Çocuklar sandığımızdan çok daha ileri düzeyde bir algı kapasitesiyle doğuyorlar. Hayatı, kainatı şaşırtıcı derece berrak bir zihinle yorumluyorlar. Bizim için şaşırtıcı ve ileri düzey sayılacak bu zihin onlarda bir standart. Talihsizlikleri ise, kendilerinden hem zeka, hem kapasite olarak çok düşük cahil ebevenylerle muhatap olmak. O ebenveynlerin son derece ilkel, zararlı, gayri insani eğitim sistemlerinin içine hapsolmak!
Bunun ilgili bir anımı hatırlıyorum. Bir gün yolda yürürken, ilkokula daha başlamayan kızım şöyle bir soru sormuştu: “Kendimi, yüzümü, kim olduğumu göremiyorum. Ama sizi, insanları, başka şeyleri görebiliyorum. Neden kendimi göremiyorum? Yoksa gözlerim bana hayal mi kuruyor, beni kandırmaya mı çalışıyor?”
Bu soruyu duyunca onu bir kenara oturtmuş, biraz şaşkınlık biraz da hayranlıkla o küçük ve güzel gözlerine bakakalmıştım. Bu sözleri bir yerlerden hatırlıyordum. Belleğim hemen birkaç isme ve kitaba gitmişti bile. Ama okuma yazma bilmeyen bir çocuğun o düşünceleri bilmesi mümkün değildi. Bu sözler hayatı anlamaya çalışan bir zihnin düşünceleri olabilirdi ancak. Şaşkınlığımın nedeni de bu idi.
****
“Dünya benim tasavvurumdur...”
‘İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’ adlı, kendisinden sonraki felsefeyi derinden etkilemiş kitabında Arthur Schopenhauer böyle söylüyordu:“Dünya benim tasavvurumdur.”
“İnsanda bu basiret başlamışsa kişinin güneşle değil güneşi gören gözle, toprakla değil toprağı hisseden elle temas edeceğini, yani dünyanın - kızımın da dediği gibi- onu tasavvur edene bağlı olarak var olduğunun açık hale geleceğini” söylüyor filozof.
“Özne her şeyi idrak eden, fakat kendisi hiçbir şey tarafından idrak edilemeyendir” diyor.
Filozofa göre dünya kişinin kendi tasarımıdır ve özne ile nesne arasında da kopmaz bir etkileşim vardır. Dünya bir tasarım dünyası olduğu için özne, yani, deneyimleyen olmadan deneyimlenen nesnenin varlığından söz edilemez.
Schopenhauer’dan önce bu konuyu Descartes ve Berkeley de gündeme getirmişlerdi. Hatta aynı bağlam Planton’un idealar görüşünde de mevcuttu. Gazzali de gerçek bilginin kaynağının ne olabileceği ile ilgili akıl yürütürken gördüklerimiz üzerinden vardığımız bilginin yanıltıcılığı üzerinde durmuştu. İmam Maturidi ise, kızımın görüşünü eleştirmiş ve gördüklerimizin, gözlerimizin kurduğu hayal olamayacağını, somut, görünür gerçekliğin reddedilemeyeceğini söylemişti.
Ama biliyorduk ki, felsefede sorular cevaplardan daha önemliydi. Öğrenme soruyla, anlama çabasıyla başlıyordu. Her şeyin temeli, soran, anlamak isteyen bir zihindi. Daha ilkokul çağındaki bir çocuk sahte bilgi yığınlarını atlayıp bir sıçrayışta bu seviyeye çıkarak gerçeğin kilidini kurcalıyor, saf düşüncenin ufuklarında dev gibi isimlerle yol alabiliyordu...
****
Çocukluğu büyüklerin diledikleri gibi yoğurup biçimlendirecekleri bir dönem kabul etme anlayışımızı yeniden ele almamız gerekiyor.
Sandığımızın aksine onlara verebileceğimiz çok az şey var. Ve bunların da çok azı bilgiyle ilgili. Öte yandan onlardan öğrenecek çok fazla şeyimiz var. Bizim elimizde bilgi varsa onlarda da taze, kalıplarla prangalanmamış bir muhakeme kabiliyeti, içtenlik ve yansızlık var.
7 yaşında bu soruları sorabilen çocuklara yapabileceğiniz en yararlı şey zihinlerine bilgi boca etmek değil, meraklarını yöneterek kendi başlarına düşünebilmeyi öğretmektir. Böylesi mühim bir işte çok dikkatli ve donanımlı olmak, alışıldık kalıpları bir kenara koymak zorundasınız. Çünkü her çocuk bambaşka bir doğayla, bambaşka bir kapasiteyle ve yetenekle dünyaya geliyor. Durum böyleyken, çocukları alışıldık kalıplardan uzak tutmamız gerekirken eğitim sistemimizleonları köhnemiş kalıplara sokarak doğalarını sakatlıyoruz. Oysa yolun başında hepsi bu tür surlarla başlıyorlar hayata.
Çocuğun sonradan asla ulaşılamayacakbir zihinselgüce sahip olduğu bu dönem anlaşılacağı gibi yaşamın en değerli zamanı. Bu zaman yalnızca bir kez gelir ve çok kısadır. Onu iyi kullanmak bu fırsattan istifade etmek her toplumu güçlendirir. Bu fırsatı tepmek her toplumu pislik çukurlarındasüründürür.
Ne güzel söylemişti Emile’de Fransız filozof Rousseau (Russo): “Sorunları çocuğun düzeyine uygun duruma getirin ve bırakın bunları kendisi çözsün. Bir şeyi siz ona söylediğiniz için değil kendisi anladığı için bilsin: Bilimi öğrenmesin icat etsin.Eğer bir gün zihnin yerine otoriteyi koyarsanız, artık düşünmeyecek yalnızca başkalarının düşüncesinin oyuncağı olacaktır.“
Russo, “bilimi öğrenmesin, icat etsin” derken bugün bizim okullarda yöneldiğimiz hedef, bilimsel eğitim adı altında batının üstlüklerine meftun çocuklar yetiştirmek.
En iyi ihtimalle batı ile büyülenmiş, hazır ezber bilgilerle sersemlemiş, “başkalarının düşüncelerinin oyuncağı” haline getirilmiş çocuklar.
Kendilerine yepyeni bir medeniyet düzeyi yaratma hedefi değil, var olan medeniyeti takip etme görevi verilmiş, cüceleştirilmiş dev çocuklar!!!
****
Okullar yeniden açılırken, bir yandan büyük bir endişe ile okula başlayacak çocukları ve onların dağarcıklarındaki gün yüzü görmemiş tespitleri, bakış açılarını düşünüyorum. O zenginlik karşısında, insanoğluna bahşedilmiş bu büyük servet karşısında ürpermekten, kaygılanmaktan kendimi alamıyorum. Üstün vasıflı olanların daha vasıfsız olanlar tarafından eğitime tabi tutulacağı bir sistemin yeni dönemi büyük bir kedere sebep oluyor bende.
Eski hastalıkları yeni kuşaklara bulaştıran bir eğitim anlayışını sürdürmek bindiğimiz dalı kesmekten farksız. Yeni bir yıl başlarken merak ediyorum, eğitim bakanlığımızın bu çocuklarla ilgili devrimci bir hazırlığı falan var mı? Yoksa bizim kopyalarımızdan üretecek bu sistemi daha uzun yıllar sürdürmeyi mi planlıyorlar? Bugünkü Türkiye’nin aynısından üretecek bir eğitim sistemi, hiç olmasa daha iyi. Bugünkünden çok mu memnunuz ki, yine bir benzerinden yapmaya çabalıyoruz.
Bill Murray’nin oynadığı 93 yapımı ‘Bugün Aslında Dündü’ diye bir film vardı. Murray her sabah uyanıp dünün aynı olan bir gün yaşıyordu. Böylece birbirinin aynı günlerin içinde mahsur kalıyor, bu kısır döngünün içinden çıkmanın yolunu arıyordu. Çünkü her gün bir öncekinin aynıydı... Yaşadığımız aynen bu! Yarın da bugün gibi olacaksa, çocuklarımızın potansiyelleri yok edilecek ve bizim birer kopyamıza dönüşeceklerse bu kadar yorgunluğa, tantanaya, harcamaya ne gerek var?!
Ali Osman Aydın, Yeni Akit