Bernard de Mandeville (1670-1733), Hollandalı bir hicivci. Rotterdam'da üniversiteyi bitirdi. 1691 yılında İngiltere'ye taşındı. Mandeville'e göre, "Erdemsizlikler olmazsa, toplumumuz gelişemez." O, ahlakî olanı reddeder, insanın özünde haysiyetsiz bir mahluk olduğunu ve bunun da pek tabiî bencilliğin o kadar da kötü bir şey olmadığını savunur. Esasında bugün çatırdayan dünya düzeninin de temelindeki fikir bu değil mi? Yani, fertlerin başkalarını düşünerek yaptıkları faaliyetler beyhudeden de öte; "toplumu yaşanmaz hâle getiren" şeyler. Onun meşhur bir hikâyesi var "Arı Kovanı" diye.

Hikâye: "Arı kovanı, bütün hayatının en parlak dönemini yaşamakta, ticaret ve endüstri, sanatlar ve ilimler serpilip gelişmektedir. Ama ahlâkî açıdan bakıldığında, bu yükselmenin sebebleri faziletler değil, daha çok kötü huylardır. Yükselme hırsı, açgözlülük, çekememezlik, zevk düşkünlüğü, kendini beğenmişlik ve aşırı gitmiş bir lüks tutkusu gibi... İşte bütün bu kötü huylar arı kovanındaki yükselmenin sebepleridir. Yâni, her yerde ahlâksızlık iş başındadır. Bu, gerçekte gerginlik dolu bir hayattır ama birbirine karşı ortaya çıkan güçler, herkesin pay aldığı bu ortak bolluğun oluşumunda büyük bir rol oynamaktadır." ardından feci bir şey olur, "zengin arılardan biri, 'memleket ahlâksızlığa gidiyor' diye haykırır. Artık herkes ahlâklı olmayı ister."

Sonrasında Romalıların bir zamanlar taptıkları "Jupiter" herkesin dileğini kabul eder, arı kovanına "ahlâk" bahşeder. Her bir arının minik yüreğini dürüstlükle doldurur, "netice tüyler ürperticidir, mahkemeler çöle döner, hâkimler ekmeksiz kalır, sayısız devlet memuru işsiz kalır. Herkes azla yetindiği için ve tutumlu olduğundan pek az şey gerekir; her yanda işsizlik başgösterir ve zanaatlar da körelir. Artık hiçbir yükselme, hiçbir ün salma tutkusu, çekememezlik ve kendini beğenmişlik olmadığı için, her türden çaba, ayrıca her türden kurup şekillendirme arzusu uykuya dalıp gider."

Arılar ufak bir ağaç kovuğuna sığınmıştır, güya mutlu mesutlardır. En pespaye insanlara bile mutlak ahlâksız diyebilir miyiz?

"Elem Çiçekleri" yahut "Kötülük Çiçekleri"
Sanat tenkidcisi, şair Charles Baudlaire’in “Elem Çiçekleri” yahut “Kötülük Çiçekleri” isimli eserin 1857’deki ilk basımında 100 şiir bulunuyormuş. İkinci baskı 126, üçüncü baskı 141, ölümünden sonraki baskılarda ise 157 şiir mevcutmuş. Alişanzade İsmail Hakkı, Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli Kanık, Can Yücel ve daha niceleri onun şiirlerini Türkçe’ye kazandırmaya çabaladı. Daha da ehemmiyetlisi BD-İBDA mimarlarının dikkatini celbetmiş Baudelaire, “Elem Çiçekleri”ni nasıl yazdı? Mandeville’in hikâyesindeki gibi, “ahlâksızca”, hudutsuz bir ihtirasla yahut bir kadına taparcasına mı?

Kimileri Baudelaire’i Edgar Allan Poe taklitçisi diye tenkid eder. Baudelaire’in, Edgar Allan Poe taklitçisi olduğunu söylemek de düpedüz ahmaklıktır. Baudelaire, Poe’yu, “kardeş ruh” diye tarif eder ve kardeşler arasında benzerlikler bulunması da tabiî bir şeydir. Şiirlerindeki ahenk bazen birbirini hatırlatsa da; Poe’nun hikâyeleri, Baudelaire’in ise tercümanlığı kuvvetlidir.

Altı yaşında yetim kalan Baudelaire’in anası gençti, güzeldi de. Bir yüzbaşıyla hayatını devam ettirme kararı alınca, oğlu o eski sokulgan ana düşkünü çocuk değildi artık. Sonra Lyon’da bir koleje yatılı olarak verildi. Lisede şiir yazmaya başladı. Yakışıklı Baudelaire isterik bir gençti, Paris’in en izbe yerlerindeki adî fahişelerle vakit geçiriyordu. Sonunu getirecek musibet de bundan oldu. Aslında annesi defalarca Baudelaire’i dizginlemeye çalıştı, birikmiş borçlarını ödedi, hayat evladı için cehennem olduğunda ona el uzattı.

Bohem genç birden fazla kadınla münasebet hâlinde olabiliyordu, bir gün öyle de oldu. Hem Marie isimli genç bir aktrisle, hem de bir bankerin metresi Sabatier’le takıldı. Gariptir ki, Baudelaire’in ikisine de aşık olduğunu söylerler. Genç, Marie’ye yolladığı mektupların –uzun yakarışlar- üzerinde küçük değişiklikler yaparak Madam Sabatier’e gönderiyor, Sabatier ise derin, samimî hislerle kaplı hayallerle dolu bu mektupların, şiirlerin Baudelaire’den geldiğini bilmiyormuş. “İlahî ve ümitsiz aşk...” İmzasız mektuplar beş yıl boyunca sürmüş. Elem Çiçekleri kitaplaşsın mı, kitaplaşmasın mı? İşte bu mesele tartışılınca, Baudlaire mecburen Sabatier’in karşısına çıkmak zorunda kalıyor, tuhaf bir aşk doğuyor.

Stellovski ve Kumarbaz
Henri Troyat'ın "Dostoyevski" isimli biyografisinde Kumarbaz romanının yazılış sürecine dair güzel kısımlar mevcut. Fyodor Dostoyevski, İnsancıklar (1846) isimli ilk romanından yirmi yıl sonra "Suç ve Ceza" (1886) ile Rus halkını coşkulandırdı. İvan Turgenyev ve Lev Tolstoy'un yanı sıra, onun ismi de kulaktan kulağa çalındı. Para sıkıntısı çekiyordu. Karamazov Kardeşler (1880) ile Rus romanının en büyüğü olacak bu şahsiyet, Suç ve Ceza'yı henüz bitirmişken, adaşı ve aynı zamanda yayımcısı Stellovski'ye Kasım ayında teslim etmek üzere "bir eser" sözü verdi, kontrat imzaladılar. Zaten cüzî miktar para karşılığı yazılacak mevzu eser  yazılmadığı takdirde, Dostoyevski'nin "bu eser"den sonraki yazacağı her roman, ücretsiz olarak Stellovski tarafından yayımlanacaktı. 1 Ekim 1886'ya kadar bir satır bile yazılmamıştı. Hasta kumarbaz, Stellovski'nin vereceği bir miktar paraya, kalemini (yüreğini) masaya koymuştu yâni.

Dostoyevski'nin bir ahbabı, Miliukov yaşananlardan haberdardı, 1 Ekim'de "birkaç dostu toplayıp bölümleri aralarında paylaşarak kitabı elbirliğiyle yazmayı önerdi." Usta romancı ise, "hiçbir vakit başkasının yapıtına imza koymayacağını" ifade etti.

Miliukov 2 Ekim'de kadınların stenograf kursu aldığı mekâna gitti, bir kadına vaziyeti anlattı. 4 Ekim'de Anna Grigoriyevna, Dostoyevski için stenograflık yapmak üzere işi kabul etti. Rivayete göre, Anna’nın babası da Dostoyevski’nin romanlarını okuyan biriydi. Saf kız kırtasiyeye gidip, bir çanta, birkaç kurşun kalemle işvereninin evine gitti... Anna'nın karşısında pipirikli, hastalıklı, kıskanç, borçlu kumarbaz bir romancı duruyordu. Hatta stenograf kız Dostoyevski’nin notlarını temize çekerken bir noktalama işaretini yanlış yapmış, bu sebepten azar işitmişti. Yirmi beş günlük bir mesai süresinden sonra 30 Ekim 1866'da Kumarbaz baskıya hazırdı. Edip, yayımcısının evine gittiğinde, Stellovski taşraya kaçmıştı. Hizmetçileri de ne zaman döneceğini bilmiyordu. Yayınevi şefi de el yazmasını kabul edemeyeceğini söylemişti. Fakat Dostoyevski'nin aklına bir fikir geldi, kitabın üzerine tarih yazıp, makbuzunu almak kaydıyla kitabı birine teslim etti. Anna ve Dostoyevski mi? İşte o andan sonra hiç ayrılmadılar, Fyodor ölene kadar.

İki hâdise de Mandeville’in hikâyesini destekliyormuş gibi gözüküyor, ama öyle değil öyle gözüksün istedim. Erdemsizlikten daha ziyade erdemli insanların toplumu yüceltmeye namzed olduğunu görüyoruz. Baudelaire’in nihayetinde kendini açık etmesi, Dostoyevski’nin ne bahasına olursa olsun verdiği sözü tutması, Anna’nın bir dâhinin kaprislerine katlanması erdemli insan davranışları olarak görünür.

Bir tarafta olur olmadık şeylere parlayan hiddetli şair, diğer tarafta kumarbaz, sefil, romancı, onlar Mandeville’in “Arı Kovanı”nda yaşamadılar. Mutlak iyi, mutlak kötü insan olamaz. Hatalarımızla malulüz, insan çok kötü olsa bile, cemiyetinin kanunları onu bir noktada yakalar ve bağlar. Cemiyet fertlerden oluşur, herkesin kötü yahut herkesin iyi olduğu bir toplum ise zaten mümkün değildir. Cemiyetin kanunları, insanı istese de istemese de bazen yüceltecek şeyler yapmaya zorlar, bazen de rezil edebilir. Anlar ve seçimler var.

Nice iyiliklerden maraz, nice kötülüklerden güzellikler doğabilir. Bir de hatırlayalım: “Her şey zıddıyla kaim.” Mandeville’in "Erdemsizlikler olmazsa, toplumumuz gelişemez." sözüne verilecek cevap; bilakis fazilet olmazsa toplumumuz gelişmez olmalıdır.


Baran Dergisi 689.Sayı