Dünyanın, “Amerikan Rüyası”nın aslında nasıl bir kâbus olduğunu öğrenmesinin üzerinden uzun zaman geçti. Kuruluş hikayesindeki vahşi kıyımlarla başlayan bu kâbus, olanca şiddetiyle bugün de sürüyor.
Arkasına sığındığı yahudi aklıyla, kanlı ve kirli parasıyla, aşağılık silahlarıyla, kitleleri köleleştirmek için kullandığı teknoloji ve medyasıyla dün olduğu gibi bugün de tüm insanlığı tehdit etmeye devam ediyor.
Fakat bütün bunlara rağmen vicdanını yitirmemiş insanlar da var!
Ve bu insanlar, etrafını kırıp döken bu hantal ve ahmak file, bugün her zamankinden daha fazla başkaldırıyor! Günlerdir, bütün dünya, Amerikan Üniversitelerinde başlayan Filistin’e destek eylemlerini izliyor. Hassasiyeti körelmemiş üniversite gençliği, terörist İsrail’in aşağılık katliamlarını -bugün engellenemeyen bir biçimde- gördükçe öfkeyle bileniyor. Bu manzara karşısında demokrasi nutukları atanların resmen nutku tutuluyor… Felsefe hocalarına bile ters kelepçe vuruyorlar!
Madem öfke var, o zaman eylem de olacak… Eylem varsa ümit de var!
Bu sapkın canilerin zulümlerini, son nefes verilmeden önce bir anlığına geldiğinden söz edilen hayvani bir “tutunma” kuvveti gibi düşünebilir ve kendilerine can havliyle yapılan bu saldırıya karşı meydanlara çıkarak cevap veren bütün eylemci “aydınlık savaşçıları”nı bu vesileyle tekrar selamlarız.
***
Amerika ve eylem denilince aklımıza elbette Malcolm X geliyor. Onun mücadelesi, verdiği kavga ve şehadeti dünyada sayısız kişiye ilham kaynağı oldu ve olmaya devam ediyor. Aksiyoner ruhunun hesap edilemez etkisi, zamana ve mekâna hapsedilemez bir biçimde dalga dalga yayıldı. Bu tesirden mütessir olan kişilerden biri de Kerim Abdül Cabbar’dı.
Amerika’da kariyerinin ve şöhretinin zirvelerindeyken bütün bu şatafatı (rüyayı) elinin tersiyle itip müslüman olan Kerim Abdül Cabbar’ın macerası, yaşadığı coğrafyanın sahtekâr yüzünü bir kez daha gün yüzüne çıkarıyor.
2015 yılında El-Cezire’de yayınlanan Kerim Abdül Cabbar’ın müslüman olma hikayesine bir bakalım…
“Beyaz Amerika’nın benden beklediği şeyin soluk bir yansımasıydım”
Kerim Abdül Cabbar kendini; “Lew Alcindor olarak doğdum. Şimdi ise adım kerim Abdül Cabbar. Lew iken Kerim olmam – Sean Combs'ın ismini Puff Daddy, Diddy ve en son da P. Diddy olarak değiştirmesindeki gibi – artık marka olmuş ünlü bir ismi değiştirmekten ibaret bir şey değildi; kalben, aklen ve ruhen bir dönüşümdü. Eskiden Lew Alcindor'dum. Beyaz Amerika’nın benden beklediği şeyin soluk bir yansımasıydım. Şimdi ise kerim Abdül Cabbar’ım. Afrikalı geçmişim, kültürüm ve inançlarımın bir dışavurumuyum.”cümleleriyle tanımlıyor.
Ünlü birinin “din değiştirme” kararı vermesinin ve bunun yaşadığı toplumda “nasıl görüneceğinin” baskısından bahseden Cabbar:
-“Çoğu insan için din değiştirmek, esasen yoğun bir vicdan muhasebesi gerektiren, kişisel bir mesele. Fakat ünlü biriyseniz, bu herkesin tartıştığı bir konu haline geliyor. Az bilinen ya da pek haz edilmeyen bir dine geçmişseniz, o vakit zekânız, vatanseverliğiniz ve akıl sağlığınız eleştiri oklarının hedefi oluveriyor. Bunu gayet iyi biliyorum. Müslüman olalı 40 yıldan fazla olduğu halde hâlâ bu tercihimi savunmak durumunda kalıyorum.” diyerek önce iç dünyasında, sonra ise açıktan yaptığı hesaplaşmadan bahsediyor.
Malcolm-X’e doğru…
Kerim Abdül Cabbar, içinde yaşadığı rüya-hakikat çelişkisi içinde günden güne kıvranırken, “kader sırrı” olarak yeni hayatına doğru adımlar attığından habersizdi. Kendini çelişkiden kurtarmak üzere vereceği büyük “karar” onun hayatını tamamen değiştirecekti…
Öncesinden başlayarak bu süreci şöyle anlatıyor:
-“İslâmiyet ile California üniversitesindeki (UCLA) ilk yılımda tanıştım. O dönemde artık basketbol oyuncusu olarak ülke çapında belli bir üne sahip olsam da özel hayatımı gizli tutmaya son derece dikkat ediyordum. Şöhret beni gergin ve huzursuz biri yapıyordu. Hâlâ gençtim, o yüzden de ilgi odağı olmaktan neden bu kadar bunaldığımı tam olarak söze dökemiyordum. Takip eden birkaç yılda ise bazı şeyleri daha iyi anlamaya başladım.
Beni engelleyen şey, kısmen halkın takdir ettiği kişinin gerçek ben olmadığı hissiydi. Yetişkin bir erkek olma yolundaki bir gencin olağan sıkıntılarını yaşamanın dışında, ülkenin en iyi kolej basketbol takımlarından birinde oynuyor ve okula devam ediyordum. Buna bir de 1966-67'de Amerika’da siyah olmanın ağırlığını ekleyin. O yıllarda Amerikan Medeni Haklar Hareketi'nin önemli isimlerinden James Meredith, Mississippi'deki yürüyüş sırasında pusuya düşürülmüş; kara panter partisi (Black Panter Party) kurulmuş; Thurgood Marshall, ilk Afro-Amerikan yüksek mahkeme yargıcı seçilmiş ve Detroit’te çıkan ırkçılık karşıtı ayaklanmada 43 kişi hayatını kaybetmiş, 1.189 kişi yaralanmış ve 2 binden fazla bina hasar görmüştü.
Herkesin alkışladığı Lew Alcindor'un aslında hayal ettikleri kişi olmadığını fark ettim. Hayranlarım benim ırk eşitliğinin ideal bir örneği olmamı istiyorlardı. Beni – ırkı, dini ya da ekonomik durumu ne olursa olsun – her altyapıdan insanın Amerikan rüyasına erişebileceğinin bir simgesi olarak görüyorlardı. Onlara göre ben, ırkçılığın bir efsane olduğunun canlı kanıtıydım.
Fakat işin aslını biliyordum. Bulunduğum noktaya, fırsat eşitliği sayesinde değil, 2,18 metre boyum ve atletik yapım sayesinde gelmiştim. Diğer yandan otorite sahiplerini memnun etmeye çalışma anlayışına dayalı katı bir terbiye ile de mücadele ediyordum. Babam kuralları olan bir polisti. Katolik okulunda okumuştum ve oradaki rahipler ile rahibelerin de bir sürü kuralları vardı. Oynadığım takımları çalıştıran basketbol koçlarının ise daha da çok… isyan etmek gibi bir seçeneğim yoktu.
Yine de durumdan memnun değildim. 1960'larda yetişmiş biri olarak çok fazla siyah rol model görmemiştim. Özverili cesaretinden dolayı Martin Luther King Jr.'a, düşmanlarını fena halde benzetip esas kızı kaptığı için de Shaft'a hayranlık duyuyordum. Bunun dışında beyaz kamuoyunun ortak fikri, siyahların pek de iyi olmadıkları yönündeydi. Onlara göre siyahlar, ya haklarını alabilmek için beyazların yardımına ihtiyaç duyan mağdur bir kesim ya da beyazların evlerini, işlerini, kızlarını ellerinden almaya niyetli baş belalarıydı. "makbul olanlar" gösteri ya da spor dünyasının mutlu isimleriydi, ki onların da yakaladıkları talih için minnettar olmaları bekleniyordu. Bu gerçeğin bir şekilde yanlış olduğunu – bir şeylerin değişmesi gerektiğini – biliyordum. Bilmediğim şey ise bunun benim için ne anlama geldiğiydi.”
Ve Malcolm X
Karar vermek yolun yarısıysa, aksiyona geçmek çoğudur! İşte, bu noktada “harekete geçmeyen her farkındalık pişmanlıktır” yasasıyla burun buruna gelen Cabbar, yavaş yavaş bir “dünya görüşü” ve onunla omuz hizasında yer alması gereken aksiyona geçme davasıyla yüzleşmek zorunda olduğunu idrak ediyor. Bir süre sonra bir “bilen”i bulmak yetmez, “yapabilen”i de gözüne kestirmek lazım. İnsana “bilinen”in yapılabilir olduğunu gösteren bir ayna da lazım.
Bu esnada Malcolm-X’le tanışıyor:
-“Baştaki şuurlanma sürecimde en büyük etkiyi yaratan, üniversitenin ilk yılında Malcolm X'in otobiyografisini okumamdı. Malcolm'ın hikayesi; demir parmaklıklar ardına düşmeden çok önce kendisini hapseden kurumsal ırkçılığın bir kurbanı olduğunu fark edişi beni çok etkilemişti. Ben de aynen o şekilde hissediyordum: İnsanların ben olduğumu sandığı bir imajın içinde hapis gibiydim. Malcolm ilk iş olarak içinde büyüdüğü Baptist inancını bir kenara bırakarak İslâmiyeti araştırmaya başladı. Ona göre Hristiyanlık, siyahları köleleştiren ve topluma yayılan ırkçılığı destekleyen beyaz kültürünün temeliydi. Ailesi ateşli bir şekilde Hristiyanlığı savunan Ku Klux Klan'ın saldırısına uğramış, evleri bu hareketten ayrılarak kurulan kara lejyon isimli bir grup tarafından yakılmıştı.
Malcolm X'in adi bir suçludan siyasi bir lidere dönüşümü, beni kendi yetiştirilme tarzımı daha yakından incelemeye ve kimliğim hakkında daha derinlemesine düşünmeye sevk etti. Malcolm X, İslâmiyet sayesinde kendi gerçek benliğini bulmuş; bir yandan siyahlardan ve beyazlardan gördüğü düşmanca tavırlarla yüzleşirken, diğer yandan da toplumsal adalet için savaşacak gücü kazanmıştı. Bu düşünceler ışığında ben de Kuran-ı Kerim'i incelemeye başladım.”
"Bedel ödemek" ve "dönülmez yol"
Kerim Abdül Cabbar, büyük bir aşkla “geri dönülmez” dediği bir yola giriyor. Her şeyin zıttıyla kaim olduğu bir dünyada, karşısında kendi antitezlerini bularak, bunun da bir bedeli olduğunu anlıyor. Bu bedel, bütün hücrelerine kadar kendisini tehdit ettiği kadar, “sonsuzluk” yolunda bir müjde anlamına da geliyor...
Halinin izahını:
-“Bu karar, ruhsal tatmin yönünde dönülmez bir yola girmemi sağladı. Ama bu kesinlikle pürüzsüz bir yol değildi. O yolda ilerlerken ciddi hatalar yaptım. Üstelik belki yolun pürüzsüz de olmaması gerekiyordu; belki de kişinin inançlarını sorgulayıp pekiştirebilmesi için gittiği yolun engeller, sapaklar, yanlış keşiflerle dolu olması şarttı. Malcolm X'in dediği gibi, "Şayet bedelini ödemeye hazırsanız, kendinizi gülünç duruma düşürmeye de hakkınız vardır." diye ifade ediyor..
"Allah’ın Asil Hizmetkarı"
Bütün bu çileli yolların ardından, Allah’ın lütfuyla iman şerbetini tadıyor. Kendisine seçtiği isim ise, “Allah’ın Asil Hizmetkarı” anlamına gelen Kerim Abdül Cabbar oluyor…
Bu süreci de şöyle anlatıyor:
-“Daha önce de söylediğim gibi, kurallara – ve özellikle de öğretmenler, vaizler ve takım koçları gibi kuralları uygulayanlara – saygılı biri olarak yetiştirildim. Her zaman istisnai bir öğrenci oldum. O yüzden de İslâmiyet hakkında daha fazla bilgi edinmeye karar verdiğimde, Hammas Abdülhalis'i kendime öğretmen kıldım. Milwaukee Bucks takımında oynadığım yıllarda Hammas'ın İslâmiyet yorumu iyi bir ilham kaynağıydı. Daha sonra 1971 yılında, 24 yaşındayken müslüman olarak (Allah'ın asil hizmetkarı anlamına gelen) Kerim Abdül Cabbar adını aldım.”
Tepkiler
Esas mesele bundan sonra başlıyor. Cabbar, şimdi hapı (İslâm) yutmuştur!..
Onca şöhret, gençlik, para… Hepsini elinin tersiyle itiyor!.. Ve “O’na mâlik olan neden mahrumdur; O’ndan mahrum olan neye mâliktir?” sırrının önünde diz çöküyor.
Gel gör ki, içinde bulunduğu çevreden tepkiler gecikmiyor…
-“Bana sık sık, niçin Amerikan kültürüne bu denli yabancı bir dini ve telaffuzu bu kadar zor bir ismi tercih ettiğim soruluyor. Hatta bu durumu sanki evlerini yakmışım gibi epey kişisel algılayan hayranlarım dahi oldu. Aslında ben Amerikan kültürüme yabancı olan dini reddedip siyah Afrikalı mirasımın bir parçası olan dini kucaklıyordum. (Afrika'dan getirilen kölelerin tahminen yüzde 15-30'u müslümandı.)” diye hayıflanıyor.
Ve devam ediyor:
-“Ailem din değiştirmemden memnun olmadı. Koyu Katolik olmasalar da beni Hristiyanlığı mutlak doğru olarak kabul edecek şekilde yetiştirmişlerdi. Fakat tarih okudukça, Hristiyanlığın insanlara boyun eğdirme konusunda oynadığı rolün daha çok farkına vardım. Elbette 1965'teki ikinci Vatikan Konseyi'nin köleliği Tanrı'nın adını lekeleyen, toplumu zehirleyen bir "haysiyetsizlik" ilan ettiğini biliyorum. Fakat benim açımdan bu çok geç atılmış bir adımdı. Kilisenin, gücünü ve nüfuzunu köleliği bitirmek için kullanmayıp bunun yerine bir şekilde ilk günahla bağlantılandırarak haklı göstermesi beni sinirlendiriyordu. Dum diversas and romanus pontifex gibi papalık fetvaları, yerlilerin köleleştirilmesini ve topraklarının gasp edilmesini tasvip ediyordu.
Pek çok Hristiyan’ın kölelikle savaşmak için kendi hayatlarını ve ailelerini riske attığının ve onlar olmasaydı bu sorunun bitmeyeceğinin farkında olmakla beraber, en kutsal inançlarını doğrudan çiğneyen böylesine rezil bir davranışa göz yummuş kültürel kurumlarla aynı çizgide de olamıyordum.”
Kölelikten kurtulmak
Cabbar’ın “bedel”den bahsetmesi öylesine söylenmiş bir söz değildi. İçinde yer alınan kültürden başka bir kültüre geçmenin bile zorlukları belliyken, başka bir dine geçmek, üstelik ırkçılık belasına muhatap olmak elbette kolay değildi. İşte böylesine bir atmosferde inancına sarılmak onun için hem bir “bela” hem de bir kurtuluştu. Bunu iliklerine kadar hissediyordu:
-“İsim değiştirmek, hayatımda ailemin ve halkımın köleleştirilmesine dair ne varsa reddetmemin bir uzantısıydı. Alcindor, Trinidad'da yaşayan Fransız bir toprak ağasıydı ve atalarım da onun kölesiydi. Ailemin kökleri günümüz Nijerya’sındaki Yoruba halkına dayanıyor. Ailemin köle efendisinin adını taşımaya devam etmek, onların şerefini lekelemek gibi geliyordu. Alcindor adı, adeta bir utanç lekesi gibiydi.
İslâmiyet’e mutlak şekilde sadıktım. Başka bir kadına güçlü duygular beslememe rağmen, Hammas'ın önerdiği bir kadınla evlenmeyi bile kabul ettim. Daima takım oyuncusu olan ben, "koç" Hammas'ın söylediği şekilde davranıyordum. Ailemi düğüne çağırmamam konusundaki tavsiyesine de uydum; ki bu hatayı telafi etmem yıllarımı alacaktı. Hammas'ın öğretilerinden bazılarıyla ilgili şüphelerim olsa da, yaşadığım büyük manevi tatmin yüzünden bunları mantığa bürüyordum.
Fakat sonunda özgür ruhum ortaya çıktı. Bütün dini bilgilerimi tek bir adamdan alma fikrinden memnun olmadığım için kendi kendimi yetiştirmeye karar verdim. Kısa süre içinde Hammas'ın Kuran-ı Kerim ile ilgili bazı öğretilerine katılmadığımı anladım ve kendisiyle yollarımız ayrıldı. 1973'te Libya ve Suudi Arabistan'a gidip Kuran'ı Kerim'i kendi başıma inceleyebilmek için Arapça öğrendim. Bu kutsal yolculuk bittiğinde inançlarım netleşmiş, imanım tazelenmişti.”
“Keramet istikamette”
Bu yolun büyükleri -haşa- boş laf söylemez! Kulağa “basit” gibi gelen bazı sözler vardır ki, içinde onlarca hikmet barındırır. Belki de sözün büyüklüğü, olanca karmaşıklığı, “alakalarından soya soya” bir “öz” halinde ifade edebilmekteki hünerdedir. Bunlardan biri de işte bu “keramet istikamette” sözüdür. İstikametin nasıl önemli olduğunu söylemeye hacet yok. Lakin bunun başına “keramet”i getirmek ise başlı başına bir keramet olsa gerek…
Çiçeği burnunda yeni müslüman Cabbar da Allah’ın inayetiyle bu sırrı sezmiş olacak ki İslamiyet’i seçmesinden zerre pişmanlık duymadığını, aslolanın bunun hakkını vermeye çalışarak iman üzere kalmanın öneminden bahsediyor.
-“O zamandan bu zamana, müslüman olma kararımdan dolayı ne bir bocalama yaşadım ne de bir pişmanlık duydum. Geriye dönüp baktığımda, keşke bunu daha gizli, tüm o tantana olmadan yapabilseydim diyorum. Lakin o dönemde köleliği ve bunu destekleyen dini kurumları kınayarak medeni haklar hareketine destek veriyordum. Bu da benim açımdan son derece kişisel bir yolculuk olan bu süreci, istemediğim halde başka bir yöne saptırarak daha siyasi bir şekle soktu.
Birçok insan, inandığı dinin içine doğar. Onlar için din, büyük ölçüde bir miras ve kolaylık meselesidir. İnançları imana; sadece dinin öğretilerine değil, aileden ve kültürden gelen o dinin kabulüne de dayalıdır. Din değiştiren biri açısından ise bu bir karar ve başkaldırı meselesidir. Bizlerin inancı, iman ve mantığın birleşimine dayanıyor, çünkü ailemizin, bağlı olduğumuz toplumun geleneklerini terk edip her ikisine de yabancı bir inancı benimseyebilmek için güçlü bir sebebe ihtiyacımız var. Din değiştirmek riskli bir iş; zira sonunda ailenizi, arkadaşlarınızı ve toplumun desteğini kaybedebilirsiniz. Başında da söylediğim gibi, bu işin bir bedeli var ve bu yolda devam etmek zaruri.”
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi:
“İstikâmet olmasa iman derdi bedava!”
“Yeşil olmak kolay değil”
Ve şöyle bitiriyor sözlerini Kerim Abdül Cabbar:
-“Bazı hayranlarım bana hâlâ Lew diye sesleniyor ve böyle yaptıklarında onları görmezden gelmeme bozuluyorlar. Manevi tercihlerime saygı göstermemelerinin bir hakaret olduğunu anlamıyorlar. Sanki ben kendi özel hayatı olan bir birey değilmişim de, varoluş sebebi onların hayatını, yine onların uygun gördükleri şekilde süslemek olan bir oyuncakmışım gibi…”
Kurbağa Kermit'in meşhur bir repliği vardır: "Yeşil olmak kolay değil." der. Bir de Amerika’da müslüman olmayı deneyin. Pew research center tarafından yapılan, başlıca dini gruplara yönelik tutumları değerlendirme amaçlı bir ankete göre, İslâm, ABD’deki en büyük üçüncü din olduğu halde Amerikan kamuoyunun en az saygı duyduğu kesim müslümanlar. Öyle ki bu oran, ateistlere duyulan saygıdan da düşük!”
Hesaplaşmanın kaçınılmazlığı
ve İstikbal İslâm’ın…
Kerim Abdul Cabbar, bize bir hesaplaşmadan bahsediyor… Bir karar vermek ve harekete geçmenin zaruretini anlatıyor. Bu işin bir bedeli olduğunu hatırlatıyor.
Sömürgeci Amerika ve güdücüsü Siyonist İsrail’in bugün yaptığı zalimlikler yeni değil…
Kuruldukları günden bu yana işledikleri cinayetlerin, kanına girdikleri mazlumların feryadı artık arşa çıktı!
Bütün insanlık bunun karşısında durmak zorunda… Her cephede, her türlü silahla savaşmak…
Başka kurtuluş yok! İstikbal İslâm’ındır!
Kazandığı Ödüller
- 1989’da, 42 yaşındayken, NBA’de geçirdiği yirmi yılın ardından emekli olmak istediğini açıkladı. Emekli olduğunda, NBA’de en fazla maça çıkan basketbolcu ünvanına sahipti. Ayrıca, 38.387 sayıyla en fazla sayı ve 15.837 saha içi atış rekorları ile parkelere veda etti.
-6 defa NBA şampiyonluğu: 1971 yılında Milwaukee Bucks ile ve 1980, 1982, 1985, 1987 ve 1988’de Los Angeles ile toplamda 6 kez şampiyonluk kupasını kaldırdı.
-1971 ve 1985 yıllarında finaller’de mvp seçildi.
-Kariyeri boyunca toplam 6 kez NBA’nin en değerli oyuncusu oldu.
-20 yıllık kariyerinde 19 kez All Star’a seçildi ve 17 kez All Star maçına çıktı. Kariyerinin ilk ve son yıllarında da All Star’da yer aldı, sadece 1977-78 elini kırdığı için katılamadı.
-1971 ve 1972’de arka arkaya iki kez NBA sayı kralı oldu.
-Savunmadaki gücünün büyüklüğünü 4 kez NBA blok kralı seçilmesiyle gösterdi.
-Toplamda 11 kere NBA savunma takımına seçildi.
-İngilizcesi “skyhook” olan çengel atışını icad etti.
Baran Haber