Felsefe, insanlık tarihinin en kadim ve en köklü düşünce sahalarından biridir. Ne var ki, bu düşünce mirası da, zamanın ve ideolojilerin hoyrat ellerinden nasibini almış; tıpkı kutsal metinlerin uğradığı tahrifat gibi, felsefi eserler de büyük ölçüde tahrif edilmiş, eksiltilmiş ya da başka şekillerde dönüştürülmüştür.

Bugün elimizde bulunan birçok antik felsefe metni, ya başka kaynakların arasından derlenip toparlanmış ya da Arapça ve Latinceye yapılmış tercümeler yoluyla yeniden vücut bulmuştur. Asıl metinler zamanla kaybolmuş, yerlerine çeviriler geçmiş; çevirilerin ardında da hem kültürel hem teolojik müdahaleler saklı kalmıştır. Yüzyıllar boyunca filologlar, farklı nüshalar üzerinden kelimelerin izini sürmüş, orijinal anlamlara ulaşmak için titiz çabalar göstermiştir. Ancak bu gayretler bile, kadim bilgeliğin üzerindeki tozu tam anlamıyla silememiştir.

Ortaçağ Hıristiyan dünyası, özellikle de skolastik düşünce çerçevesinde, felsefi metinlere karşı daima ihtiyatlı—hatta düşmanca—bir tavır takınmıştır. Bu eserlerin bir kısmı ya tamamen ortadan kaldırılmış ya da içerdikleri hakikatler özenle gizlenmiştir. Hakikate ulaşan her cümle, egemen teolojik söylemin tehdidi sayılmış; bu nedenle filozofların sözleri ya susturulmuş ya da değiştirilmiştir.

İş bununla da sınırlı kalmamış, felsefe tarihinin içinden kimi isimler sistemli şekilde silinmiş ya da unutturulmuştur. Mesela Sokrates’in hocası olan sofist iki önemli kadın figür, Miletli Aspasia ile Mantinealı Diotima, ki her ikisi de derin düşünceleri ve yüksek ahlaki yaşamlarıyla Hıristiyan rahibelere benzer bir duruş sergilemişlerdir, tarihsel hafızadan bilinçli olarak silinmiştir. Ne yazık ki, kadının bilge sesi, erkek egemen felsefe anlatılarında ya görmezden gelinmiş ya da küçümsenerek tarihin sis perdesine gömülmüştür.

Modern çağın filozofları ise, pozitivizmin soğuk etkisiyle felsefeyi kendi doğasından koparmış, onu salt akılcılığın dar kalıplarına hapsetmiştir. Bu düşünürler de, geçmişin Ortaçağ filozofları gibi, kadim felsefenin asli kaynaklarını ve ruhunu ya gizlemiş ya da tahrif ederek yeniden yorumlamıştır. Böylece felsefe, sadece şekil değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda tarihsel hafızasını da yitirmiştir.

Felsefenin Kökleri ve Gizlenen Hakikatler

Felsefe tarihine dikkatle eğilen, metinleri yüzeysel değil, derinlemesine okuyan biri için açıkça görülür ki, felsefe Yunan’la başlamamıştır. Aksine, Yunan düşüncesinden çok daha önce, Çin, Hindistan, Pers, Babil, Mısır, Yemen, Fenike, Kartaca ve Baktriya gibi kadim medeniyetlerde köklü felsefi gelenekler, gelişmiş düşünce sistemleri ve irfani ekoller mevcuttu. Bugün artık, felsefenin Yunan’a bu medeniyetlerden taşındığı, bu kültürlerin birikimlerinin Yunan düşüncesini beslediği inkâr edilemez bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır.

Yunan filozoflarının çoğunun hayat hikâyeleri dikkatle incelendiğinde, köklerinin ya bu medeniyetlerle irtibatlı olduğu ya da bizzat bu topraklara gidip eğitim aldıkları ortaya çıkar. Yunan asıllı birçok filozofun Hind diyarına, İran coğrafyasına, Baktriya’ya (bugünkü Afganistan) ve Mısır’a seyahat ettiği, bu kadim merkezlerde felsefi ve dini ilimlerde yetiştiği bilinen bir vakadır. Hatta Eflatun’un, Baktriya’ya kadar uzanıp oradaki bilgelik okullarında eğitim aldığı ve kurduğu Akademia’yı bu gelenekten esinlenerek tasarladığı, bazı kadim kaynaklarda ayrıntılarıyla yer alır.

Ne var ki modern Batı felsefesi, bu tarihsel hakikatleri çoğunlukla göz ardı etmiş, hatta bilinçli olarak gizlemiştir. Bu gizlemenin en çarpıcı örneklerinden biri, ünlü İngiliz düşünürü Bertrand Russell’ın kaleme aldığı “Batı Felsefesi Tarihi” adlı eserdir. Russell, Batı felsefesini adeta kendi içinde doğmuş, başka medeniyetlerden bağımsız gelişmiş gibi sunar; oysa gerçek, bunun tam tersidir. Felsefe, medeniyetlerin ortak birikimidir ve bu birikim hiçbir milletin tekelinde değildir.

Ne yazık ki, yalnızca Batı değil, bugün Türkiye dahil pek çok ülkede okutulan felsefe kitapları da benzer bir yanlışa düşmektedir. Bu eserlerin çoğu, pozitivist ve seküler bir çerçeveden yazılmış; felsefenin asıl hikâyesi, yani doğu-batı, metafizik-madde, hikmet-akıl dengesi büyük ölçüde örtbas edilmiştir.

Kadim Filozofların Yaşamı

Kadim Yunan filozoflarını—ister Sofistler olsun, ister Stoacılar, Epikürcüler, septikler yahut Sokrat ve onun erdemli talebeleri—dikkatle incelediğinizde, aralarındaki fikrî ayrılıklara rağmen hepsinin yaşam biçimi bakımından ortak bir çizgide buluştuklarını görürsünüz. Hayatlarına yakından baktığınızda, bu filozofların gündelik yaşayışları, erdemli duruşları ve ruh terbiyesi anlayışları bakımından Hind dünyasının Brahmanları, Budist Sanghaları, Mısır’ın rahipleri ve Zerdüşt Muğlarıyla derin bir benzerlik taşıdıkları açıkça ortaya çıkar.

Bu kadim filozofların aradığı mutluluk, hazda ya da servette değil, erdemde saklıydı. Yunanca’da aretê, Latince’de virtus, Arapça’da ise fazilet olarak karşılık bulan bu kavram, onların nazarında hem bireyin hem toplumun kemâlini ifade eden temel ilkedir. Ruhun yüceliğini ise üç temel hal üzerinden ararlardı: securitas (güven ve iman), tranquillitas (içsel huzur, sükûnet) ve quies (sessizlik, dinginlik). Bunlar, sadece düşünsel değil, aynı zamanda pratik bir hayatın mihenk taşlarıydı. Onlar için felsefe, soyut fikirlerin değil, yaşanmış hakikatin adıdır.

Ne var ki, günümüzde bu kelimelerin çoğu, tarihsel bağlamlarından ve hakiki anlam dünyalarından koparılmış; modern dilin dar kalıplarına hapsedilmiştir. Bu da, antik metinleri anlamayı zorlaştırmakta, hatta kimi zaman imkânsız kılmaktadır. En basit örneğiyle, “İbrahim” isminin zaman ve mekân içinde geçirdiği değişim bile, kelimelerin nasıl bir serüvene maruz kaldığını göstermeye yeter: Batı dillerinde Abraham, Habeş dilinde Ebrehe, Hind dünyasında ise Brahma şeklinde karşımıza çıkar. Hepsi aynı kökten neşet etmiş, fakat farklı coğrafyalarda farklı kılıklara bürünmüştür.

Benzer şekilde, Süryânîce’de “âlim” veya “hekim” anlamına gelen Hermes, farklı kültürlerde farklı suretlerde anılmıştır: Yunan’da ilham ve lisan tanrısı, Mısır’da bilgelik rehberi, İslam düşüncesinde ise “İdris Peygamber”le özdeşleştirilen kutsal bir figür olarak yerini almıştır. Asya’da ise Buda ile özdeşleştirilmiştir.

Hikmetin İzinde: Felsefenin Serencamı

Felsefe kelimesi, kökeni itibarıyla Yunanca philo (sevgi) ve sophia (hikmet) sözcüklerinden türemiştir; yani “hikmet sevgisi” anlamına gelir. Ancak bu kavram, yalnızca Antik Yunan’a mahsus bir düşünce ürünü değildir. Aksine, insanlık tarihinin en eski çağlarından itibaren var olan evrensel bir arayışın, ortak bir bilinç halinin ifadesidir. Arapça’ya “hikmet” olarak geçen bu kavram, hem dinlerin hem de feylesofların temel arayış gayesi olagelmiştir.

Kadim dünyanın dört bir yanında, bu hikmetin farklı adlarla anıldığını görürüz: Hind dünyasında Veda, Pers coğrafyasında Avesta, Çin’de Laozi’nin kaleminden dökülen Tao Te Ching (道德經 – “Erdem ve Yol Kitabı”), Amerika yerli topluluklarında Nahua ve Tlamatiliztli, Yunan uygarlığında ise Sophia olarak karşımıza çıkar. Kur’an-ı Kerim’in bir adı da Hikmet’tir. Her coğrafyada, her dilde farklı bir suretle dile gelse de, bu arayışın özünde değişmeyen bir hakikat vardır: İnsan, öteden beri hikmeti, yani varoluşun sırrını, iyiliğin özünü ve hakikatin kaynağını aramaktadır.

Bu arayış ilkin köylerde, küçük toplulukların içsel dengelerinde filizlendi. Ardından şehirlerde—ki Yunan’da bu şehirler “polis” adını taşırdı—felsefe kurumlaştı, sistematik hâle geldi. İmparatorlukların gölgesinde ise daha geniş coğrafyalara yayıldı. Mısırlı Yahudi filozof Philo ve Kuzey Afrikalı Hıristiyan düşünür Augustinus, hikmeti vahiyle buluşturma çabasında oldular. Sonrasında İslam medeniyeti sahneye çıktı ve bu kadim irfanı yepyeni bir nefesle canlandırdı.

Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Tufeyl ve Biruni gibi Müslüman düşünürler, felsefeyi hem korudular hem de derinleştirdiler. Onların eliyle felsefe yeniden doğdu; sadece Grek mirasının tercümesiyle yetinilmedi, aynı zamanda bu miras eleştirilerek zenginleştirildi. Bu büyük uyanış, Batı’nın entelektüel dirilişine zemin hazırladı.

Ne var ki, modern çağla birlikte bu hikmet anlayışı, özellikle pozitivist düşüncenin etkisiyle büyük bir kırılmaya uğradı. Pozitivizm, hakikati yalnızca maddede, ölçülebilir olanda aradı; ruhu, sezgiyi, maneviyatı bir kenara itti. Kadim tarih, bu dar bakış açısıyla yeniden yorumlandı; insan, yalnızca fiziksel bir varlık olarak tasvir edildi. Hikmetin yüce çağrısı ise susturulmaya çalışıldı.

Ta ki, Nietzsche bu gidişata isyan edinceye dek… Ve Kant, felsefeye yeni bir perspektif kazandırarak aklın sınırlarını ve metafiziğin zaruretini yeniden hatırlatıncaya kadar. Sonrasında, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımıyla sarsılan Batı, düşüncenin rotasını sorgulamaya başladı. Annales Okulu ve Frankfurt Ekolü gibi akımlar, sosyal bilimlerde ve felsefede yeni bir duyarlılığın kapısını araladılar. İnsan, yalnızca rasyonel bir varlık değil; duyan, inanan, düşünen ve hisseden bir varlık olarak yeniden tanımlandı.

Kadim Filozofların Vahiy ve İlhamla Bağı

Modern dünyaya gelinceye dek, neredeyse bütün filozoflar düşüncenin kaynağını yalnızca akılda değil, aynı zamanda ilhamda ya da vahiyde aramışlardır. Onlar için felsefe, kuru bir akıl yürütmenin ötesinde, kalpten gelen bir sezgiyle, yüksek bir hakikatin fısıltısıyla beslenen bir arayıştı. Hatta modern felsefenin en aykırı ve sarsıcı figürlerinden biri olan Friedrich Nietzsche bile, eserlerinin bir ilham hâliyle, bir çeşit vecd içinde yazıldığını dile getirmiştir.

Kadim filozoflar, aynı zamanda birer “hekim” olarak görülürdü—yalnız bedenin değil, ruhun ve zihnin de tabipleri… Tıpkı peygamberlerin sorular sorması ve hakikati araması gibi onlar da sormaktan geri durmadılar: Varlık nedir? Evrenin kökeni nereye dayanır? Tanrı var mıdır? İnsan nereden gelir ve nereye gider? Bu gelişin ve gidişin bir anlamı var mıdır? Yaşam neye hizmet eder ve neden vardır? Bu soruların peşine düşerken ellerinde yalnızca akıl değil, hikmet de vardı; yani sezgi, tecrübe, erdem, edep, ahlâk ve ruhsal derinlik…

Antropologlar ve din tarihçileri, dinin insan varoluşunun ayrılmaz bir parçası olduğunu çokça vurgulamışlardır. Din, insan doğasına içkindir; onunla birlikte doğar, onunla birlikte şekillenir. Bu gerçeği belki de en veciz biçimde dile getiren Antik Yunan tarihçisi Plutarkhos olmuştur: “Tarihte sursuz şehirler, saraysız şehirler, hatta okulsuz şehirler gördüm. Ama mabetsiz bir şehir hiç görmedim.” Bu söz, insanın mabetsiz yaşayamayacağını değil sadece, aynı zamanda dinin, tıpkı sanat, bilim ve felsefe gibi insan ruhunun temel bir ifadesi olduğunu da gösterir. Mısır’dan Çin’e, Bosna’dan Latin Amerika’ya kadar inşa edilen piramitlerin benzerliği de bize bir şeyler anlatır.

Kadim dünya, bu alanları birbirinden ayırmazdı. Din, sanat, bilim ve felsefe; ayrı ayrı odalara kapanmış değil, aynı kubbenin altında, birbirini besleyen damarlar gibiydi. Hakikatin çeşitli suretleri olarak bir arada yaşarlardı. Bilgi, yalnızca nesnel bir veri değil, aynı zamanda kutsal bir hikmetti. Düşünce, sadece mantığın ürünü değil, aynı zamanda içsel bir tefekkürdü.

Felsefe, bu çerçevede epistemoloji (bilgi teorisi), ontoloji (varlık anlayışı), aksiyoloji (değerler felsefesi) ve metafizik gibi alanlarla şekillenmiştir. Bugün biz “gayb” dediğimizde neyi kastediyorsak, kadim filozoflar da metafiziğin sahasında o derin bilinmezi sorgularlardı. Bilinmeyeni inkâr etmek değil, onunla konuşmak, ona kulak vermek isterlerdi.

Hikmetin Gölgesinde Kadim Filozoflar

Kadim dünyanın filozofları, aldıkları ilham yahut vahyin izinde; kimi zaman bir ağacın gölgesinde, kimi zaman bir taşın üstünde ya da medreseyi andıran revaklı avluların altında talebelerine hikmeti aktarırdı. Onların öğretisi yalnızca sözle değil, yaşadıkları hayatla, duruşlarıyla, suskunluklarıyla ve vakarla harmanlanmıştı. Bu yolun yolcuları arasında Sokrat, Hermes ve Lokman Hekim gibi isimler, düşüncenin ve hikmetin evrensel temsilcileri olarak öne çıkar.

Feylesoflar, Hz. İbrahim’in (as) izinde, aklı bir meşale gibi kullanarak halkı sahte din adamlarına ve bozulmuş inanç yapılarına karşı uyarmışlardır. Onlar, hakikatin üzerini örten hurafeye, şekilciliğe ve aşırılıklara karşı seslerini yükseltmiş; dinin özünü hikmetle korumaya çalışmışlardır. Çünkü hikmet, kuru bir dogma değil; kalbi aydınlatan, ruhu terbiye eden, insanı kendine çağıran bir bilgeliğin adıdır.

M.Ö. 399 yılında, bir tas baldıran zehriyle idam edilen Sokrat, Atina polisinin (şehrin/devletin) yöneticileri tarafından tanrılara ibadet etmemekle, dine yenilikler getirmekle ve gençleri sapkın düşüncelere sevk etmekle suçlanmıştı. Ancak onun suçu, hakikati açıkça dillendirmek ve aklın ışığını egemenlerin karanlığına doğrultmaktı. O an, yani zehir kadehini kaldırdığı o vakit, yalnızca bir infaz değil; felsefenin şehadeti, hikmetin sabrıydı.

Fransız ressam Jacques-Louis David’in 1786 yılında yaptığı meşhur tablosunda Sokrat, parmağıyla göğü işaret eder. O parmak, gökleri gösteren bir pusula gibidir: “Yukarıdaki size bunun hesabını soracaktır,” der. Bu sahne, yalnızca bir resim değil, aynı zamanda bir asırlık adaletin sessiz çığlığıdır.

Sokrat’a yöneltilen suçlamalar, dikkatle bakıldığında, tarihin farklı dönemlerinde bütün peygamberlerin ve hakikat arayıcılarının da karşılaştığı ithamların bir yansımasıdır. Yani ne zaman bir hakikat sesi yükselse, o sesin karşısına düzenin bekçileri, alışkanlıkların muhafızları ve taassubun zebanileri dikilmiştir.

Aydınlanma’nın Gölgeli Yüzü

Felsefenin bu kadim ve muhteşem tarihine rağmen, onun Tanrı’dan ve dinden en çok uzaklaştığı kırılma noktası şüphesiz 18. yüzyıldır. Bu yüzyıl, Avrupa düşünce tarihinde sadece “Aydınlanma”nın değil, aynı zamanda kutsal olana karşı yürütülen en sistematik entelektüel kampanyanın da sahnesi olmuştur. Akıl, iman karşısında bayrak açmış; din, ilerlemenin önünde bir engel olarak tasvir edilmiştir.

Bu noktada felsefe tarihine dair önemli bir tespiti not düşmek gerekir: Dine karşıt, açıkça ateist nitelik taşıyan düşünceler, felsefenin zirveye ulaştığı dönemlerde değil, aksine zayıfladığı, sığlaştığı ve çöküşe yüz tuttuğu zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ne zaman ki felsefe, hikmetten, derinlikten, ruhsal arayıştan uzaklaşmış; ne zaman ki salt aklî hesaplara ve dünyevî düzen kuramlarına indirgenmişse, işte o zaman dine karşı öfke baş göstermiştir.

Batı medeniyeti, yaklaşık üç asırdır felsefe ve bilim adı altında yükselen bir söylemin rehberliğinde ilerlemiştir. Bu yürüyüş, ilkin aklın özgürleşmesi, hakikatin keşfi, doğanın sırlarının çözülmesi gibi masumane emellerle başlamış görünse de zamanla başka bir mecraya sapmıştır. Pozitivizmin çelik zırhına bürünmüş, materyalizmin soğuk duvarları arasında yankılanan bir düşünce dünyası, tabiatı yegâne gerçeklik sayarak aşkın olanı yok saymış, nihayetinde Tanrı’yı da evrenden kovmuştur. Bu tek yönlü ilerleyişin vardığı noktada, insan zihni ruhu inkâr eder hale gelmiş; toplumlar ise kendi tarihî ve kültürel çeşitliliklerinden sıyrılarak tek tipleştirici bir anlayışın tutsağı olmuştur.

Batı’nın Ortaçağ sonrası geçirdiği dönüşüm, felsefenin ve bilimin, dini kurumlarla çatışma içine girdiği bir devrim niteliğindeydi. Skolastik dogmalarla kuşatılmış bir dindarlığın baskısı altındaki akıl, zincirlerini kırmak isterken, onunla birlikte kutsalı da ardında bırakmayı tercih etti. Bu çatışma, yalnızca düşünsel bir münakaşa olmaktan çıkıp Engizisyon mahkemelerinin acımasız yüzüyle ete kemiğe büründü. Bilim adamları, filozoflar, ruhban olmayan hakikat arayıcıları; düşüncelerinden ötürü yakıldılar, sürüldüler, susturuldular. Ne var ki, hakikat ateşi bastırılamazdı. Bu fikirler, Avrupa’yı bir sel gibi sardı, kıtaları aştı, yeni çağın habercisi oldu. Lakin bu yeni çağ, beraberinde ilahi olanın inkârını da taşıyordu.

Dinle ilim arasında başlayan bu ilk büyük gerilim, görünüşte özgür düşünce adına verilmiş bir mücadeleydi. Ancak zamanla düşünce hürriyeti, Tanrı’yı inkârın bir bahanesi haline geldi. Hür düşünceyi savunanlar, dinin bütün yönleriyle karşısına dikildiler. Din, kendisini akıl karşısında savunma zorunluluğu hissettikçe, mistik olanın da arka plana itilmesine yol açtı. Bu zemin üzerinde şekillenen modern bilim, “neden” sorusunu terk etti, “nasıl” sorusuna odaklandı. Böylece ilahi hikmetin yerini nedensiz bir mekaniklik aldı.

Bilimsel akıl, artık Tanrı fikrine muhtaç olmadığını düşünüyordu. Evreni açıklarken aşkın olanı göz ardı ediyor; her bir olguyu, sırf maddi sebepler zinciri içinde izaha kalkışıyordu. Maddenin dışında kalan hiçbir şeyi hakikat katına layık görmüyor, ölçülemeyen, tartılamayan ne varsa “var olmayan” sayıyordu. Ruhu, ilhamı, vahyi, gaybı, sezgiyi, kutsalı… hepsini sistemin dışına itiyordu.

Bu düşüncenin öncülerinden biri olan Descartes, her ne kadar Tanrı’nın varlığına inanmış, ruhun bağımsız mevcudiyetini savunmuş olsa da, nihayetinde maddeci düşüncenin etkisine kapılmıştır. Onun ardından gelen Hobbes, doğaüstü olanı tümüyle reddederek, evrendeki bütün olayların yalnızca maddi etkileşimlerle açıklanabileceğini savunmuştur. Spinoza ise daha da ileri giderek, Tanrı ile evreni aynı varlık olarak kabul etmiş; böylece aşkın olanı içkinleştirerek Tanrı’yı neredeyse maddenin başka bir adı haline getirmiştir.

Leibniz ve Locke gibi isimler bile, Tanrı’ya inandıklarını belirtmiş olsalar da, kurtuluşu materyalist sistemde aramışlardır. 17. yüzyılda gelişen bu felsefî anlayışlar, hâlâ Tanrı kavramını tümüyle silip atamasa da, onu metafizik bir arka plan figürü olarak etkisizleştirmiştir. Zira insan fıtratında var olan dinî temayül, bir anda sökülüp atılacak bir duygu değildir; bastırılabilir, zayıflatılabilir ama tamamen yok edilemez.

Bilim, bu dönemde muazzam gelişmelere sahne olurken, fizik âlimleri—Copernicus, Kepler, Galileo, Newton gibi—Tanrı’ya karşı bir cephe almamış; ancak Tanrı’yı araştırma nesnesi olmaktan çıkarıp, bilimsel sistemin dışında bırakmışlardır. Onların amacı, evrendeki olayları yöneten yasaları keşfetmekti; bu yasaları koyan bir irade olup olmadığını sormak değil.

18. yüzyıla gelindiğinde, felsefenin dine karşı cephe alışında yeni bir eşik aşılmış oldu. Bu dönemde ortaya çıkan düşünürler, ya Tanrı’nın varlığını tamamen inkâr etti ya da onu yalnızca bir “ilk hareket ettirici” olarak kabul etti. Voltaire, Rousseau, Montesquieu gibi isimler, daha çok siyaset felsefesi alanında üretim yapmışlar; metafizik derinlikten uzak, Tanrı’yı bir anayasal monark gibi düşünen seküler bir düşünce inşa etmişlerdir.

Dikkat çekici olan şudur ki, bu yüzyıl felsefi anlamda bir “cüce yüzyıl”dır. Felsefenin en üretken ve derin dönemleri, Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi inançlı filozofların eser verdiği çağlardır. Dine en sert eleştirilerin yükseldiği zamanlar ise, felsefi üretimin zayıfladığı dönemlerle örtüşmektedir. Bu da bize gösterir ki, felsefe dine düşmanlaştıkça zayıflamakta; dine saygı duyduğu oranda ise derinlik kazanabilmektedir.

19. yüzyıl, materyalizmin zirveye çıktığı ve pozitivizmin adeta bir din gibi benimsendiği bir dönemdir. Comte, insanlığın düşünce tarihini üç aşamada değerlendirmiştir: teolojik, metafizik ve pozitif. Ona göre insanlık, çocukluk devrinde dini düşünmüş, ergenliğinde felsefi kavramlarla meşgul olmuş, olgunluğa ise bilimle ulaşmıştır.

Bu bakış açısı, tarihsel gerçeklikle örtüşmez. Zira insanlık, bilimle meşgul olurken dinden vazgeçmemiş; felsefe ile uğraşırken vahyi de dışlamamıştır. Aksine, bu üç düşünce biçimi çoğu zaman iç içe var olmuştur. İlkel kabilelerin bile dinî sembolleri olduğu gibi, doğaya ilişkin bilimsel gözlemleri de mevcuttur. İnsan aklı, tarihsel olarak lineer bir gelişim değil, çok katmanlı bir inşa süreci göstermiştir.

Comte’un pozitivizmi, zamanla bilimselciliğe dönüşmüş; bilim, hakikatin yegâne kaynağı ilan edilmiştir. Ancak bu anlayış, insanın metafizik ihtiyaçlarına cevap verememiştir. Comte’un hayatının sonunda “İnsanlık Dini”ni kurmaya çalışması, onun düşünsel çelişkisinin ve eksikliğinin en bariz göstergesidir. Bilimi dine alternatif kılmak isteyen pozitivizm, en sonunda bir “yeni din” üretmek zorunda kalmıştır. Bu da gösteriyor ki, insan doğası, kutsalı dışlayarak var olamaz; boşalan kutsallık alanı, başka bir kutsalla doldurulmak zorundadır.

Aslında Auguste Comte’un din hakkındaki tutumu, yüzeydeki kesinlik iddiasına rağmen oldukça çelişkili ve gelgitlidir. Her ne kadar kamuoyunda onun ateist olduğu yönünde yaygın bir kanaat bulunsa da, Comte bu sıfatı açıkça reddetmiştir. Nitekim, John Stuart Mill’e yazdığı bir mektupta, “Ben ateist olarak anılmayı kabul etmiyorum,” diyerek bu etiketin kendisine uygun olmadığını belirtmiştir.

Comte, insanın tapınma ve ibadet etme ihtiyacını, salt bir inanç meselesi değil, doğasının ayrılmaz bir parçası olarak görüyordu. Ona göre bu ihtiyaç, insan ruhunun derinliklerinden gelen ontolojik bir yönelişti. “Pozitif Politika Sistemi” adlı eserinde, insanlığın giderek daha dindar bir çizgiye evrileceğini, bu eğilimin tarihsel sürecin değişmez ve kaçınılmaz bir yasası olduğunu savunmuştur. Ona göre din, ortadan kalkacak bir olgu değil, dönüşerek varlığını sürdürecek bir zorunluluktur.

Comte’un entelektüel yolculuğunun sonunda tekrar dine yönelmesi ve pozitivist bilim anlayışıyla uyumlu bir “yeni din” arayışına girmesi, aslında dinin insan doğasına içkin, kök salmış bir ihtiyaç olduğunu gözler önüne serer. Dini, yalnızca zihinsel bir aşamanın ürünü olarak görmek, onun kalpte ve varlıkta bıraktığı derin izleri göz ardı etmektir. Comte’un bu dönüşümü, insanın hiçbir çağda ve hiçbir fikrî sistemde tamamen dinsiz kalamayacağını da ispatlar niteliktedir. Bu bağlamda, Fransız filozof Maurice Blondel’in şu veciz sözü hatırlanmalıdır: “Kelimenin tam anlamıyla ateistler yoktur.”

Ayrıca, Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde aklın metafiziksel bir bilgi üretme kapasitesine sahip olmadığını belirtse de, Pratik Aklın Eleştirisi’nde ahlaki temellere dayanarak din ve metafiziği yeniden kurmuştur. Ancak dini eleştiren felsefeler, Kant’ın felsefesinin yalnızca bir kısmını alıp kullanmış, onun düşünsel sisteminin bütüncül yapısını göz ardı etmişlerdir.

20. yüzyıla gelindiğinde, Nietzsche’nin çığlığı duyulur: “Tanrı öldü!” Bu çığlık, bir isyan değil, bir teşhistir aslında. Nietzsche, Tanrı’nın inkârı ile birlikte Avrupa’nın değer sisteminin çöktüğünü ilan eder. Ona göre, akıl tanrılaştırıldığında, içgüdüler bastırılmış; yaşamın içsel ritmi bozulmuştur. Nietzsche’nin eleştirisi, modern aklın ve rasyonalist felsefenin insan doğasını nasıl tahrip ettiğini gösterir.

Ne garip bir tecellidir ki, bu düşünsel sapma bizzat Batı’nın bağrında doğmuş; ancak orada da bir süre sonra, 20. yüzyılda Annales ve Frankfurt okullarının çabalarıyla, insan ruhunun çok katmanlı yapısını yeniden hatırlama yönünde gayretler baş göstermiştir. Ancak bu gayretler de, modern aklın kadim ruhla barışını tam anlamıyla sağlayamamıştır.

Oysa bugün bilim de ispatlamıştır ki, insan, yalnızca akıldan ibaret değildir. Onun ruhu vardır, sezgisi vardır, aşkı, korkusu, duası vardır. Din, işte bu insanı bütüncül olarak kuşatır. Bilim, evrenin “nasıl” işlediğini açıklarken, din “neden” var olduğunu sorar. Bu iki alan, birbirini tamamlayabilir; fakat biri diğerini yadsıdığında, hakikat tek kanatlı bir kuş gibi uçamaz olur.

Hikmete Dönüşün Zamanı

Hasıl-ı kelâm, Modern düşüncenin dinle giriştiği entelektüel mücadele, insan ruhunun derin katmanlarında onulmaz yaralar açmış; fakat onu asla kökten söküp atamamıştır. Çünkü insan, ne kadar akılla donansa da, kalbinin en ücra köşesinde bir mabede muhtaçtır. Tarih boyunca saraysız, hatta okulsuz şehirler görülmüştür; ama mabetsiz bir şehir asla var olmamıştır. Bu gerçek, dinin insanlık için bir inanç sisteminden ziyade, varoluşsal bir ihtiyaç, ontolojik bir yöneliş olduğunu açıkça gösterir.

Asya’da yeni bir ‘ittifak’ doğuyor Asya’da yeni bir ‘ittifak’ doğuyor

Felsefe, işte bu yönelişi anlamaya çalıştığı ölçüde anlamlıdır. Ne zaman ki felsefe hakikati inkâr eder, dini bir hurafe gibi görür, hikmeti salt rasyonel düşünceye indirger, işte o zaman kendi varlık zeminini kaybeder. Çünkü hikmetsiz akıl, köksüz bir ağaca benzer; göğe uzansa da toprağa tutunamaz.

Bugün, teknolojinin insan aklını ve muhayyilesini esir aldığı bir çağda yaşıyoruz. Bilim, felsefenin bir çıktısı; teknoloji ise bilimin doğurduğu bir ara yüzdür. Lakin bu zincirin en son halkası, insanı kendi öz benliğinden uzaklaştırmıştır. Eğer yeniden dine, hikmete ve ruhun sesine döneceksek, işe ilk kaynaklara dönmekle başlamalıyız. Felsefe tarihini yeniden kaleme almalı, bu defa satır aralarına değil, satırların özüne bakmalıyız.

Bu noktada Alman filozof Martin Heidegger’in eskatolojisi dikkat çekicidir. Onun düşüncesinde, Stoacılar ve Herakleitos’un ekpýrosis —yani kozmik yangın— öğretisiyle örtüşen bir bakış vardır. Teknoloji, onda yalnızca bir araç değil, varoluşu kuşatan ve insanı dönüştüren bir kaderdir. Bu kaderin son halkasında, her şeyi tüketen ama aynı zamanda yeniden başlatan bir yangın vardır. Heidegger’in Schwarze Hefte (Kara Defterler) adlı eserlerinde bu felaket fikri, adeta modernliğin içindeki kıyamet çığlığıdır.

Kadim irfan ehli bu çığlığı çok önceden sezmişti. “Kāle değil, kāiline bak; işte bu, ibret ehlinin yoludur” der eskiler. Bu yüzden kitaplarını sadece fikirlerle değil, hikmetle; sadece bilgiyle değil, güzel sözle donatmışlardır. Hint’ten Yunan’a, Perslerden Mısır’a, Sümer’den Habeşistan’a, Hermes’ten Lokman Hekim’e kadar bütün hakikat yolcuları, sözleriyle insanlığa yön göstermiştir.

Meşhur İranlı mutasavvıf ve şair Mahmud Şebüsterî’nin dediği gibi: “Felsefenin iki gözü de şaşıdır, hakikati tek başına göremez.” Bu cümle, hikmetle yoğrulmamış felsefenin sınırlılığını veciz biçimde ortaya koyar.

Unutmamalıyız ki, felsefenin altın çağlarında—Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, İbn Sina, Descartes, Spinoza, Leibniz gibi isimler—düşünceyle iman, akılla metafizik iç içeydi. Ateizm ise bu büyük zincirin kopmaya yüz tuttuğu yerde, yani hikmetin sönmeye başladığı anda ortaya çıkmıştır. Aydınlanma Çağı diye anılan 18. yüzyıl, aslında kutsalı gölgeleyen bir karanlığın adıdır. Pozitivizm bu çağın en keskin meyvesi olmuş; ruhu, kültürü ve inancı bir kenara itmiştir.

Fakat her inkâr kendi karşılığını da doğurur. Pozitivizme karşı ruhu savunan bir düşünce olarak Henri Bergson’un sezgiye dayalı felsefesi doğmuştur. O, bilginin sadece akılla değil, ruhla ve sezgiyle de elde edilebileceğini göstermiştir. Bu, modern insan için bir umut kapısıdır.

Bugün yapılması gereken bellidir: Düşünceyi tekrar kalbe döndürmek, felsefeyi hikmetle buluşturmak ve dini, aklın değil ruhun penceresinden yeniden anlamaktır. Zira insanın arayışı bitmemiştir. Mabetsiz bir şehir hâlâ yoktur. Ve hiçbir akıl, hakikatin yerini tek başına dolduramamıştır.

“Felsefe Okuyan Ateist Olur mu?”

Sonuç olarak, bütün bu anlatılanlar ışığında şimdi bir kez daha düşünelim: “Felsefe okuyan ateist olur mu?” Bu soru, modern dünyanın yaygın bir önyargısını içinde taşır. Oysa unutmamak gerekir ki, ateist düşünce, felsefe tarihinin ana damarlarından biri değil; marjinal bir çizgidir. Felsefenin büyük yürüyüşüne yön veren isimlerin ezici çoğunluğu, hakikati yalnızca akılda değil, aynı zamanda aşkınlıkta, sezgide, hikmette ve hatta bazen vahiyde aramışlardır.

Ne yazık ki bugün, Türkiye başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde hakiki anlamda felsefe eğitimi verilmemektedir. Felsefe tarihi, bütünlüklü bir düşünce geleneği olarak değil; pozitivist, seküler bir gözlükle, modern Batı merkezli bir anlatıyla ve çoğu zaman yüzeysel özetlerle aktarılmaktadır. Bu durum, nasıl ki tıbbı eksik bilen “yarım doktorlar” ve dini yüzeysel kavrayan “yarım hocalar” ortaya çıkarmışsa, aynı şekilde “yarım felsefe tarihçileri”nin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Yani düşüncenin derinliği, formüllere, isim listelerine ve kronolojilere indirgenmiştir.

Özellikle Türkiye ve genel olarak Batı dışındaki ülkelerde, felsefe eğitiminin yapısal bir sorunu daha vardır: Eğitim sistemleri, özgün düşünce geleneğini göz ardı ederek büyük oranda Fransız müfredatının doğrudan tercümesine ve taklidine dayanmaktadır. Bu yaklaşım, düşünceyi aktarmaktan ziyade yabancılaştırmakta; öğrenciyi felsefeyle tanıştırmak yerine, ondan uzaklaştırmaktadır.

Oysa felsefe eğitimi, her medeniyetin kendi hakikat arayışıyla buluşmalı; Müslüman dünyanın bilgi geleneği, kültürel kodları ve tarihsel düşünce derinliği göz önünde bulundurularak yeniden yapılandırılmalıdır. Çünkü hikmet, her medeniyetin kendi toprağında boy verir. Bir tohum, ancak kendi ikliminde kök salabilir.

Bu sebeple, felsefenin içini boşaltan pozitivist ve seküler anlatıya karşı, onu hakikatle, hikmetle, irfanla ve ruhla yeniden buluşturmak gerekir. Ancak o zaman, felsefe yeniden insanı inşa eden, sadece düşünmeyi değil, anlamayı da öğreten bir ilim haline gelir…

Turan Kışlakçı

https://www.tezkire.net/gundem/felsefe-okudum-ateist-oldum