Geçenlerde, “Telefon bağımlısı çocuklar niçin tehlikede” başlığıyla Endişeli nesil (The Anxious Generation) adlı kitabı yakında çıkacak olan New York Üniversitesi Stern İşletme Okulu sosyal psikologlarından Jonathan Haidt’in The Atlantic için yazdığı makalenin özeti yayınlandı. Günümüzde tüm ebeveynlerin büyük endişe kaynağı olan çocuklarda telefon bağımlılığının nedenleri, sonuçları ve çözüm yollarına ilişkin görüşlerini dile getiren yazar kısaca şunları söylüyordu:

“2010’ların başında ergenler için bir şeyler aniden ve korkunç bir şekilde ters gitti. Depresyon ve anksiyete oranları yüzde 50’den fazla arttı. 10-19 yaş arası ergenlerde intihar oranı yüzde 48 yükseldi. Z kuşağı üyeleri (1996 ve sonrasında doğanlar), kendine zarar verme ve ilgili bozukluklardan, elimizde veri bulunan diğer tüm kuşaklardan daha yüksek seviyelerde etkileniyor.

Akademik anlamda, sosyal alanda ve iş yaşamında yaşadıkları zorluklar da çetrefilleşiyor. Uluslararası eğitim eğilimlerini ölçen PISA, 2010’lu yılların başından itibaren matematik, okuma ve fen bilimlerinde de küresel çapta düşüşler yaşandığını gösteriyor. Gençler arasında yalnızlık ve arkadaşsızlık 2012 yılı civarında artmaya başladı. Genç yetişkinler önceki nesillere göre daha az flört ediyor, daha az cinsellik yaşıyor ve çocuk sahibi olmaya daha az ilgi gösteriyor. Ebeveynleriyle birlikte yaşama olasılıkları daha yüksek.

Gençken iş bulma olasılıkları daha düşük ve yöneticiler onlarla çalışmanın daha zor olduğunu söylüyor. Anketler, Z kuşağı üyelerinin önceki kuşaklara göre daha çekingen ve riskten kaçınan ve dolayısıyla daha az hırslı olduğunu gösteriyor. OpenAI kurucu ortağı Sam Altman ve Stripe kurucu ortağı Patrick Collison, geçen yıl, 1970’lerden bu yana ilk kez Silikon Vadisi’nin önde gelen girişimcilerinin hiçbirinin 30 yaşın altında olmadığını söylüyor. Altman, “Bir şeyler gerçekten yanlış gitti” diyor. Gençliğiyle ünlü bir sektörde, 20’li yaşlarında büyük kurucuların aniden yok olmasına şaşırıyorlar.

Z kuşağının ruh sağlığı kötü durumda ve birçok önemli ölçütte önceki kuşakların gerisinde kalıyor. Bir nesil kötü gidiyorsa, daha endişeli ve depresifse ve önceki nesillere göre önemli ölçüde daha düşük bir oranda aile kuruyor, kariyer planlaması yapıyor ve önemli şirketler kuruyorsa, o zaman sosyolojik ve ekonomik sonuçlar tüm toplum için derin olacaktır.”

Haidt’in yazdığı bu gerçekleri birçokları gibi ben de bir süredir günümüzün en önemli sorunlarından biri olarak değişik platformlarda dile getirmeye çalışıyorum; yazıyorum, konuşuyorum. Gençlerle ilgili alanlarda çalışanlara şu kitapları özellikle öneriyorum. Bendenizin İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan, Howard Gardner ve Katie Davis’in App Kuşağı: Dijital Dünyada Kimlik, Mahremiyet ve Hayal Gücü, Philip G. Zimbardo ve Nikita D. Coulombe’nin Bitik Erkekler: Teknoloji Erkekliği Nasıl Sabote Etti? ve Jean M. Twenge’nin İ-Nesli…

İzin verirseniz bu kitaplar eşliğinde, Haidth’in dile getirdiği gerçekleri ve görüşleri, bir kez daha ele almak istiyorum.

Öncelikle belirtmek isterim ki, bu devasa sorunu “telefon” ya da “internet bağımlılığı” gibi başlıklar altında düşünmek, konuya hayli indirgemeci yaklaşmak ve basitleştirmektir. Ortada henüz hiçbirimizin enine boyuna bilmediği yeni bir dünya ve bu yenidünyanın belirsizlikleri içine düşmüş olmanın getirdiği tüm insanlığı tehdit eden tehlikeler var.

Hunhar yenidünya ve app kuşağı

Sunilik ve sanallığın, haz ve hızın, mühendislerin araçsal aklının her şeyi belirlediği; gelenek ve felsefeden uzaklaşan; biyoteknoloji ile genetik müdahalelerin imkân dâhiline girdiği; mahremiyet ve ben hissinin büyük bir dönüşüm geçirdiği, benim “hunhar yenidünya” ya da “teknomedyatik dünya” adını verdiğim bir zaman diliminde yaşıyoruz. Artık yeni denizin balıklarıyız.

İnternette hayat klonlanıyor, sanal gerçeğin, sanal iletişim yüz yüze iletişimin yerini alıyor. İnsanlık-sonrası (post-human) zamana girildiği söyleniyor. Buradan çıkış yok! İnternet ve Psikolojimiz adlı çalışmamızda yaşadığımız teknomedyatik dünyanın ve dijital teknolojilerin gençlerimizin hayatlarını nasıl etkilediğini uzun uzun incelemeye, anlatmaya çalıştık. Gençlerimizi, artık yeni bir uzuvları haline gelen ellerindeki akıllı telefonların nasıl hazır lopçu hale getirdiğinin, empatiden yoksunlaştırıp fanatikleştirdiğinin, hayatın uzağına düşürdüğünün üzerinde durduk.

Her ne kadar akademideki gençlerle ilgili “kuşak (nesil)” tartışmalarında orada kuşak çatışmasından ziyade gençlik döneminin ve gençlerin doğru anlaşılamayışlarının getirdiği sorunların daha önemli olduğu tezine vurgu yapsam da bu kez ortada gerçekten “bambaşka bir kuşak” olduğu fikri bana daha doğru geliyordu. Gardner ve Davies’in tespit ettikleri gibi karşımızda her şeyi akıllı aygıtındaki uygulamadan (application) bekleyen bir “app kuşağı” vardı.

Üstelik bu kuşak sanıldığı gibi özgürlük peşinde değildi, “helikopter ebeveyn” onları bir an dahi yalnız bırakmıyordu. Akıllı cihazların eline düşmüş bu gençler, hayattan ve somut insan ilişkilerinden öğrenmekten uzaklaşıyorlardı. Anketlerde bencil ve mutlu görünmelerine rağmen ürkek, çekingendiler… CV’ini doldurma meraklısı ama gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyorlardı. Marka tutkunluğu bariz özellikleriydi. Başka kültürleri öğrenmek istemiyorlardı.

Bu kuşağın sorunları daha çok erkeklerde kendisini gösteriyor; erkekler adeta bitiyorlardı. O yüzden Zimbardo ve Coulombe onlara “bitik” diyordu. Daha çok ABD, Kanada ve İngiltere’de ortaya çıkan bir tablo giderek tüm dünyaya yayılıyordu: Teknolojinin özellikle genç erkekleri ne kadar olumsuz etkilediğini ve gelecekle ilgili kaygıların alarm düzeyine geldiği apaçık görülüyordu. Araştırmacılar, eğitimdeki büyük hayal kırıklığını ve iş dünyasında erkekler aleyhine ortaya çıkan gelişmeleri, artık erkeklerin çalışmak da istemediğini kanıt olarak gösteriyorlardı. Modern politik ve ekonomik yaşamın daha çok kadınların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurduğunu çok açık biçimde dile getiriyorlardı.

Bitik erkekler

Erkekler gerek okulda gerek hayatın diğer alanlarında başarılı olmak için eskiden daha çok rekabet ediyorlardı ve daha çok motivasyona sahiplerdi. Bir iş sahibi olmak, kendi ailesini kurmak, uzun vadeli hedefler belirlemek ve kariyere odaklanmak için çabalıyorlardı ancak artık bu hallerinden eser kalmamıştı.

ABD tarihinde ilk defa erkekler babalarından daha az eğitim alıyorlardı. Üstelik akademi artık daha çok kadınların uğraşı haline gelmişti. Kadınlar, erkekleri ilkokuldan üniversiteye kadar her düzeyde alt ediyorlardı. ABD’de okullardaki en başarısız öğrencilerin yüzde 70’ini erkekler teşkil ediyordu.

2000-2010 yılları arasında, Amerikan gençleri arasında işgücüne katılım oranı yüzde 42 oranında azaldı ve 20 ile 24 yaşları arası işçi sayısı yüzde 17 düştü. ABD’deki 25-34 yaş arası erkek işsizliği, 1970’tekinin iki katından daha fazla. İtalya, Fransa, İspanya, İsveç ve Japonya gibi diğer ülkeler, işsiz genç erkeklerde beş kattan daha fazla artış gördüler. OECD kayıtları, yirmilerinin sonları ve otuzlarının başlarındaki erkeklerde küresel işsizlik oranının 1970’de yüzde 2’yken 2012’de yüzde 9’a çıktığını gösteriyor. Bu çok yüksek artış ve milyonlarca genç erkeğin çalışmıyor olduğu anlamına geliyor!

Bu tespitleri yapan Zimbardo ve Coulombe’ye göre testosteronu düşüren, östrojeni arttıran çevresel fizyolojik değişimler ve medya etkileri söz konusu.

Okullarda erkeklerin ilgisini çekecek bir müfredat yok. Bunların yanı sıra toplumsal yaşamda belirgin bir babasızlık kendisini hissettiriyor. Bazı erkekler, salt erkek oldukları için kendilerine birçok şeyi hak olarak görüyorlar. Üstelik bu ayrıcalığı kazanmak için hiçbir şey yapmalarına gerek yok. Birçoğu artık anne ve babalarıyla, bir eş veya hayat arkadaşıyla olan ilişkisinde uzun vadeli sığınak arıyor. Şaşırtıcı derece yüksek sayıda erkek, para getirecek işlerde çalışmayı istemiyor gibi görünüyor, hatta yaşam alanlarını düzenli tutacak temel ev işlerine bile yardım etmiyorlar. Başkasına bağımlı olmayı bir toplumsal başarısızlık değil, bir başarı olarak” görenler bile var!

Artık daha utangaçlar

1970-1980’lerde ABD’de gençlerin yüzde 40’ı kendisini utangaç olarak nitelerken, büyük bir kesim de şöyle veya utangaçlık yaşadıklarını söyler, asla utangaçlık çekmediklerini belirtenler ise ancak yüzde 5’i oluştururdu. 2000’li yıllarda ise utangaçlık oranları giderek arttı, “hiç utangaçlık yaşamam” diyenler yüzde 1’e kadar indi.

Sosyal alanlarda etkileşim sırasında ne yapacağını bilmediğinden garip ve uygunsuz davranışlar sergileyen, adeta ilişkinin içinde cascavlak kalan gençler hepimizi güldürüyor. Allah vergisi iletişim yetenekleri sayesinde kızlar nispeten daha iyi ama genç erkekler, “sosyal ortamda yabancı bir ülkeye gelmiş, yer yön sormaktan aciz ve isteksiz turistler gibi geziniyorlar. Birçoğu yüz yüze iletişimin dilini, birinin başkalarıyla gerek konuşarak gerek konuşmadan diyalog kurmasını sağlayan dili bilmiyor.”

İnternet her şeyi bizim için daha hızlı, daha doğru ve sosyal bağlantılara ihtiyaç duymadan yapıyor. En utangaç olanın başkalarıyla iletişim kurmasını kolaylaştırıyor. Önceleri bir miktar utangaç olanlar, hayatın pratikleri içinde ustalaşarak giderek bu dertlerinden kurtulurlardı şimdi bu imkân yok. Eskisi gibi iletişime geçme isteğinden korkuya dayalı değil, zayıf bir izlenim bırakma kaygısıyla, toplumsal reddedilme korkusuyla kıpırdayamamaya bağlı yeni bir utangaçlık şekli ortaya çıkıyor. Toplumsal bağın nasıl kurulacağını bilmedikleri için, ilişkiden uzak duruyor gençler. Üstelik bu halleri bir işlevsel eksikliğe yol açmadığından fark bile edilmiyor, “normal” diye içselleştiriliyor.

Sosyal beceriksizlik korkusu

Ünlü psikolog Zimbardo ve genç arkadaşının araştırmasına göre, romantik ilişki hallerinde ise genç erkeklerin bu feci sosyal beceri(sizlik)leri, iyice afallamalarına, korkup kaçmalarına neden oluyor. Gerçek hayatın içinde sosyal becerilerini arttırmaktansa evlerindeki odalarına, bilgisayarlarındaki, akıllı telefonlarındaki fantezi dünyasına çekiliyorlar. Ya da onlardan hemen hiç beklentisi olmayan genç erkek topluluğunun, kankaların içine atıyorlar kendilerini.

Sadece erkeklerin gittiği mekânlara takılmalarına, aşırı erkeklik belirtileri göstermelerine rağmen genç erkeklerin, karşı cinsten uzaklaşmalarına “otobur” denmelerine yol açan “sosyal yoğunluk sendromu” ortaya çıkıyor. Ya evde bilgisayar başında ya da maço gruplar içinde sosyal bir yoğunluk halinde yaşamayı tercih ediyorlar. Bu alanları kendilerini gerçek hayata ve ilişkilere göre daha güvenli hissettikleri, sonuçları kontrol edebildikleri, reddedilme korkusunun olmadığı ve becerileri için övgü aldıkları yerler olarak görüyorlar.

Sadece kendileri ve şimdiki zaman var

Web üzerinden erişilen ve her an yanlarında olan sanal depolama alanları sayesinde geçmişe ya da geleceğe değil şimdiki zamana odaklanıyorlar. Acil ihtiyaçları dışında etraflarındaki dünya onları ilgilendirmiyor.

Son yıllarda genç erkeklerin başına musallat olan oyun, alkol ve madde bağımlılığının, pornografi belasının nedenleri de teknolojinin icbar ettiği bu yeni durumda yatıyor.

Pornonun ve video oyunlarının kolay erişilebilir olması, yük oluşturmaması, zevk vermesi ve eğlendirmesi nedeniyle birçok genç erkek gerçekte hayatı değil, onun dijital alternatifini tercih ediyor. Pornoya batmış, dijital oyunlardan başını kaldıramayan, “yatak odasından evrene hükmettiğini sanan” genç erkekler topluluğu ortaya çıkıyor. İnternet pornografisine ve video oyunlarına bağımlı gençlerde alkol ve uyuşturucuya bağımlılık da artıyor! Alkol ve uyuşturucudan farklı olarak porno ve video oyunlarına bağımlılık, sürekli yenilik ve uyarılma ihtiyacı bir tür uyarılma bağımlılığı ortaya çıkarıyor.

Artan dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu

Erkek çocuklarında artan dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve obezite sorununun bunlardan bağımsız olduğunu düşünmek tam bir safdillik olur.  Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı oranları, her yıl yüzde 5’lik artış kaydederek ilerliyor. Bu rahatsızlık, erkeklerde 2-3 misli daha fazla. Özel eğitim tedavi programlarına katılan öğrencilerin üçte ikisi erkek. Bu, zekâ probleminden ziyade, çaba göstermemeye ve heves duymamaya bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun…

Video oyunları bağımlılık düzeyi tam bir felaket, birçok genç erkeğin günleri bu uğurda heder olup gidiyor. Video oyunlarını tasarlayanlar, psikolojik bilgilerden de yararlanarak doğrudan doğruya oyun oynayanların bağımlı olmalarını sağlayacak bir kurgu yapıyorlar. Genç erkekler, saatlerce oyunların başından kalkmıyor. Uykuları bozuluyor. Uykusuz çocuklara ve gençlere, profesyoneller, çoğu zaman hatalı biçimde “dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu” tanısı koyarak, uyarıcı ilaçlarla tedavi etmeye kalkıyorlar! İşin kötüsü oyun bağımlılığı, yetişkinlikte de devam ediyor. Birçok evli çiftin, evlilikleri boyunca en iyi yaptıkları işin birlikte video oyunu oynamak olduğundan bahsediliyor.

Sonuç olarak, okumaktan, çalışmaktan vazgeçen, amaçsız ve sosyal becerileri düşük bir adamlar kitlesi ortaya çıkıyor. Yirmilerindeki ve hatta otuzlarındaki birçok genç erkek ailesiyle yaşıyor. Okul başarısı, kariyer yapmak ve evlenmek artık umurlarında olmuyor. Ergenlik uzadıkça uzuyor, genç adamlar belirsizliklerle dolu dünyaya girmektense, evde ailesinin güvenli sınırları içinde kalmayı yeğliyor.

Büyük şevk ve neş'e Büyük şevk ve neş'e

Genç erkekler artık erkek olmanın anahtarını sorumlulukta arayan, başkalarını, ailesini düşünen ve onlara zarar vermemek için çabalayan, sadakati önemseyen, oyuna değil işe öncelik veren kimseler olmaktan çıkıyorlar. Onların manzarasını anlatmaya çalıştığımız halleri, karşımıza tam bir “erkek sorunu” çıkarıyor. Bir de üstüne üstlük günümüzde kadın hareketine benzer, erkeklerin dertlerini dile getiren bir erkek çabası yok!

Ne oldu da gençler bu hale geldi?

Haidt, bu soruya, 2010’ların başındaki büyük değişimle cevap veriyor: “Zengin ülkelerdeki ergenlerin kapaklı telefonlarını akıllı telefonlarla değiştirdikleri ve sosyal yaşamlarının çok daha fazlasını internete, özellikle de viral ve bağımlılık için tasarlanmış sosyal medya platformlarına taşıdıkları yıllardı. Gençler tüm interneti ceplerinde, gece gündüz ulaşabilecekleri şekilde taşımaya başladıklarında, bu durum onların günlük deneyimlerini ve gelişim yollarını baştan aşağı değiştirdi. Arkadaşlık, flört, egzersiz, uyku, aile dinamikleri, kimlik… Hepsi etkilendi” diyor. “Çocukları ve ergenleri daha 1980’lerden itibaren sistematik olarak özgürlükten, denetimsiz oyundan, sorumluluktan ve risk alma fırsatlarından mahrum bırakmaya başladık. Bunların hepsi yetkinliği, olgunluğu ve zihinsel sağlığı teşvik ediyor” diye ekliyor.

Haklı.

Günümüz gençliği ile ilgili önemli bir araştırmacı olan Jean M. Twenge’nin son çalışmasında zaten bu hususlar apaçık biçimde gösterilmişti. Daha önce dikkatini narsisizm sorununa veren ve Asrın Vebası Narsisizm İlleti (2010) ve Ben Nesli (2018) kitaplarını yazan Twenge, son çalışması İ-Nesli’nde önceki görüşlerini büyük ölçüde değiştiriyor ve milyonlarca gençten gelen verileri değerlendirerek günümüz gençliğini “internet nesli” (i-nesli) diye adlandırıyor ve şu sonuçlara ulaşıyor:

“1995’ten sonra doğanlar “Ben Nesli” (1970-1990) özellikleri göstermiyor artık. 2011’den sonra gençlerde kaygı, depresyon ve intihar oranlarında büyük bir artış var. Kırılgan ve ürkekler. Geç olgunlaşıyorlar ve ebeveyne bağımlılar, daha az evden çıkıyor ve arkadaş ediniyorlar. Ekran başında geçirilen zaman arttıkça bu özellikler belirginleşiyor. 1 saatin altında %28 olan intihar düşüncesi 5 saatin üstünde %48’e varıyor. Ehliyet almıyorlar. Dinî inançları zayıf.  AVM’ye gitmiyorlar ama tüketmemek için değil güvenlik nedeniyle…”

Haidt de Twenge de tüm bu sorunları kaynağı olarak internetin ve akıllı aygıtların yaygınlaşmasını görüyorlar. 2010’dan sonra bir şeylerin köklü ve olumsuz bir biçimde değiştiği kesin. Ben her ne kadar sorunun çok daha derinlerde olduğunu düşünsem de onların tespitlerine katılıyorum. Ülkemizde henüz bu konularda büyük araştırmalar maalesef yok. Sanıyorum yapılsaydı hızla benzer durumların bizim gençliğimiz için de söz konusu olduğunu görür şaşırırdık.

Tüm dünyada gençlerin ekran başında geçirdikleri zaman artıyor. Neredeyse uyanık oldukları her saat, tamamen ya da kısmen cihazlarının başında geçiriyorlar. Daha az uyuyorlar, daha az spor yapıyorlar ve kitaba el sürmüyorlar ve ruh sağlıkları giderek daha çok bozuluyor. Konu üzerine kafa yoran aklı başındaki herkes, mutlaka acilen bir şeyler yapılması gerektiğine inanıyor ve telefonsuz okullar, liseden önce cep telefonu verilmemesi ve 16 yaşından önce sosyal medya kullanılmaması gibi önerilerde bulunuyorlar. Bunlar tamam ama daha önce titreyip kendimize gelmemiz, “Hey uçuruma doğru yuvarlanıyoruz!” diye haykırmamız ve uçuruma yuvarlanmak üzere olan insanlar ne yapıyorlarsa onu yapmamız gerekiyor.

Prof. Dr. Erol Göka