Edebiyatımızda at önemli bir yer tutuyor. Özellikle şiirimizde. Kasidelerin teşbib veya nesib adı verilen bölümlerinde at tasviri yapılırsa bunlara rahşiyye deniyor. Nef’î’nin IV. Murad’ın atlarıyla ilgili tasvirleri meşhur. Halk şiirine gelince, orada da Köroğlu ve Dadaloğlu’nun at güzellemeleri hemen hatırlanıyor. Yozgatlı şair ve yazar Abbas Sayar’ın Yılkı Atı da kahramanı at olan nefis bir roman. Bu arada Dede Korkut’taki at tasvirlerini de hatırlamadan edemiyoruz.
Yeni Türk şiirine gelince, Yahya Kemâl’in Akıncı ve Mohaç Türküsü şiirlerini anmadan geçemezsiniz: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik // Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle! / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle // Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan / Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan”, “Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden / Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden”
Faruk Nafiz’in ünlü Han Duvarları at tasviriyle başlar: “Arap atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı / Bir dakika araba yerinde durakladı” Onun Yolcu ile Arabacı adlı bir şiiri de vardır. Ancak bu konuda en güzel şiiri At adını taşır. Millî Mücadele’de şahlanan milletimizi ata benzetir: “Bin gemle bağlanan yağız at şâha kalkıyor / Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor” “Asrın baş eğdi sandığı at şâha kalkıyor”…
Köroğlu, “Severim kır atı, bir de güzeli” der. Dadaloğlu, bir koçaklamasında: “Arap atlar yakın eyler ırağı / Yüce dağdan aşan yollar bizimdir” diye seslenir.
Atasözleri ve deyimlerimizde de at geniş bir şekilde yer alır. “At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır”, bunlardan biridir, ilk ansiklopedik kaynaklarımızdan Dîvan-ü Lugati’t Türk’te de atla ilgili birçok unsur bulunur. Biz millet olarak kahramanları hep at üstünde hayal ederiz. Alp Er Tunga’dan, Oğuz Kağan’dan bugüne bu hep böyle olmuştur. Battal Gazi’yi, Osman Gazi’yi, Balak (Belek) Gazi’yi, Fâtih’i, Yavuz’u, Kânunî’yi ve daha nicesini hatırlamak kâfidir. Ve daha yüzlercesini, binlercesini...
Necip Fazıl, atı çok seven bir şairimiz. Ata biner, bakımını yapar, kültürünü edinir, araştırır, bilir, hatta at hakkında edebiyatımızın bu konudaki nâdir kitaplarından birini yazar: At’a Senfoni. Bu kitap at bahsinde yazılmış orijinal bir eserdir. Tabiatlyle bir veteriner kitabı değildir. Deyim yerindeyse bir hobi kitabı, ilk baskısı 1958’de yapılan eserin dokuzuncu basımı Ocak 2012’de yapılmıştır. Büyük Doğu Yayınları: 50, Bütün Eserleri: 8 numarasıyla yayımlanan bu incelemenin ilk basımı Türkiye Jokey Kulübü tarafından büyük boy olarak yapılmıştır. Eski bir tanıtma yazısında bu eserden Türk ve dünya edebiyatında bu alanda bir eşi daha bulunmadığından söz edilmektedir. Kitabın Takdim yazısının sonunda 8 Nisan 1957 tarihi bulunmaktadır. Aynı Takdim’in ilk cümlesi şudur: “At’a Senfoni” yahut Atın Romanı… Tarihi, felsefesi, her şey içinde…” Ben şahsen kitabın ismini At’a Kasîde, At’a Destan (At Destanı) biçiminde algılıyorum. Bu kısa Takdim’de Necip Fazıl, “Dokuz yaşında ata bindim; ve yalan olmasın bir daha inmedim” demektedir. “Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm. At benim gözümde, eserimde buram buram tüttüğü gibi, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: Zafer, fetih ve asâlet müjdecisi…” (…) “Ata binilmez, ata yükselinir” gibi sanatkârâne ifadelerle devam eder. Kitap son derece metodik bir tarzda kaleme alınmıştır. Türkçe ve Fransızca birçok kaynaktan yararlanılmıştır. Eser, yedi ana bölümden oluşmaktadır: At’ın Mânası, At, Kelâm ve Sanat, Tarih Boyunca At, Safkan, Onlarda Yarış, Bizde Yarış, İstikbâl’de At. Bu ana başlıkların birçok alt başlığı vardır. Bu plân eserin zevkle okunmasını da sağlayan unsurlardan biri olmuştur.
Büyük sanatkârın at ilgisi ve sevgisi ile ilgili Bâbıâli adlı hâtıra kitabında da anekdotlar bulunmaktadır.
Necip Fazıl’ın at merakı, ilgisi, bilgisi, muhabbeti, aşkı yer yer Çile’deki şiirlerine de yansımıştır. Çile’yi bu açıdan yeniden tarayıp bulduğum mısraları tarih sırasına koyduğumda ortaya şöyle bir manzara çıkmıştır.
Bilindiği gibi 1904 doğumlu olduğunu kendi ifadelerinde gördüğümüz şairin içinde at bulunan ilk şiiri 1923’te, henüz 19 yaşındayken yazdığı Köroğlu şiiridir. Anadoluculuk hareketi içinde yer aldığı, ilk gençlik dönemine ait bu ürünü sanırım ilk kez folklorcu Mehmet Halit Bayrı’nın yayınladığı Anadolu Mecmuası’nda çıkmıştır: “Sırmalı cepkeni attı koluna / Tek elle dizgini gerdi Köroğlu. / Tozlarla atılıp dağın yoluna, / Yeşil muradına erdi Köroğlu.” (Çile, Kahramanlar, s. 387)
Yine bilindiği gibi, Çile’deki şiirler şairi tarafından konu ve temalarına göre tasnif edilmiş ve ona göre yayınlanmıştır. Yapılan bu özgün tasnife göre Çile’de on dört bölüm bulunmaktadır: Allah, İnsan, Ölüm, Şehir, Tabiat, Kadın, Korku, Dâüssıla, Ukde, Hafakan, Dekor, Tecrit, Kahramanlar, Dâva ve Cemiyet.
Çile’deki ikinci şiir, müstakilen at konusuna hasredilmiş bir şiirdir: Üç Atlı. 19401ı yıllarda Türkçe Okuma Kitapları’na da alınan bu şiir de bir ilk gençlik şiiridir ve 1926’da kaleme alınmıştır.
“Karşı yoldan üç atlı,
Bir kuş gibi kanatlı,
Geliyor köye doğru.
Cepkeni kola atmış,
Sağ elini uzatmış,
Üçü de göğe doğru.
Bir bulut olmuş rüzgâr,
Heyecandan başaklar,
Tutmuş nefeslerini.
Sıra dağlar inliyor,
Kalbi diye dinliyor,
Çelik nal seslerini.
Sürün atlılar, sürün!
Beni alıp götürün,
Bu yerde pek yalnızım.
Demeyiniz, bu da kim?
Öyle diyor ki, içim.
Candan aşinanızım...” (Çile, Dekor, s. 328)
At, atlı, süvari gibi kelime ve kavramlar, şiirlerde kimi zaman gerçek anlamda, kimi zamansa mecaz anlamında, sembol, benzetme unsuru, istiâre, metafor olarak kullanılmaktadır.
1927’de yazılan, şairin şaheserlerinden biri sayılan ve birinci bölümünü Mehmet Kaplan’ın tahlil ettiği üç bölümlük Kaldırımlar şiirinin 2. bölümünde şair şöyle demektedir: “Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur! / Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.” (Çile, Şehir s. 158) Yanlış anlamadıysam burada süvari insan, at zaman, yol hayat olarak şiirleştirmiştir.
1939 tarihli Kervan adlı beyitinde ise şöyle söylemektedir: “Yedi renkli Peygamber kuşağının altında, / Kervanım yola çıktı, öncüsü kır atında…” (Çile, Dâva ve Cemiyet, s. 435) Necip Fazıl Çile’nin çeşitli bölümlerine serpiştirdiği beyitlerine Noktalama adını vermektedir. Birbiriyle kafiyeli iki dizeden meydana gelen bu beyitler esas itibariyle birer müfred ya dâ musarrâdır. Bunları Orhan Okay hocamız müstakil birer şiir kabul etmese de biz Dîvanların sonlarındaki Müfredat bölümlerinde yer alan beyitler gibi müstakil birer şiir kabul etmek yanlısıyız. Nihat Sami Banarlı, Edebî Bilgiler adlı eserinde tek mısradan oluşan şiirlere “Mısrâ-ı Âzâde: Âzâde Mısrâ”, iki mısradan oluşan müstakil şiirlere de Müfred, bu mısralar birbiriyle kafiyeli olursa Musarrâ adı verildiğini belirtmektedir. Nitekim Necip Fazıl’dan sonra gelen nice şair buna benzer beyitler kaleme almışlardır. Aklıma ilk gelenler; Mehmet Halistin Kukul, Ahmet Mahir Pekşen ve bendeniz bunlar arasındadır. Eski Kültür Bakanlarından Talat Sait Halman’ın da Birler ve ikiler adlı şiir kitapları bu meyanda hatırlanmalıdır.
Yukarıdaki beyitte geçen Kervan, daha sonra Sonsuzluk Kervanı olarak karşımıza çıkacaktır.
1940 tarihli Nakarat şiirinde şu mısralar da vardır: “Vur kazmayı dağa Ferhat! / Çoğu gitti, azı kaldı. / Kişne kır at, kişne kır at! / Çoğu gitti, azı kaldı.” (Çile, Ukde, s. 268)
1941’te üç heceli mısralarla kurduğu Kafiyeler şiirinde şair şunları demekte: “Sanatsız / Papağan, / Neden çok; / Ve atsız / Kahraman / Niçin yok? / (Çile, Ukde, s. 261) (Atsız’ı aynı zamanda adsız olarak da düşünebiliriz.)
1944’te yazdığı Cansız At’tan: “Altımda gacur gucur / Kişner durur cansız at… / işte servili çukur; / Ve ölümsüz hakikat!” (Çile, Ölüm, s. 125) s
Necip Fazıl’daki cansız at imgesi, Cahit Sıtkı’da tahta at olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, Necip Fazıl’ın Tabut adlı bir şiiri de bulunmaktadır.
Sakarya Türküsü’nde (1949) şair sorar: “Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; / Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?” (Çile, Dâva ve Cemiyet, s. 400)
1952’de Sonsuzluk Kervanı’nı yazar ve bu şiirin adı, Serdengeçti Neşriyat’tan çıkan şiir kitabına da ad olur: “Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben, / Üç ayakla seken topal köpeğim; / Bastığınız yeri taş taş öpeyim, / Bir kırıntı yeter kereminizden, / Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…” (Çile, İnsan, s. 64)
Canım İstanbul’da (1963) şu cinaslı mısralar karşımıza çıkar: “Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at; / Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat…” (Çile, Şehir, s. 166)
Burada At’a Senfoni’den bir alıntı yapmak ihtiyacındayım: “Osmanlı padişahlarından hemen hepsi atlıdır. Yıldırım Bayezid’in yıldırımlığı herhalde attan geliyor. Kaptan Paşasına işaret vermek için atını denize süren Fatih Sultan Mehmet tasviri, atın renginden başka bir hata ifade etmez. Zira Osmanlı padişahlarında harb atı daima yağız, merasim atı da kırdır. Aynı hataya Yavuz Sultan Selim hakkında da düşerler ve onu Çaldıran’da, Mısır’da beyaz bir at üzerinde hayal ederler. Hâlbuki Yavuz’un “Karaduman” adını verdiği harb atı, siyah ipek renkli yağız bir Arap atıydı.” (s.54) -Zaten Karaduman adından da rengi belli olmuyor mu?
Yukarıda Fâtih’in atından kır at diye bahsedilmesi umûmî inanışı yansıtmaktadır. Yahya Kemâl’in Kocamustafapaşa semtinin adını şiirinde halk ağzındaki şekliyle Kocamustâpaşa biçiminde kullanması gibi…
Şairin Benim Gözümde Menderes kitabında anlattığı, demokrasi şehidi, Türk halkının sevgilisi, Başvekil (Başbakan) Adnan Menderes’in 1960 Askerî Cunta’sı tarafından asılması üzerine kaleme aldığı (1964 tarihli) ve ilk adı Zeybeğin Ölümü olan O Zeybek (Çile’nin yeni baskılarında ilk adına yeniden dönülmüştür.) şiirindeki şu mısralar sagu, mersiye, ağıt geleneğinin son dokunaklı örneklerinden biri sayılsa yeridir: “Kır at zincirlenmiş, ufuk sahipsiz… / Han kayıp, hancı yok, konuk sahipsiz… / Baş köşede sırma koltuk sahipsiz…” (Çile, Kahramanlar, s. 386) Buradaki “Kır at” ifadesi, halkımızın 1950-1960 arasında on yıl ülkeyi idare eden Demokrat Parti’nin adını “Demir Kır/at” olarak söylemesini de hatırlatmaktadır. Nitekim Demokrat Parti’nin kapatılmasından yıllar sonra onun yerine kurulduğunu söyleyen Adalet Partisi kendisine Kır At’ı parti amblemi olarak seçmişti. Hürriyet ve demokrasi adına en başta bunları katleden 60 ihtilâli sonrası bu şiirinden dolayı Üstad hakkında mahkemeler dava bile açmıştı. Necip Fazıl, Ozan takma adıyla yazdığı bir şiirinde şöyle demişti: “Bu yurda her belâ içinden gelir I … I Dile vurdukları perçinden gelir”...
Çile’deki atla ilgili beyitleri peş peşe sıralamak istiyorum:
Utansın (1964) şiirinden: “Hey gidi küheylân, koşmana bak sen! / Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” (Çile, Dâva ve Cemiyet, s. 414)
Müjde (1969) den: “O gün bir kanlı şafak, gökten üflenen ateş; / Birden, dağın sırtında atlılar belirecek./ Atlılar put şehrine gediklerden girecek; / Bir şehir ki, orada insan ayak üstü leş.” (Çile, Dâva ve Cemiyet, s. 402)
Oyuncak (1976): “Ben bir atım, iradem, elinde binicimin; / Bir çocuk oyuncağı, ucunda bir sicimin…” (Çile, İnsan, s. 97)
Boş Ufuklar (1978): “Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti. / “İyi insanlar iyi atlara binip gitti”.” (Çile, Daüssıla, s. 238) Bu beyitte iktibas edildiği, alıntılandığı, tırnak içinde yazılmasından da belli olan (İyi insanlar iyi atlara binip gitti.) sözü, bazılarınca Yaşar Kemâl’e mal edilmeye çalışılsa da bu doğru değildir. Çünkü Necip Fazıl, bu sözü bir Anadolu bilgesinden, bir çarıklı erkânıharpten işittiğini ve çok beğendiğini birçok yazısında belirtmiştir. Bu sözü Yaşar Kemâl de eserlerinde kullanmış olabilir, ancak kaynağının Necip Fazıl olduğunu kesinlikle ifade edebilirim. Çünkü o, Necip Fazıl’ı sürekli izleyen, ona hayran bir yazardı. Ayrıca o ve Orhan Kemâl, gençlik yıllarında Necip Fazıl etkisinde şiirler yazmışlardır. Ancak her ikisi de Nazım Hikmet’in çekim alanına girdikten sonra, onun tavsiye ve telkinleriyle şiiri bırakmış, hikâye ve romana yönelmiş, sol dünya görüşüne uygun eserler vermişlerdir. Orhan Kemâl’in, Nazım Hikmetle Üç Buçuk Yıl adlı bir hapishane hâtıraları kitabı olduğunu da unutmayalım. Yaşar Kemâl’e gelince, onun sâdık bir Necip Fazıl okuyucusu olduğunu Toker Yayınevi sahibi Yalçın Toker’den öğrenmiştim. Necip Fazıl’ın çıkan her yeni eserinin ilk alıcısının Yaşar Kemâl olduğunu bana o anlatmıştı. Cağaloğlu’nda Toker Yayınevi Yeşilay’ın alt katındaydı ve Yaşar Kemâl’in kitaplarını yayınlayan Ararat Yayınevi ile karşı karşıya idi… Hatta Kemâl Tahir’in de gençlik döneminde yazdığı şiirlerde Necip Fazıl etkisi açıkça görülmektedir. Orhan Kemâl ve Yaşar Kemâl’in şiirleri kitap olarak da basıldı, iddialarımı test etmek isteyenler o kitaplara bakabilir…
Yağız At (1980): “İşaret bekliyorum, yağız atım eyerli; / Yanarım sorarlarsa ne getirdin değerli?” (Çile, İnsan, s. 108)
Bayram (1982): “Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var; / Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var!…” (Çile, Ölüm, s. 147)
At’a Senfoni’den bir küçük alıntı daha: “Kahramanlarda at, büyüklüğün tuğrası gibi bir şeydir. O olmasaydı, devlet sembolü tuğ, at kuyruğundan olur muydu? İngiltere devlet armasındaki at da bu millet aristokrasisinin ata verdiği değerden nişane… Kahramanın yüreğini kurşun gibi eritip suya dökecek olursanız meydana çıkacak şekil attır.”
Tarihte ünlü şahsiyetlerin atlarının hemen hepsinin özel adları bulunmaktadır. Karacaahmet’te bir at mezarı ve kitâbesi bile varmış… Safkan Arap atları, İngiliz atları, Türkmen atları, Kırgız atları, Kazak atları, Kırım atları, Macar atları… Peygamber Efendimizin bir atının adı asîl, soylu anlamında Necip’miş. Allah ve Peygamber bağlısı Necip Fazıl, bundan bile kendisine iftihar payı çıkarır. İnsan okuyunca At’a Senfoni’den atla ilgili ne çok şey öğreniyor. Üstad’ın edebî eserleri gibi incelemeleri dahi hiç de yabana atılır cinsten değil… Onun incelemelerinde bile edebî bir tad vardır.
Görüldüğü üzere, Necip Fazıl 1923- 1982 yılları arasında yazdığı şiirlerde attan şu veya bu biçimde bahsetmiştir. Bu da yaklaşık 60 yıllık sanat, edebiyat hayatının, şiir biyografisinin tamamını kapsamaktadır. Ona gençliğinde arkadaşlarınca “Prens” denildiğini hatırlayalım. Şairin at üstünde çekilmiş fotoğrafları da vardır. Kahramanları atsız düşünmek mümkün değildir. Bazı yazı ve şiirlerimde (rubâîlerimde) belirttiğim gibi, Necip Fazıl benim gözümde bir “Kahraman Şair” dir. O, “yağız atlı süvari” dir. Özellikle ve öncelikle şiirleriyle gönülleri fethetmiş ve 25 Mayıs 1983’te cansız ata, tahta ata binmiş, binlerce bağlısının, hayrânının omuzlarında, mürşidinin tekkesinin yakınlarında, mübarek ölüm şehri Eyüp’te ebedî istirahatgâhında toprak ananın kollarına verilmiştir. Böylece 26 Mayıs 1904’te başlayan hayatı, -bir çeşit hipodrom yarışı- 79 defa koşulduktan sonra bitiş noktasına varılmıştır. O, birçok konuda olduğu gibi; ilericilik, gericilik konusundaki örneğini bile at yarışından verirdi. Bu örneklendirme bir şiirinde de (Muhasebe) vardır.
Zafer Arabası (1972): “Sultan olmak dilersen, tacı, sorgucu unut! / Zafer araban senin, gıcırtılı bir tabut!” (Çile, Ölüm, s. 144)
Büyük şair, yazar, düşünür ve dâva adamına Mevlâ rahmet eyleye…
Bekir Oğuzbaşaran, Ay Vakti Dergisi, 165. Sayı / Kasım - Aralık 2016