Ey Emîrler, Devlet Reisleri, İslâm Âlimleri!
Müslüman dünyasının nabzını elinize almak zamânı daha gelmedi mi? Milyonlarca garip, ezilmiş, câhil, yardım ve şifâ bekleyen dindaşımız bir fikir koması içinde bulunuyor. Bu gökkubbenin altında, münevver ve uyanık İslâm toplulukları olmakla beraber, İslâm'ın müşterek prensiplerini, müşterek hâfızasını ve îlâ-yı kelimetullah aşkını körletmeyi vazîfe bilen gafil ve kendilerini menfaatlerinin emrine vermiş şer kuvvetleri de vardır. Dolu dizgin at süren bu dalâlet erbâbına daha ne zamâna kadar göz açtıracaksınız? Bu zavallıların çoğu, alâkalıların kayıtsızlıkları ve ihmalleri yüzünden gidecekleri yolu ters seçmiş kimsesizler, garip kişilerdir.
Güneşi tanıyan, idâre kandiliyle aydınlanmak istemez. Amma evlatlarının eğitim ve öğretimine, çocuk yaştan yabancıların el koymasına izin veren devletleri, gençlerden güneşi esirgemekle suçlamak hiç de günah olmaz.
Şu halde artık, müslüman memleketler, evlâtlarının zihinlerine ve ruhlarına sahip çıkıp onlara öz değerlerinden zırh giydirerek düşman oklarının tehlikesinden korumalıdır.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, İlim ve Îman Büyükleri!
Genç ve körpe insanlar sizden himmet elinizin kendilerine uzanmasını bekliyor. Onları ayıltıp şifâlandıracak devâ, ilim, irfan, hikmet ve îlâ-yı kelimetullah aşkıdır. Bu uyur gezer bütün kütleleri, siyâset hesaplarından, iktidar rekabetlerinden, içine maddî mânevî herhangi menfaat karışmamış ciddî, samîmî, ihlâslı, ölçülü, fisebilillah bir gayretle silkeleyip uyandırarak kendilerine getirin!
İslâm kardeşliğini politika hesaplarının üstünde tutmak, yalnız mânevî birlik bakımından değil, müslüman coğrafyası üstündeki bütün müstakil devletlerin menfaatleri yönünden de sonsuz faydalara gebe olduğunu bilmek gerek.
Amma çeşitli çıkarlarla gözleri kararmış şer kuvvetleri, zümre ve şahıs menfaatleri, İslâm'ın bu mesut dönüm noktasını elbette türlü fesat ve fitneler çıkararak önlemeye uğraşacaklardır.
Garp, kültür seferberliği ve teknik üstünlüğü ile şarkı ayağının altına almış, içtimâî ve fikri hükümranlığı ile onu zaptedip kölesi hâline getirmiştir. Bu yüzden de, bir vakitler İslâm'ın uyandırmış olduğu meşale hâlâ garbın elinde bulunuyor.
Batıda bir Fransız, bir Alman, bir Avusturya, bir İtalyan medeniyeti yok, haçlı bir Avrupa medeniyeti vardır. Irkî husûsiyetler bir yana, eskiden Islâm coğrafyası da tek medeniyet çatısının müsterek esas ve prensiplerine sahip bulunuyordu.
Bugün mühim olan, İslâm âlemini tekrar aynı müşterek çizgi üstüne getirmek, böylece de çekirdeklikten çıkarıp yeşertmek, yeniden dal budak salacak meyve ve mahsul verecek hâli ihyâ etmek zamânıdır.
Baştan beri söylediğimiz gibi, İslâm âleminin bilmesi gereken hakikat: "Burası benimdir, şurası senindir!" diye çizdiği hudutlar içinde siyâsî istiklâl ve ayrılık dâvâsı gütmek yüzünden, İslâm Birliği'ni engelleyecek beşerî ve nefsânî aldanışlara düşmemek lâzımdır. Amma buna, evvelâ kendi kendimizin inanıp, devr-i saâdetteki o saf şevk ve galeyanla dâvâmızı gerçekleştirdiğimiz takdirde, dünyanın karşısına kurşun işlemez bir salâbet ve bütünlükle çıkmak, hiç de güç olmayacaktır.
Ey Emîrler, Devlet Reisleri, Müslüman Münevverler!
Artık bu birliğe hakikat çehresi verecek fırsat gününün ayak sesleri duyulur hâle gelmiştir. 1400. Hicret senesinin bütün İslâm âlemince müştereken karşılanması, İslâm Birliği şuûrunun ilk adımı neden olmasın?
Asırlarca, Ortodoks Şarki Roma'nın can çekişmesine seyirci kalmış olan Katolik Garbî Roma, mağlûp ve perîşan Ortodoks Bizans'ın bütün tâviz ve yalvarmalarına rağmen o zamanlar, bu mezhebi ayrı dindaşına yardım elini uzatmamıştı. Amma geç de olsa, hatâsını anlayan Katolik dünya, Bizans, târih mezarına gömüldükten 500 sene sonra, dünya hıristiyan birliğine şirin görünmek ve bir yekpârelik manzarası çizmek üzere, taassup kaftanından sıyrılır bir edâ ile, bu suçunu, sembolik bir jest ile tâmir etmek istedi ve Papa VI. Paul'ü 1967 senesinin Temmuz'unda İstanbul'a yollayarak eski bir kilise olan Ayasofya'nın mihrabında haç çıkartıp diz çökertti.
Asırlar sonra Katolik kilisesinin Ortodoksluğa gösterdiği bu saygı nümâyişi, hâlâ kulağı ağır işiten ve basîret gözündeki perde düşmemiş olan İslâm âlemine utandırıcı olduğu kadar acıklı ve alaylı bir ihtardır da.
Papanın diz çöküp haç çıkardığı Ayasofya, Bizans'ı Türkler fethettiğinde, Fâtih Sultan Mehmed'in, içinde ilk cuma namazını kılarak câmi hâline sokmuş olduğu bir mâbet bulunması bakımından da, bu ziyaretle haçlı dünya, vahdaniyetçi âlemden bir kere daha hınç almış bulunuyordu.
Sonra da aynı papa, çeyrek asır içinde bir hokkabaz mahâretiyle el ve dil çabukluğuna getirilerek Efes oluveren Selçuk kasabasındaki Meryem Ana Kilisesi'ne de giderek, Türk'ün bu şâhâne gafletinden faydalanıp şehri, Hıristiyanlık adına takdis ve tescil etmiş oldu.
Bütün bu ince ince düşünülerek Müslümanlığın kalbine saplanan intikam oklarıyla da Hıristiyanlık âlemi, bir kalemde mezhep ayrılıklarının ve nefretlerin üstüne kalın bir çizgi çeker ve Kur'an ehline karşı dâima el ele olduklarının her fırsatta işaretini verirken, müslümanların, Allah katında değer taşımayan siyasî menfaat ve iktidar çekişmeleri yüzünden birbirlerine diş bilercesine atıp tutmaları, haçlı, siyonist ve komünist dünya karşısında dağınık, perîşan ve kavgalı olmaları revâ mıdır?
İş, hatânın hatâ olduğunu anlayabilmektedir. Suç sabit olduktan sonra ondan rücû etmemek ise, insanlık şânına yakışır dâvâ değildir.
Ancak biz müslümanlara hatalarımızı kabul etmek güç geliyor. Çünkü doğruyu yanlıştan ayıracak endâzemizi kaybetmiş bulunuyoruz.
Dev adımlarla ileri atılan bir dünyada, daha nice zaman el yordamıyla yürüyeceğiz?
Yahûdi, binlerce senedir dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi dili konuşursa konuşsun, ırkçılığının ve şerîatçılığının çizgisinden ayrılmadığı için, kendi kavminden başkalarına hayat hakkı tanımayan bir dînî taassubu dünyaya karşı silâh olarak kullanıyor. Amma dünya da, öylesine gafil ve çeşitli meselelerin içine öylesine dalmış bulunuyor ki, nedir bu Tevrat yobazlığı, nedir ona inananların insan oğluna ettikleri? demeye ya fırsat bulamıyor yahut da yahûdi gözbağcılığı veya tehdîdi, buna meydan vermiyor.
Hıristiyan ise, peygamberinden bir asır sonra türlü eller tarafından yazılan İncil'ine güvenemediği için kiliseye kuvvet vererek, haçın, yaşatılması yolunu tutmuş bulunuyor. Kilise de, kesesini ve kasasını günahlarına siper ederek medenî cemiyetleri bir türlü, câhil ve iptidâî kabîle ve toplulukları bir başka türlü baskısı ve tesîri altında tutma yolunda her türlü insafsızlığı ve günâhı insan oğluna revâ görüyor.
Tek âyetinde dahi tereddüt ve şüphe olmayan, her emri ve tavsiyesi beşeriyete gerçek saâdet ve huzûru müjdeleyen Kur'an ehli müslüman ise, bir eşsiz hazînenin sahibi olduğu halde onu ne kendi açıp faydalanabiliyor ne de gökkubbe ehline: Gelin, gelin... aradığınız buradadır! deyip Allah'a, îlâ-yı kelimetullah seferberliğine dâvet edebiliyor.
Samiha Ayverdi, Kölelikten Efendiliğe, Kubbealtı Yayınları, 1978, s. 97–102