“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı

Ben beni terk eyledim

Gördüm ki ağyar kalmadı”

Niyâzî-i Mısrî

"İsrail'in Gazze saldırıları 'Batı'nın kötücül doğasını' insanlara gösterdi" "İsrail'in Gazze saldırıları 'Batı'nın kötücül doğasını' insanlara gösterdi"

Eski Yunanlılardan modern dünyâya intikal etmiş olan bir geleneği senelerdir idrâk ediyoruz. Eski Yunan medeniyeti esas olarak mini sistemlerden meydana geliyordu. Doğu Akdeniz’de biriken zenginliklerinden nemâlanan Yunan site devletleri, halkları aynı kavme mensup olsalar, aynı dili konuşsalar da, onu aralarında paylaşmaya rızâ göstermez; siyâsal bir birlik oluşturmaya asla yanaşmazlardı. Her biri farklı siyâsal geleneğe sâhip olan bu siteler arasında devamlı bir rekâbet, gerilim ve savaşlar hüküm sürerdi. Evvela Büyük İskender, daha sonra da Roma’nın müdahalesiyle Grek mini sistemleri târihe gömülmüşlerdir.

Grekler durumlarının aslında trajik, trajik olduğu kadar akıldışı; bir o kadar da ayıplı olduğunun farkındaydılar. Medenî durumlar hep böyledir. Medenîyet, bâzılarının yaptığı gibi güzellemeye, fetişleştirmeye gelmez. Târihsel olarak artık değerin eşitsiz birikim, dolaşım ve bölüşümüne dayandıkları için tekmili ayıplıdır. Burada bir parantez açmak lüzûmunu hissediyorum. Medeniyetleri küçümseyen, ilkelliklere övgüler düzen, hemen hepsi Rousseaucu olan, Homo Civicus karşısında Homo Culturalis’i yücelten kültüralistlerden değilim. Eleştirel hâneleri açık bırakarak medenî hâllerin kültürel hâllere göre târihsel bir zorunluluk olduğunu düşünürüm. Bu, bahs-i diğer... Bu notu düştükten sonra devâm edelim...

Onca ayıplarına rağmen medeniyetlerin, zamân içinde geliştirmiş oldukları incelmişlikler üzerinden ayıplarını örtme becerisini kazanmış olduklarını da kaydedelim... Bunun ilk örüntüsü de Greklere mahsustur. Grekler her dört senede bir baltalarını gömer, kılıçlarını kınlarına koyar olimpiyat şenliklerinde bir araya gelirlerdi. Bir türlü yanaşmadıkları birliğin hasreti üzerinden sağlanan geçici bir barış devriydi bu. Doğulu “barbar” Perslere karşı mecbûriyet tahtında ve muvakkaten kurdukları birliğin ruhûyla yapılırdı olimpiyatlar. Sonra? Sonra birbirlerini yemeye devâm ederlerdi.

Eşitsiz kapitalist birikim, dolaşım ve bölüşüm üzerine kurulan modern dünyâ, medeniyet iddiası kazanmak adına bu mirâsı devraldı ve canlandırdı. Evet, ulusal, sınıfsal savaşlar mukadderdiama evrensel ve ebedî barış umuduna da yer verilmeliydi. Lâtin şâir Vergilius, “Savaşa hazırlanıyor bu sürüler ve atlar; ama biz bunların sabana koşulduklarını da gördük, aynı boyundurukta yürüdüklerini de” diye yazıyordu. Kapitalist-emperyalist savaşların yükseldiği bir dünyâda barış umuduna da yer açılmalıydı. Ben bunu bir ideal olmaktan çok savaşı pekiştirmenin bir temellendirmesi olarak görenlerdenim. Modern dünyâda barış söylemi, savaşkanlığın nesnesidir. Yapılan, diyalektik olarak savaşabilmek için barış söylemini diri tutmaktır. Soralım; 1936 Berlin Olimpiyatlarının meş’alesi acaba neyi tutuşturdu? Barışı mı, değilse hemen üç sene sonra başlayacak olan II. Umûmî Harb’in fitilini mi?

Zaman içinde, sözüm ona felsefesi barış olan olimpiyatlar da kültürel bir dönüşüm geçirdi. Olimpizm her marjinal organizasyonda biraz daha çöktü; geriye sâdece endüstrisi kaldı. İlk olarak olimpiyatlar, Soğuk Savaş devrinde rekâbet eden devletlerin güç gösterisine imkân tanıyan ideolojik bir zemine evrildi. SSCB-ABD, Doğu Almanya-Batı Almanya sporcuları arasındaki madalya rekâbeti tam da buna işâret eder. İkinci olarak, yarı merkez ve kenar dünyâlara, eşitsiz dünyâ ligindeki yerlerini hatırlatmaya yarardı. Çünkü madalyaların külliyetli kısmını gelişmişlerin sporcularının silip süpürmesi değişmeyen bir gerçekti. Kaybeden orta ve geri dünyâlara ise başarısızlıklarına kahretmekten, komplekslerine gömülüp kös kös memleketlerine dönmekten başka bir şey kalmazdı. Pekiyi, geri kalmışlık içinde debelenen bir toplumdan gelen herhangi bir sporcunun, bilhassa Afrikalıların altın madalya kazanıp kürsüye çıkması ve kalabalıklara ulusal marşını dinletip, bayrağını göndere çektirerek alkışlatması neydi? Buna âmiyâne olarak, züğürt tesellisi demek doğru olur. O sporcularla özdeşleşen kompleksli uluslara geçici bir başarı hezeyânı yaşatıp onları uyuşturmaktan başka nedir ki bu?

Soğuk Savaş’ta ideolojikleşen olimpiyatlar, Soğuk Savaş sonrasında boşluğa düşüp geçici bir alâka kaybına uğradı. Endüstrileşmiş, şenlik ve turizm tarafı baskınlaşmış olimpiyatlardan ulusal ve sınıfsal olmanın çok uzağında kalan; daha çok rekâbete dayalı bireysel değerler ve başarı hikâyeleri çıkıyordu. Şaşırmayalım; mutlak bireysel rekâbet fikri, zamânın rûhuydu ve küresel kapitalizmin de şiârıydı. Herkes Darwin’in biyolojik tezlerini tartışmaya bayılır. Ama bu tartışmaların da perdelediği daha derin bir Darwinizm, sosyal Darwinizmden o kadar da rahatsız olmaz. Rekâbeti yüceltmek çok mâsum görünür. Küreselleşme ideolojisinin belkemiğini oluşturan rekâbet fikri üniversite müfredatlarına kadar girmiştir. Bireyler, kurum ve kuruluşlar arası rekâbetin güzellemelerinden geçilmez. “Rekâbet diri tutar” düsturu hayâtın her sâhasında olağanlaşmıştır. Bunun sosyal Darwinizm ile bağı çok defâ hissedilmez bile. Hâlbuki bu bağ çok derindir. Bugün cârî olan başarı kıstasları külliyen, narsisizm ile eşleşmiş; hiçbir ahlâkî kaygısı olmayan sosyal Darwinist kıstaslardır. Neoliberalizm esâsen sosyal Darwinizmin ekonomipolitiğini anlatır. Soğuk Savaş devrinde şekillenen sosyal devlete, hâmî bürokrasilere, çeşitli savunmacı toplumsal örgütlere savaş açması bu sebeptendir. Aynı ekonomipolitikaların dünyâyı sürüklediği akıl almaz eşitsizliklerin ve krizlerin sonunda savaşlara sürükleniyoruz. Narsisist kültürel meydan okumaların ışıklı, dumanlı gösterilerine sahne olan Paris Olimpiyatı silâhların gölgesinde yapılıyor. Paris 2024 sanki 1936 Berlin’in bir déja vu’su. Dedikodularını, her meselede ahkâm kesen, aşk şehri Paris’e düşkün pürolu, fularlı élégant gazetecilerden dinleyeceğiz. Tuhaf olan, Ukrayna’da, Gazze’de binlerce insan ölürken kimsenin barıştan bahsetmemesi. Rekâbeti kutsallaştıran ve oyunlaştıran hegemon dünyâ zihniyeti savaşa da onun tabiî uzantısı olarak bakıyor. Hâsılı kadim Greklerin bile gerisine düştük.

Bir 100 metre yarışına dikkat ediniz. Başlangıçta hepsi, yegan yegan kameralar tarafından uzun uzun gösterilir. Yarışın sonunda ise sâdece kazanana odaklanılır. Dünyâ için umut ne zaman doğar bilir misiniz? Kameralar birinciyi bırakıp, kaybedenlere, bilhassa sonuncuya döndüğü, muhâbirin onunla hasbihâl ettiği zaman…

Kaynak: Süleyman Seyfi Öğün, Yeni Şafak