Kâzım Albayrak'ın kaleminden...

Salih Mirzabeyoğlu’nun Zihin Dünyası, Düşünce Sistematiğinin İlk Nüveleri Nasıldı?

Mirzabeyoğlu, insana dair olan her şeyle ilgiliydi. En basit görülen şeyde bile künhüne gider, sebep ve ihtiyaç noktasını tesbit ederdi. Buluşmalarımızda sadece siyasî mevzuları değil, sanat-kültür-psikoloji gibi insanın derinliğine dair bütün konuları konuşurdu. O anlatır, biz ise genelde dinler ve eğer güzel katılımımız olursa bundan memnun olurdu. Anlaşılmaktan çok haz alırdı. Ruhuna tutulan aynaya şiddetle özlem duyan biriydi. Onun yalnızlığı destansıydı. Sigara ve çay tiryakiliğini de bu açıdan görmek lazım. Basit bir tiryakilik değil. Sohbetlerde Kuzey Amerika yerlilerinden, Güney Amerika’nın melez ırkından, Japonlardan vs. misaller verirdi. Her kültürü köklerine kadar gidip keşfederdi. Öyle ki Amerika yerlisinin veya Çin çiftçisinin davranışının sebebini izah ederdi. “Yapanı yaptırandan gelici bir tecrit bünyesi”ne sahip olmasından olsa gerek. Bu yüzden tüm insanlara hitap edecek bir dil ve diyalektik geliştirmişti. Yine bu yüzden her çeşit insanın İbda fikriyatında kendinden bir parça bulması mümkündür. Ona göre insanın her derdinin ideolojik bir yönü var demektir. Onunla ilgilenmek ve çözmek gerekir. Adalet Mutlak’a Konferansı’nda, 1968 kuşağının ayaklanmalarında Fransız Talebe Birliği Başkanı’nın, “Ne olduğunu bilmiyorum; ama onu bulmak da senin görevin!” diye yöneticilere seslenmesinin psikolojik tahlilini yapan Salih Mirzabeyoğlu şöyle der: “İnsan meselesi diyorum, yani psikolojik bir hâl de insan meselesi değil mi, benim anlatamadığım sıkıntım da insan meselesi değil mi?” Bu sorunun evvelinde de “İnsan ve toplum meselelerinin halli bâbında ortaya tezatsız ve bütün bir fikir koyma…” diyerek de yapılması gerekeni işaret etmişti.

Salih Mirzabeyoğlu’nun Fransız Talebe Birliği Başkanı’nın sözünü misal vermesinin sebeplerini izlenimlerimden işaretlemeye devam edeceğim. Onun her mevzudan sohbet ettiği ve künhüne (tecrit) inmeye çalıştığını söylemiştim. Bir gün, “Kara gözlüm efkârlanma gül gayri” şarkısından bahsederek, “Halkın jenisini yakalamış” der. Burada onun halkın jeni-özünü yakalamak ve ona zerk etmesini bilmek davası üzerinde olduğunu anladım. Güney Amerika ülkelerinin futbolda ne aradığından ve meşhur futbolcu Maradona’dan da bahsederdi. İnsana dair her şey ile ilgiliydi ve her şeyin künhüne inip onun hakikatini İslâm’dan göstermek istiyordu. Allah’ın insana verdiği her duygunun bir hakikati vardı ve bunun yerini, aslını, hakikatini ve meşruluğunu bilmek gerekmekteydi.

Tek kelimeyle Salih Mirzabeyoğlu “derinliğine insan”dı. Her insanî olayın kaynağına gitmekte mâhirdi. Her şeyin künhüne varma arzusu onda yaratılıştan gelmeydi. İmam Gazâlî’nin, “Küçük yaştan beri hakikatlerin derinlerine vâkıf olmaya uğraşmış olmam, Allah’ın bana bahşettiği lütuftur. Bunda benim arzu ve ihtiyârımın hiçbir rolü yoktur.” sözünü hatırlayalım. Üstad Necip Fazıl’ın da çocukluğundan itibaren böyle bir özelliği vardır. Demek ki dehalara özgü bir hâl…

Bir gün galiba Jack London’un romanında geçen bir hikâyeyi anlattığını hatırlıyorum. Karda kalan ve açlıktan ölmek üzere olan bir adam, kendini takip eden bir kurdu öldürüp yiyecek duruma geliyor. Bu hikâye vesilesiyle o, avın avcı konumuna gelebileceği ve şartların insandaki olağanüstü yetenekleri açığa çıkaracağına vurgu yapmak istiyordu. Sanatçı, uçlarda gezen adam demek. Mirzabeyoğlu, insana dair her hâlin sonucunu Mutlak Fikre bağlamasını bilen, her şeyde tevhid sırrına işaret edebilen cins bir yaratılış. İmam Gazâlî’den verdiğimiz misalde de görüldüğü üzere, başka türlü de olamazdı. Kâinatın bütün sırlarını kurcalayacaktır o. Ölüm Odası serisi (toplam 10 cilt) eserlerine biraz da bu gözle bakmak lâzım. Büyük bir ihtirasla kâinatı bütünlemek ve lugatte toplamak isteyen adam. Neden yapıyor, neden bu çileye katlanıyor (iki kere ölümden döndü, 16 yıl hapiste yattı, ayrıca Telegram’a mâruz kaldı) neden? Cevap: Bunları yapmak zorundaydı. Karşısında aslan bile olsa ve elinde silâh da olmasa, onun üzerine atılıp onu yemek zorundaydı.

Allah Resulü’nün hayatını ve hadislerini yeni çalışmalarım için tekrar okurken O’nda gördüğüm ahlâkî bazı vasıfların izdüşümünü Salih Mirzabeyoğlu’nda da gördüğümü söylemeliyim. Mirzabeyoğlu’nun bazı davranışlarının köklerini orada görmek bana ilginç geldi. Bu durum sıradan bir müminin Kâinatın Efendisi’ni taklit etmesinden öte bir şeydi. Bu hususta tabii ve vecd hâli, üzerinde bir cezbe oluşu, engin bir ruh yanında insanlık (Müslümanlık) için sınırsız bir özveri ve cömertliğe sahip bulunuşu, ağır çilelere sabretmesi, kelâm ve mâna toplayıcısı oluşu, hak duygusunun çok kuvvetli oluşu, en uzaktaki bir mazlumun bile derdini hissetmesini vs. sayabiliriz. “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız!” ölçüsünü her hâline giydirmiş; “Allah adamı, Allah eri, Allah dostu” olmuş biri diyebiliriz.

Onun Eskişehir’de ilk gençlik yıllarında gece yazılama eylemlerinde serdengeçti arkadaşlarıyla birlikte GÖLGELER imzasıyla her yeri donattığını, bunun bir sanat grubundan ilhamla konduğunu, bunda da “her şeyin en iyisi bizde olmalı” anlayışının tecelli ettiğini ve esasen “GÖLGE” kelimesinin tasavvufî mâna zenginliğini de bildirelim. “Sanat” mevzunu açmış iken, o, hepimize büyük ressamların kataloglarını almamızı öğütlemişti, estetik bir gözün, estetik bakışın hepimizde oluşması için. Kaba saba Müslümanları gördükçe ne kadar üzülür ve bizlere şunu söylerdi: “İnsan olmaya bakın, insan olmak lâzım!” Temel insanî vasıfları (fıtrat) kuşanmadan nasıl Müslümanlık davası güdülebilir ki? Zaten “sahici insan” olan tabii olarak İslâm’a varır.

İnsanın bütün davranışlarının özetinin, “iç âlem düzeni peşindeki tertip gayesi olduğunu” söyleyen, eserlerinde bunu sistem içinde gösteren kendisi. İnsanın bütün arayışlarının sebebini Allah’a bağlayan tevhid eri kendisi. Kader sırrını derinden hisseden biri.

Hacca giderken, avukatlar vasıtasıyla bir talebi olup olmadığını sormuştum. “Kendisi ve İbda hakkında hayırlısını istesin!” demişti. Bu sözünde kadere rıza tavrı ve bana da bir nasihati hissettirmişti. Hâlimizden anlar, bizi bizden daha iyi tanır, zaaflarımıza nazikçe işaret ederdi. O, iyi bir insan yetiştirici (mürşid) idi. Ancak biz (en azından ben), uyarılarının kıymetini 10 yıl sonra anlar veya iş işten geçtikten sonra anlardık. Her şey çapımız ve nasibimiz kadar. Bir daha dünyaya gelmeyeceğimiz gibi geçen zaman da geri gelmeyecek! Müridini iyi tanıyan şeyh gibi hepimizin hâlini bilip ona göre yönlendirdiğini, ölümünden sonra bile onun nasihatlerinin (eserlerinin) yol gösterici niteliği olduğunu söylüyorum.

Kâzım Albayrak, Gölge’den Akıncı Güç’e İslâmî Hareketin Temelleri, s.55-58

* * * 

Mirzabeyoğlu, Erdiş soyadına niçin yabancı durduğunu şöyle izah eder: “İsmim, Salih İzzet... Soyadım, eğreti soyadım: Erdiş... İsmim bir yana, Cumhuriyet zorlaması Erdiş, bana çocukluğumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim... Babamın soyadı başka, İzzet Bey’in diğer hanımlarından olan kardeşlerininki başka, İzzet Bey’in kardeşleri ve amcalarınınki başka... Soysuz ve kelimenin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eşitlemek için tuttuğu bir yoldur Soyadı kanunu... Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur... Olur da, şu soyadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana şu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiş, aynı aileden gelenler darmadağın edilmiş, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düşmüş!..

Erdiş... Ne kadar yavan... Acaba ne demek ola?.. Asker dişi mi?... Lügat tiryakiliğim içinde, elbette buna da baktım... Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un... Bu takdirde Erdiş, öfkeli mi demek?..

İzzet, ne kadar güzel isim... Ya Salih?.. O, bambaşka güzel!.. Asıl ismim olmaktan başka, Üstadım’ın liyakat nişânı gibi biçtiği!..” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 3: Ufuk ile Hafiye, s.333)

Babası…

Babasının adı, Muhammed Şerif... Said-i Nursî Hazretlerinin kucağında, onun okuduğu ezanın ardından kulağına bu ismin seslenilişi. İş nüfus memuru safhasına geldiğinde, o zamanın şartları icabı nüfus memuru bu ismin verilemeyeceğini söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak değiştiriyor.

Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle Muhammed Şerif Bey; “muhatabını mevzuunda boğan çarpıcı buluş zekâsı, cedel tarzı ve yumruk tavrı. İlk gençliğimde ve karşılıklı duruşta, çocukluğumdan gelen bir birikimle adalelerimi patlatacak kadar şişiren... Ya öl, ya şu yüksekliğe zıpla ki, yaşa dercesine!”

“‘Kafakâğıdı’nda: “Muammer Şerif... Künyesi ‘Salih Bin Muhammed’ olan ben de, kaderin bir cilvesi olarak bundan payımı alıyorum: Salih Bin Muammer Şerif.” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.26)

Babaannesi, rahmetli Hanife Süphandağı... Rahmetli Babaannesinin annesi, Hazret-i Ebû Bekir soyundan... Babaannesinin süt annesi de -aynı zamanda babasının diğer eşi olur- Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi... Yani, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun babaannesinin dayısı oluyorlar...

Yıllar sonra Üstad Necip Fazıl’ın Mirzabeyoğlu’na hitaben; “Efendi Hazretlerini görsen iyi olurdu ama bir şey fark etmez; seni ben yetiştireceğim!” derken kastettiği Efendi Hazretleri, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri...

Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey ve onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu... Büyük sahâbî“Seyf-ül İslâm- İslâm’ın kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar uzanan bir şecere...

Musa Bey, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda bahsi geçen pek sevmediği biridir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde teşkil edilen “Heyet-i Temsiliye” isimli, 23 Nisan 1920’de Meclis açılana kadar hükümet mevkiinde bulunan kurulun 16 üyesinden birisi... Yani, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer ve söz sahibi olan zatlardan... Salih Mirzabeyoğlu’nun “Aydınlık Savaşçıları” isimli şiirinde;

“Kurtuluş Savaşıyla kurtardıklarımız

birlik oldu birlikte savaştıklarımızla

-bedeli ihanet oldu kanımızın-

kara bir bulut gibi

kapkara düşünceyle

-kiralık düşünceleriyle-

giydiler çıkardıkları çizmeleri

emperyalistlerin.”

demesi sıradan bir tanımlama değil, bilakis başta dedesi Musa Bey olmak üzere memleket kurtarıldıktan sonra düşman listesine alınıp katledilen, sürgün edilenlere atfendir...

Musa Bey, Abdülhamîd Han Hazretlerinin takdir ve güvenine de mazhar olmuş hayat hikâyesi destanlık çapta zât...

“‘Bey’, şimdilerde parası olana, kravat takana ve burjuva takımının nezaketle hitabedilmek istenenine deniyor ya, bunlarınki öyle değil... Onlar, mirler!..”

Tarih: 25 Mart 1926. Musa Bey’in oğlu İzzet Bey, yeğeni ve bir adamı, “Kösor dağlarındaki çatışmada, 100’den fazla –sözlü tarihe nazaran 125 Kemalist rejim neferini telef ettikten sonra” öldürülür, başları kesilir, Muş’a getirilir ve «Musa Bey’in kız kardeşi Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir... Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır... Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeşimin oğludur!”... Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”... Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!” Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der... Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı eda ile çıkar gider!..» (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.350)

Ninesi Gülnaz Hanım’ı böylece anlatan, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu...

Çocukluk ve delikanlılık yılları

Diyarbakır, Bursa ve Eskişehir illeri çocukluk ve delikanlılık dönemlerine mekân. Hem köklerinden gelen siyasi şartlar hem de içtimai mevzular, göçü andıran bu yer değiştirmelere sebeb... Nihaî yerleşim yeri olan İstanbul’a gelinceye kadar Eskişehir, en uzun kalınan yer. Ortaokul ve lise hayatının tamamı orada!

2. Abdulhamid'in Britanya şeyhülislâmı Abdullah Quilliam 2. Abdulhamid'in Britanya şeyhülislâmı Abdullah Quilliam

Mirzabeyoğlu’nun ilk hatırası üç-dört yaşlarına dair Diyarbakır’dan:

“Garip bir şey ama, hayatımın en diri hatıraları arasında Diyarbakır’ın esaslı bir yeri vardır; ve bir türlü inanamadığım bir şey varsa, benim o zaman o kadar küçük yaşta oluşum... Büyüklerin kendilerine nazaran iptidaî mahlûk gözüyle bakmalarının aksine, çocuk ayrı bir âlem ve varlık olmanın yanı sıra, demek ki o yaşlarda bile ne kadar keskin bir tesbit gözü, şahsiyet zevki ve acısı, arzu, emel, keder ve zafer esrarını yaşatıyor!..

Zaman zaman ‘merdane’ dedikleri silindir şeklinde büyük taşlar gezdirilerek toprağı sıkıştırılan, toprak damlı Diyarbakır evleri... İlk oturduğumuz evde, yağmur yağdığı zaman evin içine su damlardı... O zaman başlıca eşya olarak karyola ve üzerinde hem oturulup hem yatılan sedir, ıslanmayacak köşelere nakledilir, su akan yerlere de leğen konulurdu... Annemin bedbinliğine nisbetle, benim için keyifli bir macera!..

(S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 4: Ufuk ile Hafiye, s.167)

* * *

Bir diğer hatırası Bursa’dan:

“4-5 yaşlarında iken, Bursa’da bir hatıram... Evin bulunduğu sokağın başında, üç yetişkin insanın elele tutuşarak kuşatabileceği genişlikte büyük bir çınar ağacı vardı... Üzerinde yüzlerce karga... Bir gün sokakta yürürken, tâ tepeden bana doğru bir karga süzülmesin mi?.. Bir ânda suratıma dalacak diye elimle yüzüme perde yaptım ve o, kafamın üstünden teğet geçip tekrar yükseldi gitti... Benim gibi bir masum yavrudan ne istedi acaba?.. Belki de pek masum bulmadı!..” (S.Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 6: Ufuk ile Hafiye, s.235)

Şahsiyetinin ana çizgilerinin piştiği ocak: Eskişehir

Mirzabeyoğlu, 5-6 yaşlarında iken ailesiyle beraber Eskişehir’e yerleşir. “İzzet, mahalleye eziyet!” tekerlemesinin kahramanı olsa da, tekerlemenin sahibi olan dede de dâhil, sevilen bir çocuktur.

Kendi ifadesiyle: “Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır misâli, Eskişehir benim için madde ve mânâsını yaşadığım hadiseler boyunca ister istemez başvurulan, cinnete yakın uçlarda ruhî sancılarıma, fikir istidadıma ve aksiyon iptilâma mevzu olmuş bir mekân... Hususî saadetler... Ölesiye sadık arkadaşlık ve doyumsuz dostluklar... Öldüresiye nefretler... Dava, aşk ve heyecan... Kesiksiz murakabe ve sahici muhasebe cehdi... Hatırası bile yakıcı zamanlar!..

Şahsiyetimin ana çizgileri, Eskişehir’de pişmiştir!..” Kendisi için hususi bir yeri olan balık avcılığı da, Porsuk Çay’ı kenarında bu dönemlere denk gelir.

(S. Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 1: Ufuk ile Hafiye, s.94)