Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, son asırda yetişen, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve büyük bir velidir. 1865 senesinde Van'ın Başkale kazasının Arvas Köyü’nde doğdu. 1878 senesinde Seyyid Fehime bağlandı. 1882 senesinde zahirî ilimlerden icazet aldı. Gördüğü rüya ve babasının teşviki ile çocuk yaşta kendini zahir ve batın ilimlerine verdi ve 17 yaşında icazet aldı. 20 sene boyunca memleketi Başkale’de ders okuttu. 1907 senesinde beş tarikatın (Nakşî, Kadirî, Kübrevî, Sühreverdî, Çeştî) mürşitliğini yaptı. 1931 senesinde Menemen hadisesinden dolayı Divan-ı Harpte yargılandı ve daha sonra beraat etti. 83 yaşında iken İzmir’e sürgün gönderildi ve birkaç ay içinde oradan Ankara’ya geldi. Arvasî Hazretleri Ankara’da hastalandı ve 27 Kasım 1943 senesinde ebediyete irtihal etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.

Altun Silsilenin 33. halkası “Büyük İrşad Kutbu” Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin babası Seyyid Mustafa Efendidir. Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak'taki şer'i mahkeme defterlerinde yazılıdır.

En kritik dönemde yaşamış, Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyetin kuruluşunu idrak etmiş, ümmetin ızdırabını derinden duymuş, fizîki ve ruhî çileler çekmiş, küfür dönemini imân dönemine döndüren-döndürecek olan zat. Küfür ve dalaletin en alt noktada zirveleştiği 20. asırda, dairenin en üst noktası olarak iman ve irşad kutbudur.

Azgın küfür döneminde Necip Fazıl gibi bir silahı yetiştiren ve cepheye süren zattır Abdülhakîm Arvasî Hazretleri. İlahî memuriyet gereği mürid halkası dar çerçevede kalarak ve temkin makamında olarak, büyük silahı kuran ve ateşleyen ve Anadolu’daki Milli Mücadeleye her türlü desteği verenlerdendir.

Onun Ahbes hakkındaki sözleri ise günümüzdeki Müslümanlara adeta ilaç tesirinde olmuştur:

“Cenab-ı Hak, mahlukatı yaratınca bi ‘Mustafa’ yarattı ki, ‘Habib-i Ekremi’dir. Bir de buna mukâbil, "mustafen-minh yarattı ki, "tortu" demektir. Hiçbir ciyeti iyi değildir. Mahlükât, şâkûlî bir daire farz olunursa, "mustafâ" zirvede en yüksek noktadır. Mukabil olan en sefil, alçak nokta ise ‘mustafen-minh’dir ki ‘habis ruh’dur; ‘Kemal’ ismi ‘mustafen-minh’likde yanı redaette (kötülük, fenalık, bayağılık) ve habasette (murdarlık, pislik, kötülük) kemaele geldiği içindir. Bunu bilerekten “habis rûh”a muhabbet eden kâfirdir. Bilmeyenler, ma'zurdur. Bilmemek ise imkânsızdır; meğerki kör ola. Bunlara buğz ve düşmanlık büyük ibadettir."

"Hiçbir amelime güvenmiyorum. Lâkin Allahu Teala'nın düşmanlarına düşmanlığım var."

“Ahbes'e lânet olsun!”

42 yıl önce bugün: Hama katliamı 42 yıl önce bugün: Hama katliamı

Efendi Hazretleri’nin takip ve tarassutu ile Üstad Necip Fazıl’ın fikir çileleri yepyeni bir gençlik ve yepyeni bir ideolocya doğurmasına yol açmıştır.

Dolambaçlı laflara sapmamaları, doğrudan söylemeleri, dünyada âriyet olarak yaşıyor oluşları. Ne fazla sevinmeleri ne fazla üzülmeleri. Her şeyi temkin ve telaşsız karşılayışları. Muhteşem bir heybet ve vakar. Sorulara sorulduğu kadar mukabele… Her zaman “Büyük Huzur”da bulunuşu, bu edep içinde oluşu; öyle ki, herkeste tabiî olarak bulunan esnemek, kaşınmak gibi nebatî fiillerden uzak, daima ilahî huzura çıkacakmış gibi bir tabiî hâl…  Devrimizdeki şeyhliklerden uzak hâli… Zarafet ve nezaket halleri… Fakat bizim kullandığımız mânâların üstünde bir zarafet ve nezaket… Hikmetin tezahürü olarak bir nezaket… Hikmet derinliğine nisbetle… Taklidi gayri kabil olan…

“Ne ibadetimden ne amelimden rahmete güvenim var… Tek rahmet ümidim, mürtede buğzum, ondan nefretimdir” demişlerdir.

Onun sohbetinde-derslerinde oturanlar bir şey konuşulmasa bile sorusunun cevabını alır giderdi, sormaya lüzum kalmadan o bilgiyle dolup giderdi. Şimdi çok yabancısı olduğumuz bir hal. “Bir veli mevzuunu bulamasın ki ben desin” hikmetinin tecelli ettiği bir zat.

Necip Fazıl da zahir ve bâtın ilmini Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nden almıştır. İlmin tâbi olduğu marifet başta olmak üzere derin tefekkürün yanında şer’i incelikleri hakkında Efendi Hazretleri’nin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Fıkhın fehm-anlayış mânâsıyla birlikte, İslâma muhatap anlayışın biri “nasıl”, öbürü “niçin”ini örgüleştiren Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun “hakîm” ve “fakih” oluşuna dikkat etmeli. Büyük Doğu-İBDA külliyatının başta Mektubat-ı Rabbanî olmak üzere ehl-i sünnet büyüklerinden süzülme olduğunu hatırlatalım.

Arvasî Hazretleri, keramet gösterme çabasında olmamıştır. O bu hususta “Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.” demiştir.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi, şöyle der:

“Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, ‘Niçin ikiden çok bardak getirdin’, deyince, şu cevabı aldım: ‘Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış.’”

Bir hatırat da Üstad Necip Fazıl’dan aktaralım:

“Efendi Hazretleri'nin sohbetindeydik. Vakit gece yarısına gelmişti. İçimden, şimdi ben, bu gece yarısı, mezarların arasından nasıl inip de gideceğim diye geçiriyordum. Efendi Hazretleri derhal bakışlarını Abidin’e çevirip: ‘Necip Fazıl beyi sen götürürsün. Beraber gidersiniz,’ buyurdular. Abidin ile kol kola mezarlıktan iniyorduk. Abidin elini uzatmış bir noktayı gösteriyordu. Baktım, Efendi Hazretleri'nin bulundukları yerden göğe doğru bir nur çizgisi uzanıyor.”

Not: Yazı, Abdülhakîm Arvasi Hazretleri’nin hatıratlarından, Üstad Necip Fazıl’ın O ve Ben eserinden, Kâzım Albay’ın Baran Dergisi’nin 353. sayısında kaleme almış olduğu yazıdan ve çeşitli çalışmalardan derlenmiştir.