mahşerde bütün bu kötülüklere şahitlik etmek de bizim üstümüze vazife değil mi zaten? Neden gözümüzün önünde oluyor her şey? Bunun bir sebebi yok mu sanıyoruz? Hiçbir şeyi sebepsiz yaratmayan Rabbimiz, bu olanları sebepsiz bırakır mı? Hayır vallahi şahit tutuluyoruz; hem kötülüklere, kötülere hem kendi acziyetimize... Bunda hepimize düşen bir ibret var. Madem ki ibret var, ümit ışığıdır bu bizim gibi acizler için. Almayacak mıyız bu ibreti, gitmeyecek miyiz bu ümidin ardından. O vakit, çevirmeyelim bir an için gözlerimizi Gazze’den.

Büyük şevk ve neş'e Büyük şevk ve neş'e

Acıların donması, katılaşması, eskisi kadar can acıtmaması gibi şeylere asla teslim etmemeliyiz kendimizi. Bu uyuşmadır, donmadan önceki rehavet ölümün habercisidir. Aksine, donmaya yüz tuttuğunda ateşe uzatmalıyız ellerimizi, atmaya devam ettiği sürece kalplerimizi.

Gökhan Özcan, Yeni Şafak