Üstad Necip Fazıl'ın doğumunun sene-i devriyesi. Bu vesileyle Aylık Baran Dergisi'nin 15. sayısı için Bekir Oğuzbaşaran ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. Üstad'ı rahmet ve minnetle yâd ediyoruz...
***
Bekir Oğuzbaşaran Kimdir?
Bekir Oğuzbaşaran 1946 yılında Kayseri'de dünyaya gelmiştir. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri’de tamamlamıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olmuştur.
1975 yılından itibaren öğretim görevlisi olarak görev yapmıştır. Develi ve Kayseri İmam-Hatip Liselerinde, TED Kayseri Kolejinde, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde, Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak görev yapmıştır. 2011 yılında memuriyetten emekliye ayrılmış ancak 2014 yılına kadar Erciyes Üniversitesinde Türk Dili dersleri vermeye devam etmiştir.
1973-1975 yılları arasında İstanbul’da Yeni Sanat dergisini çıkarmıştır. Kayseri'de çıkmakta olan aylık edebiyat dergisi Berceste’nin 2002-2014 yılları arasında on iki yıl yayın danışmanlığını yapmıştır. Birçok gazete ve dergide çalışmıştır. Başta “Necip Fazıl'ın Şiiri” ve “Necip Fazıl Gerçeği” olmak üzere edebiyat sahasında çok sayıda eser kaleme almıştır.
***
Bekir Bey, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile tanışmanızı soracağım bu nedenle de gençlik döneminize gitmek istiyorum. Tanışmanızın daha ziyade manevi, ruhi, fikri boyutuyla ilgileneceğiz. Üstad'la nasıl tanıştınız? Yani ruh hayatınız, düşünce hayatınız nasıldı? Bir şey arıyor muydunuz? Üstad'ı görünce ne buldunuz? Ondan sonra ilişkileriniz nasıl devam etti? Biraz anlatır mısınız? Hem gençlere bir örnek olsun. Yani bağlanmak nedir? Mensubiyet nedir? Fikir nedir, niye lazımdır bizim için? Büyük Doğu’nun fonksiyonuna böylece girmiş olacağız. Buyurun.
Rahmetli Üstad'la tanışmamız tabiî ki önce gıyabi oldu. Herkes gibi önce yazılarıyla ve özellikle de şiirlerine temasımla tanıdım. Kayseri'de doğdum ben, 1946 doğumluyum. 1960'lı yılların başında Büyük Doğu Fikir Kulübü kuruldu Kayseri'de. Tabii Kayseri ve Büyük Doğu, Kayseri ve Üstad ilişkisi çok özeldir, biliyorsunuz. Çünkü Üstad, 1949'da ilk siyasi Büyük Doğu Cemiyeti'ni Kayseri'de kurdu. Ve Üstad hatıralarında bahsediyor bundan; sanırım Bâbıâli'de.
Sakarya Türküsü
Sizin isminizi de orada veriyor, bahsediyor.
Üstad diyor ki, “Kayseri'de beni büyük bir hararetle karşıladılar”. Kayseri'de tabiî bu cemiyetin açılışı münasebetiyle güzel bir lütuf irade etmiş Üstad, hitabede bulunmuştu. Hitabeler’de de var zaten. Ondan sonra çok heyecanlanmıştık. Bu kadar büyük bir hüsnü kabul görünce, o devirde yaşayan ağabeylerimizden, büyüklerimizden, Kayseri'den Ankara yoluyla İstanbul'a trenle dönerken, Sakarya kıyılarında Sakarya Türküsü şiirini yazmış Üstad. Sakarya Türküsü şiirinin hikayesini anlatıyor. Yani yazılış sebebini, yazılış hikayesini kısaca belirtmiş oluyor. Dedim ki kendi kendime, “Sakarya Türküsü gibi türkü olmuş, destan olmuş bir şiirin yazılışında birinci derecede Kayserili Büyük Doğucuların, Üstad sevdalılarının müessir olduğunu öğrenmiş oldum.” Bu da beni çok heyecanlandırdı ve benim için son derece önemli bir hadiseydi.
Kayseri'den dönüşte, o duygu yoğunluğu içinde mi gerçekleşti?
1949'da Kayseri'den İstanbul'a dönüşünde yazmış Üstad Sakarya Türküsü'nü. Ben daha sonra Büyük Doğularda gördüm. Şiirin ilk adı Sakarya Destanı. Belki siz de görmüşsünüzdür… Üstad daha sonra bunu Sakarya Türküsü yapmış. Şiirlerinde büyük değişiklikler yaptığı herkesin mâlumu. Hatta merhum Orhan Okay Hoca diyor ki, “Dünyada Necip Fazıl kadar şiirleri üzerinde değişiklik yapan bir başka şair göstermek mümkün değildir!” Yani tekevvün hadisesi mâlumunuz, böyle gelişme, “hani beşikten mezara kadar ilim” deriz ya. Aynı zamanda Üstad eserlerini sürekli yoğuruyor, geliştiriyor, tekevvün ettiriyor. Yani değiştirmekten de çekinmiyor. Onun için hemen hemen her şiirin 3-5 değişik biçimi vardır.
Şiirlerinde daha çok var, nesirlerinde o kadar yok.
Tabii, ben de şiirlerini kastettim.
Üstad’ın mükemmeliyetçiliği mi? Bunun sebebi nedir sizce?
Bence mükemmeliyetçilik ilk sebebi. İkincisi kendisindeki fikri değişim, oluşum, gelişim… Bu istihale şiirlerine yansıyor. Zaten şiirler biliyorsunuz, bir şairin ruh dünyasının aynasıdır. Yani Üstad, ilk şiir kitabını 1925'te eski yazı döneminde Örümcek Ağı ismiyle, ikincisini yine eski yazı döneminde 1928'te Kaldırımlar adıyla harf değişikliğinden hemen önce yayınlıyor. Zaten 1928 yılında 1 Kasım'da harf değiştiği için, 1 Kasım'dan önce şairler-yazarlar kitaplarını mutlaka yayınlamak için o yıl içinde büyük gayret gösteriyorlar. Yani yazı değişince “millet benim eserimi okuyamaz” diyerek Üstad da Kaldırımlar’ı yayınlıyor, ondan sonra 1932'de yeniden toparlıyor. Sonra Ben ve Ötesi, 1955'de Sonsuzluk Kervanı… 1962'de asıl bütün şiirleri bir şekilde birleştiriliyor, toparlanıyor. Mükemmel bir deri cilt. Rahmetli Mehmet Şevket Eygi, Bedir Yayınlarından basıyordu…
“Türk edebiyatının en önemli şiir kitabı”
1962'de ismi neydi?
1962'deki kitabın adı Çile ve ondan sonra 1969'da Şiirlerim diye bastırdı. Üstad daha sonra Şiirlerim adından vazgeçiyor, Çile'de karar kılıyor ve vefat edinceye kadar çok baskı yaptı biliyorsunuz. Bugüne kadar da yüzlerce baskı yaptı Çile. Yani Türk edebiyatının, Türk kültürünün ve hatta Türk düşüncesinin en önemli şiir kitabı.
Çile'yi bir paragrafta bana özetler misiniz?
Çok zor bir soru sordunuz. Çile kelimesi biliyorsunuz Farsça kırk demektir. Ve tasavvuf tabiriyle kırk, bildiğimiz kırk sayısı demek değil. Çileye girilir biliyorsunuz tasavvufta, dergahlarda, tekkelerde. Kırk günlük münzevi ve sadece ibadetle dolu günlerin adıdır çile aslında. Bu ismin tasavvuftan gelmesi de önemlidir. Çünkü Üstad aynı zamanda tasavvufa çok yakın bir insandır. Hatta rahmetli arkadaşım Mustafa Miyasoğlu şöyle bir şey derdi: “Üstad tasavvufun dilini yeniledi!” Üstad’ın tasavvufun dilini yenilemesi, milletimizin ilgisini büyük ölçüde tasavvufa çekmiştir. Yani asırlar boyunca oluşan bir tasavvuf dili var. Türk edebiyatında, Türkçede. Ama Üstad bu dili yeniledi. Nasıl yeniledi? Mesela İmam Rabbani’nin Mektubat’ından seçmeler yayınladı. Hem Büyük Doğu'da yayınladı hem de kitap olarak çıkardı.
Tabiî Efendi Hazretleri’nden (Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri) de çok istifade etti Üstad. Onun hikayesini de yazdı Üstad. O ve Ben isimli eseri de biliyorsunuz. Ağa Camii'nde karşılaşmaları… Ondan önce vapurda esrarengiz bir insanın kendisine Ağa Camii'ni tavsiye etmesi. Üstad’ın, “Zamanın sahibini aradığını” ifade etmesi. Üstad'ın bir sürü soru hazırlayıp imtihan etmeye kalkışması Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’ni… Bunlar geçer o eserde. Üstad, bir direğin arkasında Efendi Hazretleri’nin vaazını, konuşmasını dinlerken âdeta aklındaki bütün sorulara, bir çeşit kerametle tek tek cevap buluyor. O ve Ben’de geçer bunların hepsi…
Ben şunu söylüyorum: Üstad O ve Ben eserinde, Ben Ve Ötesi’nden, O ve Ben’e dönüşmüş bir insandır. Ben ve ötesi… Yani benliği çok kuvvetli bir şair ve şahsiyet Üstad... Yazar, fikir adamı, dava adamı… “Ben merkezci”dir Üstad... Tabiî buradaki “benlik”ten kasıt, bencillik vs. değil. Haşa. Büyük bir şahsiyet olarak, “şahsiyetçilik” Üstad’ın üzerinde durduğu bir meseledir. Ben ve ötesi… Yani bütün bir kendisi var ortada, bir de bütün dünya. Montaigne'in de bir sözünü nakletmek isterim bu arada: “Bir insanda, bütün insanlığın halleri vardır”. Yani Üstad “ben” demek suretiyle sadece kendi benliğini anlatmış olmuyor. İnsanı anlatmış oluyor. Yani bütün insanları anlatmış oluyor. Yani tekil değil çoğul buradaki “ben”.
Montaigne'den güzel misal verdiniz… Üstad, “Kendini bilen Rabbini bilir.” ölçüsünü de naklediyor. Önce kendini bilmen lazım… Oradan yola çıkıyor Üstad. Bütün “insanlık” fıtratımızda var. Üstad onu irdeliyor. Devamlı “ben” demesindeki gaye bu. Ondan sonra “ben”in derinliğine indikçe de diyor ki “Hayır… Benden öte bir şey olması lazım. Bir müteal-aşkın olması lazım.” Ondan sonra O ve Ben eserinde anlattığı üzere Allah’a ulaştıran bir köprü buluyor. Yâni köprü, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri…
Burada kendini öncelemekten öte Efendi Hazretleri'ni önceleyen bir konuma geliyor. Ben ve ötesinden “O ve Ben”e geliyor. Yani onu başa alıyor artık Üstad. Kendisini ikinci plana atıyor… Üstad biliyorsunuz, O ve Ben'de kendi hayatını üç bölüme ayırır. Ondan önce, onunla beraber ve ondan sonra diye…
Buna rağmen “Üstad'da benlik fazlaydı” diyenler olabiliyor.
Oluyor maalesef. Yani bazıları kasıtlı yapıyor bunu. Bazıları cahil olduğu için yapıyor... Bilgisizlikten yapanlar da oluyor. Derin düşünmediklerinden yapanlar da var elbette. Uzun yıllardan beri söylediğim bir söz var, Çile kitabı hakkında... Üstad'ın bütün fikirlerini kapsayacak biçimde düşünebiliriz Çile’yi. Tabii Çile'nin dışında ne var? Öfke var... Onu da Çile'ye dahil edebiliriz. Esselâm var. Üstad'ın bütün şiirleri insanın nefsiyle ruhu arasındaki büyük mücadelenin, büyük cihadın ürünleridir… Yani müthiş bir nefs-ruh çatışması, ruhla nefs arasındaki mücadele ve büyük cihad dile getiriliyor Üstad’da.
Varoluş ızdırabı da diyebiliriz.
Evet, varoluş ızdırabı da diyebiliriz. Çok güzel ifade ettiniz. Yani Üstad nefsini de çok iyi araştıran bir insan… “Benlikçi” olsa “benim nefsim köpek” der mi?
Yahut Sonsuzluk Kervanı’nda şu mısralar olur mu:
Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!”
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.
Bu gidenler, Altun Kol Silsilesi;
Ölçüden, âhenkten daha güzeller.
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat!
Köleniz olmakmış gerçek hürriyet.
Ölmezi bulmaksa biricik niyet;
Bastığınız yerde ebedî hasat.
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat.
Efendim biliyorsunuz… Üstad ruhla ilgili duygu, düşüncelerini ve bilgilerini de Ruh Muvazenesi adlı hitabesinde, konferansında dile getirmiştir. Yani çok veciz ve nefis bir konferanstır. Tabiî bütün konferansları öyleydi Üstad'ın. Kusura bakmayın, heyecanla anlatıyorum…
Estağfurullah, iyi oluyor…
Sohbet ediyoruz dostlarımla, öyle düşünüyorum … Üstad, Her Cephesiyle Komünizma diye bir konferans da verdi. Bu küçük bir kitap olarak da yayınlanmıştı uzun yıllar önce, 1960'lı yılların başlarında. Orada anlatıyor Üstad; zırhlı bir tren içinde Lenin, Rusya'ya geldiği zaman büyük bir istasyonda Rus köylüsüne, öyle bir hitapta bulunuyor ki âdeta her kelimesi kurşun gibi tesirli... Bu sözler kafalar üzerinde müthiş bir tesir meydana getiriyor. Üstad'ın anlattığı bu tablo bende onun konferanslarını düşündürmüştür hep. Üstad'ın konferanslarda söylediği sözler kurşun gibi değil midir? Size hiç nasip oldu mu gitmek?
Evet, nasip oldu.
Üstad'ın konferanslarında bulunmak büyük bir ayrıcalıktı. Üstad zaten avucunun içinde tutardı dinleyicisini ve o kadar metalik, o kadar müessir bir sesi vardı ki… Üstad'ın o konferanslarında söylediklerine itiraz etmezdi hiçbir düşünen insan… Mümkün değildi…
“Necip Fazıl Bir Üniversiteydi!”
Nefesimizi tutarak izlerdik onu...
Evet, nefesimizi tutarak izlerdik âdeta… Dinlerdik ve bazı kısımlarını da ezberlerdik. Hani bir profesör arkadaşımız “Görünmeyen Üniversite” diye bir kitap yazdı Büyük Doğu'ya… Üstad Necip Fazıl bizim için bir üniversiteydi. Biz ondan o kadar çok şey öğrendik ki… Bunu nimet olarak söylüyoruz, övündüğümüz için değil. Necip Fazıl'ın eserlerini okuyan bir insan bunu kabul eder… Üstad’ı okuyan insan üniversite bitirmiş kadar olur. Yani öyle dostlarımız, ağabeylerimiz, arkadaşlarımız vardı ki Kayseri'de, mesela ilkokul mezunu; ama Üstad'ı iyi okuyor, seviyor, takip ediyor… Duyduğu, okuduğu şeyleri defalarca tetkik ediyor, üzerinde düşünüyor, muhakeme ediyor. Üstad'ın yazıları zaten matematikseldi. Birçok yazısında da maddeler halinde bir, iki, üç, dört diye bölümler vardır. Üstad son derece matematiksel, cebirsel bir kafa. Merhum Ayhan Songar Üstad'ın bir dahi olduğunu riyazi olarak ispat eden yazı da yazmıştı.
Üstad'ın fikir, sanat ve aksiyonda dehası ortada. Cumhuriyetle beraber baltalanan İslam tefekkürünün kurucusudur Üstad Necip Fazıl. Aksiyonda da öyle... Peki, yeterince anlaşılmış mı, yeterince tartışılmış mı? Ve bunun önündeki engeller nelerdir? Sadece nostaljide kalmamak için bunu soruyorum…
Doğru söylüyorsunuz, haklı söylüyorsunuz. Bence Üstad yeterince anlaşılmamıştır. Biz hep söylüyorduk; Üstad daha hayattayken her mânada klasikleşmiş bir şahsiyetti. Türk edebiyatının ve Türk düşünce dünyasının ölümsüzleri arasına zaten hayattayken girmişti. Bunu görenler vardı, görmeyenler de vardı. Görmezlikten gelenler vardı, mankafalar çoktu. Mesela ben Milli Gazete'nin kuruluşunda bir yıl çalıştım. Kültür sanat, edebiyat sayfalarını yaptım. Orada Üstad'ın şiirlerini yayınlardım. Gazetenin idarecilerinden bazıları, biraz da yaşına güvenerek “Ya Bekir sen ne buluyorsun bu adamda? Durmadan onunla ilgili haberler koyuyorsun, ondan şiirler koyuyorsun, örnekler koyuyorsun?” derlerdi. Belki yeterince cevap veremedik, ama ben “bu mankafaların hepsi Üstad öldükten sonra onun kıymetini bilecekler” diyordum. Üstad'a o kadar uzak, uzaktan merhaba dememiş, selâm vermemiş, yüzünü görmemiş insanlar, en yakınıymışçasına yazılar yazdılar. Yazıları ibretle okuduk biz… Gazetelerde, dergilerde yüzlerce yazı çıktı, özel sayılar yapıldı. Hatta ben kendi kendime, “Bunlar mı yakınmış Üstad'a? Biz ne kadar uzakmışız ya!” dedim. Bu çok ibret verici bir olay. Üstad’ın kıymetini bilmeyenler, vefatından sonra onun şöhretinden pay kapmaya çalıştı.
Güzel tespit ettiniz… Bunlar hakikaten acı şeyler.
Çok acı bir şey. Hayattayken Üstad aleyhine durmadan orada burada konuşan adamlar, en yakını olduğunu ispat etmeye çalışan yazılar yazdılar Kazım Bey. Bu çok ibretlik bir hadise. Mesela aynı hadiseyi, Allah rahmet eylesin Sezai abi de yaşadı. Sezai abiye hayattayken selâm vermeyenler, ziyaretine gitmeyenler, yolda görse tanımazlıktan gelenler öldükten sonra neler neler yazdı. Bazı insanlar böyle hor görücü… Bazı insanlara tek yüzlü demek mümkün değil. Bazı riyakâr veya şöhret düşkünü tipler maalesef var.
Büyük Doğucuların yeterince birbirleriyle kenetlenemediği ve teşkilatlanmadığı iddiaları hakkında ne diyeceksiniz? Sebepleri ve çözümleri nelerdir?
Aslında siz soruyu sorarken cevabını da içinde verdiniz. Azizim ben yediğim kazıklardan dolayı inzivaya çekildiğimi söyleyeyim. Birkaç kişinin dışında kimseyle görüşmüyorum. Yaşım gelmiş 77'ye. Evimde okuyorum, yazıyorum. Yazdığım şiirleri daha çok dergilerde, Facebook'ta, şurada burada paylaşmaya çalışıyorum. Onun dışında yapabildiğim fazla bir şey yok. Ve hakikaten Büyük Doğucular birlik içinde olmadıkları için vaziyet bu. Olmadı, olamıyor nedense. Nefsimiz mi büyük?.. Üstad'ın verdiği dünya çapındaki, insanlık çapındaki nefs-ruh mücadelesinde nefsimiz ağır basıyor demek ki Kazım Bey. Ruhumuz yeterince güçlü değil.
“Mirzabeyoğlu ruhuyla Üstad’ı benimsemiş bir insandı!”
Salih Mirzabeyoğlu'nun Necip Fazıl'la Başbaşa isimli bir eseri var. Okudunuz mu?
Okudum…
Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad'la sohbetleri oldu, onları anlatıyor. Nasıl buldunuz o kitabı?..
Üstad'ı takip eden, âdeta ruhuyla, tüm benliğiyle Üstad’ı benimsemiş bir insandı Salih Mirzabeyoğlu. Ona layık olmaya çalışan insandı. Bu fedakâr, cesur insanlar sürdürüyorlar Üstad'ın mânevî mirasını… Üstad kolay bir insan değildi ve herkes Üstad'ı anlayıp, benimseyemez. Üstad'ın pek çok cephesi var; diyelim ki 40 cephesi var, 40 kapısı var. Bu kapıların her birinden başka giriyor insanlar. Kimi Üstad'ın hayatta iken jest ve mimiklerine sempati duydu, kimisi fikirlerine. Yani öyle insanlar gördüm ki, Üstad nasıl sigara içerse onun gibi sigara içerdi, o kadar tesirinde kalanlar da oldu. Mesela rahmetli Mustafa Miyasoğlu bunlardan biriydi. Sigarayı Üstad gibi içerdi. Niye? Etkisinde kalmış. Ama sadece bu yönüyle değil tabii. 40 cephesinden kimi sanatına, kimi edebiyatına, kimi şiirine, kimi hitabetine, kimi de belagatine hayran kalmış Üstad’ın. Yani bazısı fikir ağırlıklı olarak benimsiyor Üstad'ı, kimisi de dava olarak benimsiyor, takip ediyor. Üstad’a olan sevgi çok müteaddit, çok yönlü. Tabii burada şahsiyetin putlaştırılması asla cevaz verilecek bir şey değil. Ve böyle bir durum da zaten hamdolsun yok. Çünkü Üstad en büyük put kırıcılardan biriydi değil mi? Yani put kırıcılarının putu olmaz.
Put Adam kitabını da analım Üstad'ın bu arada. Üstad, eseri burada bastıramadı, Irak'ta bastırdı. Şimdi o kitabın tercümesi yapıldı.
Evet, evet. O kitabın kapağını da Muzaffer Doğan başkanımız Facebook'taki sayfasından defalarca paylaştı.
Büyük Doğucuların Üstad'ı yeterince temsil ettiklerine ve devam ettirebildiklerine inanmıyorum. Maalesef böyle. Kendi açımdan hele, hiç şey yapamıyorum... Efendim, belki şiirde, edebiyatta, üslupta, ondan mutlaka etkiler taşıyoruz. Etki taşımamak mümkün değil zaten.
Bütün entelektüel kesim, bütün İslamcılar Üstad'dan beslendi.
Muhakkak... Yani şimdi bakıyorum... “Büyüklerimiz” diye kitaplar yayınlıyorlar. Bakıyorsun Necip Fazıl orada da var. Üstad’ın bir ara biliyorsunuz hayatında Alparslan Türkeş'le ve MHP'yle ilişkileri de oldu. Birçok insan ona büyük feveran gösterdi… Ve onun da hayırlı neticeleri sonra zuhur etti. Üstad’ın dokunuşları hem siyaset dünyasında hem de fikir dünyasında zuhur etti diye düşünüyorum. Bilmiyorum siz ne dersiniz?
Bütün topluma aşı yapmak istedi Üstad. Mili Gazete’dekilerin “Necip Fazıl'da ne buluyorsun” demesinden bahsetmiştiniz. Üstad'ı onlar bîzar etmişler. Üstad da bu davayı yine başka bir kesime, yine sağdan bir kesime aşılamıştır. Gayet de isabetli olmuştur. Bugün de neticelerini görüyoruz.
Necip Fazıl’la Başbaşa’dan bahsederken, Salih Mirzabeyoğlu hakkında söylediklerini açar mısınız?
Salih Mirzabeyoğlu, Üstad’ın takipçisidir, dedim. 70 cilde varan eseri var Büyük Doğu'ya nispetle yazmış hep Salih Mirzabeyoğlu. Tabii eser ortada ve kendisine bağlı bir gençlik de var. İBDA da Büyük Doğu gibi, yani Büyük Doğu’yu içine alıyor.
İBDA’daki “BD” harfleri Büyük Doğu demek.
Evet, Büyük Doğu demek. Yani bunu görmemek mümkün değil. Ama bu çizgiyi devam ettirmek benim gördüğüm kadarıyla cesaret işidir, şecaat işidir, kahramanlık işidir ve kolay değildir. Bunu herkes yapamaz. Bir de bunu söylemek lazım…
“Üstad solcuları da etkiledi”
Türkiye’de Üstad’ın etkisinde kalmayan var mı?
Üstad’ın şiirini çok incelemeye çalıştım. Solcu şairlerin hepsi üzerinde de büyük bir tesiri var Üstad’ın. Şimdi solcu şairler üzerinde duruyorum. Cahit Sıtkı üzerinde mi yok? En çok karşı çıkan Orhan Veli üzerinde mi yok? Üstad’ın Orhan Veli hakkında bir benzetmesi vardır ya… “Orhan Veli’nin önünde zirveler vardı, dağlar vardı. Onları aşamayacağını bildiği için etrafını dolaştı. Açık gözlülük yaptı; göz boyamacılık yaptı.” diyor ya… Mesela “okunu” diyor, “attı ondan sonra karavana olduğu halde, okun isabet ettiği yerin etrafını çizdi.” ifâdelerini kullanıyor. “Tam isabet ettirdim deme açık gözlüğünü gösterdi” diyor. Türk şiirinin âdeta materyalist şiir yerine konulmasına sebep olan kişidir Orhan Veli. Bütün şiirlerini okuduğunuz zaman haşa peygamberimiz için tahfif edici ifadeleri bile var. “Ben üzerinde bulut gezdiren kişi değilim” falan filan diye. Ne bileyim tahfif edici ifade olarak gördüm ben Orhan Veli'dekileri. Zaten inançsızdı. Şunu da gördüm ben... Ölümünden yıllar sonra Milliyet Sanat dergisi ve Yaprak dergisini şöyle bir inceledim... Yaprak dergisinde Orhan Veli'nin en çok uğraştığı kişi Necip Fazıl ve Büyük Doğu dergisi. Tam bir hasım yani.
Üstad’a karşı bir antitez olarak kendini ortaya koymaya çalışıyor. Bir tezleri de yok bunların aslında. Necip Fazıl merkez. Tâbi olmayanlar da ona karşı anti-tez olarak kendini geliştiriyorlar. Yani Necip Fazıl her bakımdan merkezde. Dostu için de merkezde, düşmanı için de merkezde…
Evet, şair olarak da Sezai Karakoç rahmetli bir yazısında Üstad için böyle diyor. Ki Necip Fazıl'ın şiirini merkeze almadan cumhuriyet dönemi Türk şiirini açıklayamazsınız, izah edemezsiniz.
Şiir de fikrin damıtılmış hali olduğu için söylediğinize şunu ilave etmek istiyorum: Cumhuriyet dönemindeki tefekkürü de Necip Fazıl'ı merkeze almadan izah edemezsiniz. Zaten Sezai Karakoç'un da böyle tespitleri var.
Fikrini şiirden, şiirini fikirden ayırmak mümkün mü? Üstad’la ilgili yazıları derleme çalışmam sırasında Mehmet Yasin müstear adıyla Sezai Karakoç’un Sonsuzluk Kervanı şiiri hakkında yazdığı bir yazıyı bulmuştum. O yazıda şöyle diyor: “Necip Fazıl'ın şiirini merkeze almadan Cumhuriyet devri şiirini izah etmek mümkün değildir!” Bu son derece güzel bir fikir. Bu sözü İnce Engin de benim kitaptan alarak, dipnot göstermiş. Üstad hem kendisini sevenleri etkiliyor hem de kendisine karşı duranları etkiliyor. Mesela bir edebi hatıra kitabı var. Baki Süha Edipoğlu diye bir radyocu, şairin. Orada, “Üstad kendisinden önceki kuşağı hem geçersiz hale getirdi ve onların önüne geçti, hem de kendisinden sonraki kuşağın doğumunu geciktirdi.” diyor. Şimdi Sezai Karakoç'un söylediği söz de bu söz aslında, çok da farklı değil.
“Geciktirdi” derken neyi kastediyor?
Edebi nesil olarak, edebi kuşak olarak düşünüyor o. Yani 10 yılda, 15 yılda veya 25 yılda bir edebi nesil ortaya çıkıyor ya. “Kendisinden önceki nesli yok etti. Onların hepsinin önüne geçti” diyor. “Kendisinden sonra doğacak neslin de doğumunu geciktirdi” diyor. Necip Fazıl’ın şiirinin tesirinden bahsediyor. Muzaffer Doğan başkanım geçenlerde Facebook'tan bana bir şiir atmış. Behçet Necatigil'in Sevgilerde kitabından bir şiir. İlk gençlik şiirlerinden biri. Üstad’ın tesirinde olduğu o kadar açık görülüyor ki. Buram buram Necip Fazıl kokuyor. Cemal Süreya'nın bir deneme kitabında okudum. Diyor ki “Cahit Sıtkı Tarancı Necip Fazıl ile Orhan Veli arasında gidip gelmiştir.” diyor. Yani şimdi 35 yaş kitabına bakıyoruz. Daha gençlik yıllarında Cahit Sıtkı, “Büyük Üstad’ım Necip Fazıl Kısakürek’e” diye şiiri ithaf ediyor. Üstad o kadar tahakküm altına alıyor ki, o kadar etkileyici, o kadar tesir edici ki.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın derlediğim bir yazısı vardı, müthiş. Üstad’ın gençlik arkadaşı biliyorsunuz. Müftü çocuğu; ama eşikte bir adam ne camiye girebiliyor ne de uzaklaşabiliyor. Biraz Cemil Meriç gibi. Arafta bir aydın. Birçok türde güçlü. Fakat şiirde Necip Fazıl'ın topuğuna erişemiyor. Onun da kıskançlığı var hayatı boyunca. Haset ediyor. Ve Kop Dağında Bir Dükkan diye yazı yazmış. İlk hikâye kitaplarından biliyorsunuz. Kop Dağında Bir Dükkan adlı yazısında diyor ki: “Bu adam eğer kendisini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı; ya orduları ufukları bürüyen bir kumandan yahut zaferleri konuşulan bir deli olurdu.”
Oldu işte, ufukları bürüyen bir kumandan oldu Üstad… Bakın Tayyip Erdoğan bile “70 milyon Büyük Doğu’yu kuracağız” diyor. Türkiye'nin önünü açacak olan Büyük Doğu-İbda Fikriyatı'ndan başka bir fikir değil ki zaten. Batının sekülerizmi, modernizmi içerisinde böyle maymun gibi daha ne kadar gideceğiz?
Evet... Üstad’ın kendisinin beğenmediği Ozan imzasıyla yayınladığı metinler, manzumlar, şiirler bile muazzam. Mesela ne diyor Üstad? Bir şiirinde veya Ozan imzasıyla yayınladığı şeylerde “bizdeki hali nisbet maymun taklitten pişman” diyor değil mi? Müthiş bir şey. Bir şiirini bugünlerde Muzaffer Doğan yayınladı. Mesela denilir ki hep, “Şiirde ideoloji olmaz, şiirde fikir olmaz.” Ne demek olmaz ya? Açın Çile’yi okuyun. Demek ki şiirde ideoloji, dünya görüşü, fikriyat ve fikir olurmuş. Ondan sonra tenkit olurmuş değil mi? Tabii. Hiciv ve taşlama da olurmuş. Bütün bunlar var Çile’de. Bütün dünya var yani. Demek ki şiir bunların hepsini barındırıyor. Saf şiir var Üstad'da. Kaldırımlar, dünya çapında bir şiir. 1930'lu yıllarda biliyorsunuz Abdullah Cevdet'in İçtihat diye bir mecmuası yayınlıyor. Ben onu da şöyle bir gözden geçirdim. İsmail Ali'yi inceledim. Üstad'ın 1928'te kitabı çıktığı zaman bir gençlik fotoğrafını koymuş derginin kapağına. Ve altında ne yazmış biliyor musunuz? “Türkiye'nin Baudelaire’i.” Türkiye'nin Baudelaire’i dediği, bütün dünyanın hayran kaldığı, aşık olduğu bir Fransız şairini Üstad'a benzetiyor. Üstad 1928'te Kaldırımlar’ı yayınladığı zaman daha 24 yaşında bir genç, epey genç bir şair. Yani 24 yaşında Baudelaire. Türkiye'nin Baudelaire’i diye yazmış.
Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl'ın şiirini de incelediği Üç Işık eserinde şöyle diyor: “Yok Necip Fazıl hececi imiş, gececi imiş de; bunlar ıvır zıvır… Yok “Türkiye’nin Bodler’i” imiş… Ben onu “Türkiye’nin Bodler’i” değil de, Bodler’i “yarıda kalmış Necip Fazıl” diye nitelemenin daha doğru olacağına inanıyorum!..”
Güzel, çok güzel bir değerlendirme. Harika bir değerlendirme. Zaten Üstad, Batı'dan kolay kolay adam beğenmez. Sadece Baudelaire ve Rimbaud'dan bahseder. Batı'daki büyük buhranın habercisi, önceden haber veren. 19. yüzyılın şairleri, Fransız şairleri diye bahseder. İdealize edilmiyor, biz de etmiyoruz. Düşünebiliyor musunuz, 24 yaşındaki bir genç şairi “Türkiye'nin Baudelaire’i” diye ilan ediliyor. Onların idealize ettiği kişinin üstünde görüyor. 24 yaşındaki bir Necip Fazıl nereye, 79 yaşındaki Necip Fazıl nereye? Bazı şairler ihtiyarlıklarında şiir yazamamışlardır, tükenmişlerdir. Yani şiirleri tükenmiştir, Üstad'da öyle olmamıştır. Üstad vefat edinceye kadar yazdığı bütün şiirler güçlüdür. Mesela Evim şiiri, Karacaahmet şiiri, Canım İstanbul şiiri. Son şiirleri arasındaki Geçilmez şiiri… Say sayabildiğin kadar değil mi?
İman, aşk ve vecdle alakalı bir şey. İman, aşk ve vecdinden kaynaklı. Üstad en başta öyle bir şahsiyet, en başta. Şiirini de böyle anlamak lazım. “Üstad şairdi” diye indirgemeci bir yaklaşım var. İlim çevreleri de Üstad'ı almak istemiyor fikir çevreleri de. “O şairdi, güzel şiirleri vardı” diyerek üstünü örtmek isteyenler var. Biz burada sohbetimizde Üstad'ın sadece şiirinden değil; fikrinden, vecdinden, aşkından söz ediyoruz. “Biz şiiri iman davası olarak bilmişiz” demiştir Üstad. Onun diğer yönlerini görmeyenler, Üstad’ın şiirini de anlayamaz.
Onu sadece şair ilan edenler, onun şiirindeki cevheri, inancı, imanı, aşkı, vecdi görmeyen insanlardır. Ben şunu da yazmışımdır Üstad'la ilgili yazılarımda: Üstad'ın bütün fikirleri, inançları şiirinin potasında erimiştir. Yani şiirinde her şeyi var. Dava var, fikir var, duygu var, his var, aşk var, vecd var, buluş var, sanat var. Geçenlerde biri internette bir yazı yayınlamıştı, hoşuma gitti. Şunu diyor, “tezatların ve mübalağaların şairi Necip Fazıl”. Şimdi bu iki edebi sanatı Üstad kadar çok ve orijinal bir biçimde kullanan başka bir sanatçı yok. Mesela biraz mübalağada veya metafizik meseleleri ele almada Abdülhak Hamit Tarhan'dan söz edilir. Ama o da yarımdır, çeyrektir. Üstad der ya, “şair-i âzam adına takılmış tenekedir” diye. Şimdi Hamit'ten günümüze hiçbir şey kalmamıştır. Yaşadığı devirde şair-i âzam deniliyordu. Ama Üstad vefat edeli kırk yıl oldu. Halen şiiri dillerde. Yani bir zamanlar biliyorsunuz Türkiye'de herhangi bir toplantı yapıldığı zaman mutlaka önce Sakarya Türküsü şiir okumak lazımdı. Sakarya Türküsü, İstiklal Marşı ile birlikte Türkiye'de en çok okunan şiirdir.
Sizin, sanata dair çalışmalarınız oldu, biliyoruz. Üstad Necip Fazıl hakkında kitaplarınız da var. İkisi dikkatimizi çekmişti, okuduk bu kitapları da. Necip Fazıl'ın Şiiri isimli kitabınızda çok yerinde bir tesbitiniz var. Biraz önceki sohbetimiz aslında bu minvaldeydi. Hakkınızı teslim etmek açısından bu aldığım notu da söyleyeyim… Şöyle diyorsunuz Necip Fazıl'ın Şiiri isimli kitabınızda: “Necip Fazıl anlaşılmadan ve yorumlanmadan ne edebiyatımızda ne de fikriyatımızda büyük bir atılım gerçekleştirmek mümkün değildir”.
Evet.
Bunu biraz önce zaten açtık. Gerekçesiyle izah ettik. Ben şimdi buradan hemen şuraya geçmek istiyorum. Muhsin Macit diye birisinin, Necip Fazıl'ın Çöle İnen Nur’u ve Esselâm’ı hakkında bir makalesi var. Necip Fazıl'ın Esselâm eserini şiir açısından beğenmediğini söylüyor. Ne dersiniz?
Bence yanlış yapıyor. Muhsin Macit’in bu yazısından haberdar değilim. Van'da 100. Yüzyıl Üniversitesi'nde beraber çalıştık. Sanıyorum Eskişehir'de profesör. Edebiyat profesörü. Kendi alanında kıymetli eserleri de olan bir arkadaşımız Muhsin Macit. Ancak bu düşüncelerine hem katılmıyorum hem de Esselâm hakkında sadece ben yazmadım. Rahmetli Rasim Özdenören abi de yazdı. Ve güzel yazdı. Esselâm küçümsenecek veya sıradan bir eser değil. Benim kanaatimce Çöle İnen Nur bir aşk kitabı, Aşk-ı Peygamberî'yi bu kadar güzel anlatan bir siyer kitabı ne Türkiye'de ne dünyada yazılmamıştır, İslam dünyasında yazılmamıştır. Ve kolay kolay da yazılamaz. Bu kitabın bal özü halindeki manzum şekline ben Esselâm diyorum. Esselâm kitabındaki 63 levha mukaddes hayattan levhalar, tablolar bence Allah ve Resûl sevdalısı Necip Fazıl Kısakürek'in Çöle İnen Nur ki bu eserin önceki baskılarındaki adı, nesri şiir bir hadisi kutsi telmih ederek, O Ki O Yüzden Varız olmasına göndermedir. Çöle İnen Nur'da âdeta Üstad şiiri nesir haline getiriyor. Nesir ile yazmış, mensur bir eser Çöle İnen Nur. Ama son derece şiirsel, son derece duygusal, aşk dolu. Rasim abi yine güzel bir laf etmiş, rahmetli. Demiş ki, “Sayfaları bu kadar gözyaşlarıyla sulanan ben başka bir kitap bilmiyorum.” Çöle İnen Nur için söylüyor bunları. Çok yüksektir o kitap.
Muhsin Macit daha ziyade Esselâm için söylüyor. Sizin Esselâm ile ilgili iki yazınız için eserden çok şairine vurgu yaptığınızı söylüyor. Ayrıca Esselâm'da Çile'deki lirizmin olmadığını söylüyor ve ilgi görmediğini ifade ediyor.
Hayır, ilgi görmediği de yanlış bence. Niye? Mesela bir örnek vermek istiyorum Kazım Bey. Ömer Müslüman oldu diye bir şiir var biliyorsunuz. Hazreti Ömer'le ilgili. “İçi süt liman oldu. Ömer müslüman oldu”. Evet, harika bir şiir. Bu şiir kadar yalın, tınılı bir şiir söylemek mümkün değil. İslâmî edebiyatın, İslâmî şiirin yeniden şaha kalktığı eser diyorum. Mevlüt geleneği de diyebiliriz.
Esselâm peygamber sevgisinin tahassüsü bir eserdir. Necip Fazıl Gerçeği ve Necip Fazıl'ın Şiiri eserlerinizde bu meseleyi güzel anlatmışsınız. Esselâm üzerine kaleme aldığınız makaleniz doyurucu. Esselâm'da lirizm olan şiirler var, olmayan şiirler var. Allah Resûlü’nün hayatını 63 levhaya sığdırmak gibi zorların zoru ve siyer vak’alarına, yani Allah Resulü’nün hayatındaki vakalara da birebir uygun olarak hem şiir formunda hem de 63 levhada sınırlı olarak yapmak çok zor iş. Bir kısmında saf şiirle, bir kısmında anlatımla, ancak hepsinde sevdirerek yapılan harika bir iştir. İlgi noktasında eksiklik olabilir.
Şimdi Kazım Bey, benim kanaatimce, belki o yazılarda da belirtmişimdir, Esselâm kitabının kıymeti yeterince anlaşılmadı. O doğru, evet. Yani ben iki yazı yazdım. Rasim Ağabey yazdı, başka yazı görmedim ben Esselâm hakkında. Yani Esselâm öyle geçiştirilecek bir kitap değil. Şimdi burada Muhsin Macit'in de, belki başkalarının da yaptığı yanlışlık şu, manzum hikaye-kıssa ile şiiri, saf şiiri karıştırmamak lazım. Belirttiğiniz gibi Esselâm'da hem saf şiirler var hem de kıssalar var. Peygamberimizin hayatını, mukaddes hayatı hikâye ediyorsunuz, kıssa olarak yazıyorsunuz. Tabii bunu da nazım şeklinde yapıyorsunuz, manzum olarak yapıyorsunuz. Burada gerçek hadiselerin tasviri, resmedilmesi, zihinlerde canlandırılması öncelik taşımaz mı?
Üstad hakkında önemli ve öz noktalara temas ettiniz. Onun, şiirinin fikriyle irtibatı üzerinde durdunuz. Sola da etkisini misallendirdiniz. Siz şiiri üzerinde derinleştiniz ve şiirini de güzel ve isabetli anladınız. Sadece şair diye fildişi kuleye hapsetmiyorsunuz Üstad’ı. O husus da güzel. Tespitleriniz güzel. Ağzınıza sağlık. Hatta sizin hakkınızı teslim etmek açısından Üstad’ın Konuşmalar kitabının derlenmesinde sizin önemli katkılarınız olduğunu söyleyelim, bu iş için size teşekkür ederiz, bir okur olarak.
Rica ederim. Allah razı olsun. Yani onu Büyük Doğu yayınevine bendeniz gönderdi, biz gönderdik. Benim derlemelerimdir. Ama üzüldüğüm bir şey var. Üstad’ın tiyatroları hakkında yazılmış bin sayfayı geçkin bir derlemem var. Bu kitaplaşmadı. Bu kitaplaştığı takdirde İslâmî mânada, mânevî mânada tiyatronun gelişmesine büyük katkı sağlayacaktır. Hem de tenkit edebiyatı açısından son derece kıymetlidir diye düşünüyorum. Üstad’ın tiyatroları hakkında yazılmış bin sayfayı aşan bir metin var elimde…
Bunu da kamuoyuna böylece duyurmuş olduk. İnşallah o da okuyucuya bir şekilde ulaşır…
Özellikle Bir Adam Yaratmak piyesi hakkında yazılmış çok kıymetli incelemeler var. Yani müstakil bir kitap olacak.
“Üstad’ın tesiri kıyamete kadar sürecektir”
Büyük Doğu yayınlarından çıkarsa tercihimiz olur... Okuyucuya ulaşsın diye temenni ediyoruz. Son olarak, Necip Fazıl'ın rolü bitti mi? Günümüz gençliğine ne söylüyor?
Necip Fazıl'ın rolü asla bitmez. İnşallah, öyle ümit ediyorum ve inanıyorum. Üstad’ın tesiri, Türk milleti, gençliği üzerindeki tesiri, müsbet tesiri kıyamete kadar sürecektir. Bu millet Müslüman kaldıkça, hayatta kaldıkça, yani devleti ebet müddet, milleti ebet müddet, ümmeti ebet müddet oldukça Üstad’ın tesiri kalıcıdır. Necip Fazıl vasiyetinde de belirttiği gibi Allah ve Resûl sevdalısı olarak anılacaktır, rahmetle anılacaktır, yad edilecektir, hiç unutulmayacaktır. Yani bizim Necip Fazıl'sız bir günümüz geçmemektedir, geçmemelidir. Üstad benliğiyle, İslâm davasının sembol şahsiyeti haline gelmiştir. Belki duymamışsınızdır daha önce, bir arkadaşımdan duydum ben de… Rahmetli Mehmet Akif İnan'ın bulunduğu bir ortamda, rahmetli Üstad şöyle demiş, “Bir gün sabaha kadar ağlayarak Allah'a dua ettim. Ya Rabbi bana öyle bir şöhret ver ki, bu büyük şöhretle senin yoluna hizmet edeyim.” Hakikaten Allahu Teala, zannederim Üstad’ın bu duasını kabul etmiştir… Üstad hayattayken de vefatından sonra eserleriyle de, fikirleriyle, şiirleriyle, her şeyiyle, topyekûn şahsiyetiyle İslâm davasına hizmet etmeye devam etmektedir. Allah rahmet eylesin. Allah çok sevdiği aşkla bağlı olduğu Peygamberimizin cennette komşusu eylesin, şefaatine nail eylesin.
Amin. Teşekkür ederiz, ağzınıza sağlık.