Önce elinizdeki akıllı cihaza bir bakın. Sonra, ilk telefonunuza sahip olduğunuz günü hatırlayın. Neden almıştınız? Bu sorunun muhatabı 2000 yıl ve sonrası doğumlular değil. Eğer 40’lı yaşlardaysanız, her an ulaşılabilme arzusuyla kendinizi ikna da ederek ve imkanlarınızı zorlayarak telefon sahibi olmuştunuz muhtemelen. Durduk yere para harcamak ya da “herkeste var” duygusuyla yeni bir şey almak değildi. Telefon artık çıkmıştı ve çok değil bir ay önce olmayan ihtiyacınızı gidermek gerekiyordu. İşte, evde, yolda, arabada, toplu taşımada, “alo” demeniz yeterliydi. Bu kadar! Hem dünya hızla küreselleşirken, sizin her ne kadar evden işe işten eve rutininiz olsa da gelişen teknolojiye ayak uydurmak gerekiyordu.
Yine hatırlayalım, binlerce kişi ilk telefonunu, sabahları gazete bayii ve büfe önlerinde saatlerce sıra bekleyip biriktirdiği kuponlarla almıştı. Siz de onlardan biri olabilirsiniz. Çünkü 1997 yılında Türkiye’de tahmini 1,5 milyon olan cep telefonu abone sayısının, üç yıl içinde 15 milyona ulaşmasında; basılı gazetelerin o dönemin parasıyla günde 1.000.000 liraya telefon vermesinin payı çok büyüktü. Konvansiyonel medyanın sahipleri ve gazeteciler, sahip oldukları o büyük gücü kuponla dağıtıyorlardı oysa…
Size burada teknoloji geçmişimizden ortak anılar aktarmayacağım elbette. İlk telefonlarımızı bilerek hatırlattım. Kiloya yakın ağırlıkta, şeklen kaba, antenli ve küçücük ekranlı o cihazlardan sınırlı da olsa iletişim ihtiyacına dair beklentiler çok netti. Alo, alo! O zaman hızla şimdiki zamana geçelim. Sahip olduğumuz zarif tasarımlı, hafif, tamamen dokunmatik dev ekranlı akıllı cihazlara şöyle bir bakın. İçlerinde yüklü uygulamaları gözden geçirin. Sosyal medya hesaplarınızı inceleyin. Paylaştıklarınıza ve tükettiğiniz içeriklere göz atın. O cihazlardan tam olarak ne bekliyoruz?
Durun sizin adınıza, ben bana yanıt vereyim; “Neyi, neden gözden geçiriyoruz ki? Telefon işte! Kullanıyor, faydalanıyoruz. Uyumak, yemek ve tuvalete gitmek gibi fiziki ihtiyaçlarımız dışında her işimizi görüyor.”
Böyle ama değil. Aslında uzun zamandır değildi ve artık dönüşü olmayan bir yola girildi. Şu günlerde ise yapay zekâ teknolojilerinin geliştirilmesinin ve bizim adımıza düşünme, üretme gibi deneyimlemelerin şaşkınlığındayız. Görülüyor ki son sürat hızla girilen bu yeni çağın belirsizliğine peşinen teslim olduk.
Bir anda olmadı tabii. Birkaç yıl önce anlaşıldı ki; Amerika ve Çin menşeli sosyal medya platformları ile teknoloji şirketleri; diğer devlet ve milletlere nizam veren, adaleti tanzim etmek üzere kurulu BM gibi kurumları aşan, temel hak ve özgürlüklerin sınırlarını çizen hukuk metinlerini yok sayacak güce kavuşmuşlardı.
Peki bu nasıl oldu? Son 30 yılda ne oldu da dünyanın mevcut düzeni yerle bir oldu ve daha önemlisi milyarlarca insan bu ağır sosyal yıkıntının altında kaldığının farkında bile değil. Tuşlu telefonları hatırlatmış ve akıllı telefonlarına bakmanızı istemiştim. İşte o geçişle birlikte roller de değişti. Basit, kısıtlı özellikleri olan ve doğru komut vermeden asla bir işe yaramayan tuşlu telefonları yöneten insanlar, bugün akıllı telefonların sınırsızlığına teslim oldular. Yani bağımlılar ve sahip oldukları cihazlar aracılığı ile yönetiliyorlar. Hepimiz öyle değil miyiz?
Son yazımda “Ulus devletlerin sonu mu?” diye sormuştum. Bu teorinin artık ete kemiğe büründüğüne dair bir sürü örnek var artık. Denemeler, hatta şu anda bile çeşitli simülasyonların içindeyiz. Örneğin, Türkiye ile Rusya gibi millet olma bilinci yüksek, dinin ve geleneklerin güçlü olduğu ülkelerde bile devlet yönetimine karşı sosyal medya şirketlerinin sınırsızlığı destekleniyor. Halkları, sosyal medya merkezli yönlendirmelerle harekete geçen görünürde totaliter olan devletlerin yönetim biçimi nasıl olursa olsun birbiri ardına çöktüğünü ve sınırlarının değiştiğini; daha fazla özgürlük söylemleri ile başlayan karışıklıkların devrimlere, darbelere hatta iç savaşlara dönüştüğünü Arap Baharı sürecinde görmüştük. Twitter ve Google ülkelerin sokaklarını peşinden sürüklüyordu. Bugün 2,5 milyar aktif kullanıcı olan Instagram ise henüz açılmamıştı.
Şimdi ise yapay zeka çağındayız. Bunu söylemek için henüz erken ama kaostan beslenen ve kaosu besleyen sosyal medya şirketlerinin dönemi de bitiyor. Haliyle sosyal ayaklanmalara ve geniş çaplı protestolara gerek kalmayacak. Düşünmeyi, üretmeyi ve irade beyan etmeyi yapay zekaya devreden insanlar ve toplumlar “sosyal teslimiyet” bayrağını da çekmiş olacaklar. Günümüzden acı bir örnek vermek gerekirse; Gazze’deki soykırımı hem canlı yayınlayıp hem de İsrail’i açıkça destekleyen sosyal medya şirketlerinin elde ettiği verileri analiz edip işlemek yeterli olacak. Aslında bu simülasyonu da 11 aydır yaşıyoruz.
Diğer yandan devletler ile teknoloji şirketlerinin boy ölçüşmeleri de başladı. Telegram’ın kurucusunun Fransa’da tutuklanması ‘Dünya Veri Savaşları’nın en güçlü sinyali. Apple’ın tahtını sarsan Çinli telefon markası Huawei’nin veliahdının 2018’de Kanada’da tutuklanması, ardından Google’ın markaya ağır yaptırımlar getirmesini ve Amerika’nın, Çin’in dünyayı kasıp kavuran sosyal medya platformu TikTok’u tamamen yasaklama çalışmalarını hatırlayacak olursak, içinde bulunduğumuz yapay zeka çağında her ülkenin ve her şirketin elinde milyarlarca kullanıcının verisini tutması büyük sorunlar çıkartacak. Telegram’a yapılan uluslararası operasyonu, Rus girişimci sahibi Durov’a yöneltilen suçlamalardan bağımsız ele almak gerekiyor. Telegram, Rusya-Ukrayna Savaşı’nda filtresiz içeriklerle öne çıktı. Milyonlarca yeni kullanıcı kazandı. Platform, Gazze soykırımında ise İsrail karşıtı kamuoyunun merkezi ve savaş suçlarının kayıt altına alındığı depo vazifesi görüyor. Yani denklem dışı bir güce dönüştü. Bu baskı gösteriyor ki; dileyen her ülke nükleer silah geliştiremediği gibi dileyen her ülke ve her girişimci artık veri toplayamayacak.
Kurulan bu yeni dünya sahnesinde, kullanıcılar olarak bizlere biçilen görev belli. Bağımlı olmak. Data üretmek ve işlenen verilerimizle oluşturulan düzene teslim olmak. Nereden nereye… Sadece “alo” diyecektik değil mi?
Ersin Çelik - Yeni Şafak