Renklerin, kelimeler gibi hayata anlamını katan bir tarafı var. Renkler olmadan hayatın görünümlerini ifadeye kavuşturabilmemiz mümkün değil. Şehirleri mesela, sonbaharı, denizi, gökyüzünü, elmaları, erguvanları, farklı mimari yapıları, trafik işaretlerini, giysilerimizi, kurutulmuş sebzeleri ve aklımıza başka ne gelirse, renkler olmadan bir karaktere bürüyemez, tarif edemez ve belki en önemlisi, sevemez, benimseyemeyiz onları. Söylerken, anlatırken, dile getirirken, ne çok şeyi renklerle ifade ettiğimizi bir düşünelim. O kadar çok şey eksik, tarifsiz ve havada kalır ki renkleri çıkarıversek kelimelerimizin arasından. Bunun en çok ressamlar farkında muhtemelen. Onlar her şeyi renklerle söylemek, renklerle anlatmak zorundalar çünkü.
“…kelebekler zamanı gelince buradan ayrılıp giderler. Öldüklerini bilirim, ama ne kadar ararsam arayayım ölülerini bulamam. Sanki havaya karışmış gibi, bir iz bırakmadan kaybolup giderler. Kelebekler her şeyden daha kırılgan, naif canlılardır. Bir anda doğar, sınırlı ve çok az şey ister, sonra da sessizce kaybolup giderler. Muhtemelen buradan başka bir dünyaya” diyor ‘1Q84’ isimli kitabında Haruki Murakami.
Her şeyin dijital kısa mesajlarla transfer edildiği dünyada şehirlerin duvarlarını her gün biraz daha fazla işgal etmeye başlayan grafitilerin anlamı ne? Neden dünyanın her yerine ulaştırabilecekleri paylaşım mecraları bu kadar bollaştığı, lazerle gökyüzüne bile kelimelerin yansıtılabildiği bu yeni imkanlar dünyasında, insanlar içlerinden geçeni, tepkilerini, duygularını, dışa vurmak istedikleri şeyleri duvarlara yazmaya ihtiyaç duyuyor? Neden sanatsal çizimlerin, grafik tasarımların bile yazılımlar marifetiyle otomatize edildiği bir zamanda duvarlara elle ve boyayla desenler çiziliyor? Her şeyin tuşlarla ve kıpırdak imleç uçlu yönlendiricilerle yapıldığı yarı ezber bir dünyaya her şeyin elle ve zihinle yapıldığı eski dünyanın bir çeşit isyanı mı bu?
Geri dönülemez bir nokta
Edip Cansever, şimdilerde pek de merak etmediğimiz şeylerden birini merak etmiş vaktiyle: “Çiğlerle çiçeklerle çamlarla doldurulmuş gün/ Göğsü bir martı göğsü gibi denizlere değen/ Parklarda bahçelerde göz dolduran gün/ Bir çocuğun gözlerinden gözyaşı içen/ Sesini bir ayin gibi uzaklardan duyduğum/ Gün nedir.”
Zaman ilerliyor ve zamanla birlikte hayatın hafızasından da birçok şey eksiliyor. Televizyonun, bilgisayarların ve internetin olmadığı bir dünyaya doğan benim gibi eski insanların yaşları da ilerliyor. Çok da uzun olmayan bir zaman içinde teknolojinin her şey olmadığı öyle bir dünyanın bizzat şahidi olan pek kimse kalmamış olacak. Geri dönülemez bir nokta, bütün itirazların söndüğü bir yer olacak bu! Teknolojinin her noktasına bir kuşatıcı elbise gibi giydirildiği bir yaşama biçimi, hayatın asli karakteri, doğal hali kabul edilecek. Başka türlüsü ne kimsenin aklına gelecek ne de bir kıyas imkânı olacak. Bugün benim gibi eski dünyalıları endişeye sevk eden şeyler hakkında en ufak bir tartışma bile yapılamayacak. Hayatın seyrinin eskiden nasıl olduğu unutulacak. Tıpkı elektriği olmayan bir dünyadan (çok geçmedi üzerinden; benim çocukluğumda hiçbir köyde ve pek çok kasabada elektrik yoktu mesela) her şeyin elektrikle yapıldığı bir dünyaya geçildiğinde olduğu gibi… Ne var bunda denebilir? Böyle baş döndürücü değişimlerin sadece hayatı değil, zihinleri, düşünme biçimlerini ve değerler dünyasını kökten değiştirdiğini ve bunun günümüzde olduğu gibi hayatın ortasında kocaman anlam boşlukları oluşturduğunu göz ardı edersek, evet, ne var bunda! Dijital devrimin yürünmemiş daha çok yolu olduğu açıkça görülüyor, belli ki daha çok şey değişecek ve daha şimdiden bizim yerine sadra şifa bir şey koyamadığımız pek çok anlam kaybımız var!
“Şu sıra etrafımdaki alelade bir şeye gözüm takılsa” dedi beyaz saçlı adam, “onu ne kadar uzun zamandır görmemiş olduğumu fark ediyorum!"
Gökhan Özcan, Yenişafak