İnsan, hayatın en önemli ve değerli varlığı olmasına rağmen; tarih boyunca yöneticiler tarafından bilerek veya bilmeyerek, gereği gibi değerlendirilememiş, onun imkan ve potansiyelinden yeterince istifade edilememiştir.
İnsan aynağına dayanmayan sistemler
İnsan kaynağının sadece fiziki ve akli gücü ile değerlendirilmesi; ilkel bir anlayış ile açıklanabilir. İlkel dönem demiyorum, çünkü; ilkel dönem, batı bilgi sisteminin söylediği gibi, bütün insanlığı içine alan bir gerçek değildir. Hz. Adem ile insanlık, bilgi ve ahlak temelli bir medeniyet döneminin başladığı ve Allah tarafından bir toplum ve düzen inşa etme gibi sosyal hedefleri içine alan bir süreç olduğunu kaynaklardan biliyoruz.
Batı; antropoloji ve sosyoloji bilimleri ile, insanın biyolojik ve sosyolojik gelişimini fiziki ve akıl kaynaklı olarak açıklamak için, “gelişme” terimini üreterek, hayatta sürekli bir ilerleme olduğunu kabul ettirme yolunu tutmuştur.
İnsan; öncelikle ruhi-ahlaki ve kültür yönüyle insandır. Ne fiziki yönü, ne de fiziki ve akli gücünün tek başına varlığı ile, insan değildir. Çünkü, tarih boyunca salt akıl ve iktisadi gücü ile gelişmiş toplumlar, merhamet ve adalet gibi çok önemli özelliklerden uzak kalabilmişlerdir. En önemlisi, insan toplumlarını baskı ve şiddet ile yönetmek durumunda kalmışlardır. Sonuçta da, büyük insanlık dramı ve sayısız derecede savaş ve zulüm olayları gerçekleşmiştir.
Kur’anda Allah, dünyayı insana emanet olarak verdiğini söylüyor. Burada, ne bir statü ve ne de bir ırk sınırlaması vardır ve bütün insanlık, böyle bir sorumluluğa muhatap kabul edilmiştir. Dünya hayatı, sadece fiziki ve iktisadi yönüyle değil; öncelikle insan ve toplum olarak insanlara sunulmuş bir emanettir.
İnsan kaynağını bilerek körletenler
Tarih boyunca çeşitli krallık veya kişi bazlı sistemler, kendi hakimiyet ve hegemonyalarını sürdürmek için, insanın dinamik yapısı, fikri özelliği ve ruhi hassasiyetini baskı altına alarak, kendi iktidarlarını hakim kılmaya çalışmışlardır. Batı’da ortaya çıkan ideolojik sistemler ve akımlar; doğu’da insanı köleleştiren ve pasifleştiren “öte dünya” merkezli inançlar, insanın değerini ve verimliliğini ortadan kaldıran dogmatik fikir ve inançlar ile pasif varlıklar haline getirmişlerdir.
Batı’da rönesans ve reform adı ile ortaya konulan hümanist, rasyonalist, pozitivist ve modernist akımlar da, insanın maddi ve cinsi yönünü tek gerçek olarak kabul edip, onun uçsuz bucaksız fikri ve ruhi dünyasını yok etmiş; insanı maddeye adeta esir hale getirmişlerdir.
İslamın insan ve inanç merkezli sistemi de, maalesef, dar mantıklı ve ben merkezli düşünen ve insanları kendine kul ederek, insanın değerini düşüren siyasi ve dini cemaat mantığı ile körletme yanlışlığana düşmüşlerdir. Burada, İslam dünyasındaki ilme ve ahlaka dayalı cemaat çalışmalarını bu tavır dışında gördüğümü de belirtmek isterim.
Özellikle Müslüman toplumlarda, insanın kıymeti ve değeri; henüz Peygamberimizin ahlaki perspektifine ve geniş adalet anlayışına yaklaşamadığını söylemek istiyorum. Bunun sebebinin, Müslüman toplumların Batı’nın fikri ve ilmi ezikliği altında kalmış olmalarına ve inanç ve bilgi merkezli bir anlayışa henüz varamamış olmalarına bağlıyorum.
İkinci bir husus ise, gerçek cemaat anlayışı ile, Müslümanların henüz kendi gerçeklerini ve ihtiyaçlarını anlayamamış olmalarından kaynaklı bir “ferdiyetçi anlayış”ın hala devam ettiğini düşünüyorum. Bu durum da, onları birarada meselelerini “düşünme ve geliştirme” imkanından uzaklaştırıp, kendi alışkanlıkları ile işlerini yürütme gibi, yanlış bir tutumu sürdürmelerine sebep olarak, insan potansiyelinden habersiz hale getirmiştir.
Öncelikle, inanç ve kültür tarihimizi iyi incelediğimizde; geçmiş dönemlerin Müslümanları ile bizim aramızda, ciddi bir seviye farkının olduğunu ve bunun için, insanı yeniden anlama ve onun kıymetini bilme gibi sosyolojik bir formasyona ihtiyacımız olduğunu belirtmek istiyorum. Umarım, bu hatımızın farkına; iş işten geçmeden farkeder ve onunla önemli hedeflere ulaşabiliriz.
Prof. Dr. Sami Şener, Mirat Haber