Tarih, bir milletin hafızasıdır… Kadim hafıza olmadan, tarihin hükmü bilinmeden, istikbal tasavvuru olmaz. Bir tarih hükmüne sahip olmak, istikbal tasavvurunun mukaddimesidir. Tarih denildiği zaman sadece kuru bir hadiseler zinciri olarak anlamamak gerekir. Milletin varoluş sürecini, yaşamış olduğu hadiselere karşı aldığı tavrı anlamaya ve bunları dayandıracağı bir anlayış mihrakına ihtiyaç vardır. Bu anlayış mihrakı, kadim müktesebattır; çünkü tatbikat buuduyla hadiseler karşısındaki tavrımız belli bir anlayışa yani müktesebata dayanırken, nazari cihetten ilmi, tatbik cihetinden de tarih telakkisine bağlanarak bir bütünlük oluşturur. Bu bütünlük aynı zamanda da milletin şuuraltına tesir eder.
Belli bir zaman ve mekânda, âlim, arif ve mütefekkirler marifetiyle üretilmiş, tüm kıymetler yekûnu olan müktesebat da, milletin tekevvün (oluş) seyri ve dolayısıyla da tarihin ruhudur. Asıl olan bu ruhun sürekliliğini sağlayacak geleneğin oluşmasıdır. Milletin oluş amillerini, bilgi evrenini ve müktesebatını muhafaza etmek, istikbale yelken açmasının da mukaddimesidir. Yirminci asır, kesif bir şekilde tarihi kırılmaların ve travmaların yaşandığı bir zaman dilimidir. İçinde mukim olduğumuz medeniyet dairesinden sürülmüş, başka bir uygarlığın tecelli zemini olmaya mahkûm olmuşuz. Millet hafızasının büyük darbe aldığı yirminci asır, yok oluş sürecine doğru zorlandığımız bir zaman dilimidir. Hafıza kaybına uğramamızla beraber, ruhumuzdan uzaklaştık; ruhu kaybedince geriye sureti kaldı, onu muhafaza etmek, hayata vaziyet etmek için yeterli değildi.
Asırlardır tarihin zaman tünelinde oluşarak, istikbale doğru akan ve hayatımıza vaziyet eden kendi nazari vatanımız olan, bilgi evrenimizden (Kadim Müktesebattan) uzaklaşarak, Batı uygarlığının bilgi evrenine taşındık. İçinde yer aldığımız kendi medeniyet yatağımızdan, Batı’nın medeniyet yatağına sürgün edildik. Dolayısıyla, insan ve hayat farklı bir zeminde tecelli ettiği için, insan ve hayat dağıldı; kendi mihverimizden uzaklaşmanın neticesi ağır oldu. Mekânda kazandığımız istiklali ruhta kaybettik. Bu durum, korumasız kalan milletin manen işgalinin yolunu açmıştır. Hayat boşluk kabul etmediği için farklı bir uygarlığın işgaline maruz kaldık. Nazari vatan korunamadığından dolayı, epistemolojik işgale maruz kaldık; işgal o kadar derinlere sirayet etti ki zihnî-aklî evrenimiz ile kalbî ve ruhî evrenimize kadar derinleşmişti.
Tarihî kırılma ve hafıza kaybına mahkûm olmamız bizi, kendi bilgi evrenimizden, asırlardır üretilen müktesebattan uzaklaştırmıştır. Mevzuyu bir insan üzerinden tasavvur ettiğimizde, kırk yaşına gelmiş bir insanın hafıza kaybına uğraması ne ise, tarihî hafızanın ve müktesebatın kaybı da aynı şeydir. Hafızasını kaybeden insandan öncelikle ne beklenir? Gelecekte ne yapması gerektiğinden ziyade hafızasını kazanması beklenir. Aksi takdirde kırk yaşında sıfır bilgiye sahip bir insan olur. Onun içindir ki, tarihî hafızamız ve bizim ruhumuz olan müktesebatımız ile irtibatın kurulması, “Keşf-i Kadim” olarak kadim müktesebatın idraki elzem bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. Epistemolojik işgalden kurtulmak başka türlü mümkün görünmemektedir. Hafıza yok ise, bilgi ihtiyacının farklı kültür ve bilgi evrenleri tarafından üretilmiş bilgilerden karşılanması zaruret haline gelir. Çünkü hayat boşluk kabul etmez…
Kadimde üretilen müktesebatın muhafaza edilmesi, yeninin de üretilmesine zemin teşkil eder. Kendi bilgi evrenimizden uzaklaştığımızdan dolayı, yeniyi üretebilmenin imkânı kadimin keşfi ile başlamalıdır. Kadim müktesebatta korunması elzem olanlar muhafaza edilmelidir. Kadim niçin önemlidir...? Âlim, Arif ve Mütefekkir şahsiyetlerin kalb-i selim, akl-ı selim marifetiyle kendi merkezimizde ürettikleri irfan, özünde taşımış olduğu mânâ buuduyla çağları aşan ve kendinden sonraki çağlara mesaj taşıyacak bir keyfiyette olduğu için muhafazası elzemdir.
Temelde, İslam’ın; varlık, insan, hayat telakkisine dayanarak üretilmiş müktesebat bizim belli bir zaman ve mekânda ürettiğimiz eserlerdir. Muhafaza edilecek bu eserler içerisinde, mekâna göre yazılanlar olduğu üzere, zaman ve mekânı aşan eserler de vardır. Bu eserlerin tekrar keşfi ve muhafazası aynı zamanda idraki, bizi tekrar istikbâle taşıyacağı gibi kopan halkaların birleşmesiyle beraber gelenek ile irtibatımızı oluşturacaktır. Tarihin ruhu diye ifade ettiğim müktesebat, tarihi kuru hadiseler zinciri olmaktan kurtaracak ve zamanı aşan bir hâlde geleneğin akışı devam edecektir.
Mevzuyu tetkik ederken, müktesebat ile muhatap olacak aklı da hesaba katmak gerekir. Günümüzden kadime bakıldığında, zihnî ve aklî istiklâl olmadan “Keşf-i Kadim”in de gerçekleşmesi muhaldir. Öncelikle, kadim müktesebat ile muhatap olacak aklın inşası zarurîdir. Evet; bu akıl terkibi,” akl-ı selimdir”, İslam’ın akıl terkibidir… Günümüzde, inşa edilen akıl terkibi ise bizim akıl terkibimiz değildir; eşya ve hadiseleri değerlendirirken Batı’nın akıl terkibi ile meselelere bakıldığı için sağlıklı bir neticeye ulaşamıyoruz. Bu mesele ciddi bir mesele olarak ele alınmış değildir. Hatta, daha da ileri giderek ifade edeyim, millî güvenlik meselesidir. Mütemadi bir kültür emperyalizminin taarruzu ile karşı karşıyayız; bu taarruzu anlamak ve durdurmanın muhkem kalesi “akl-ı selim”dir. Hudut gümrüklerimizde taarruzu karşılayacak, durduracak, Akl-ı Selim’in de müesses hali diyebileceğimiz bir “şura” kurulması da teklifimizdir.
İnsanı ve hayatı ruh merkezinde tasavvur eden idrak, elbette ki onun üretimlerini de anlamak için, ruha bağlı akl-ı selimi kuşanmakla anlar. Aksi takdirde, Batı akıl terkibi ile anlamak muhaldir. Bize ne olduysa ruhumuzdaki idrak melekemizi kaybettikten sonra oldu. Öncelikle muhafaza etmek, sonrada muhafaza edileni anlama melekesi olarak, İslam’ın akıl terkibi olan akl-ı selimi kuşanmak… Mütemadiyen değişen eşya ve hadiseler zeminini anlamak, suret değiştiren dünyayı yorumlamak ve tasarrufta bulunmak; ancak ruhi melekeler marifetiyle gerçekleşir. Tarihimizdeki hadiseler zincirine bakıldığında, Tanzimat’la başlayan süreçle beraber ruhî anlamda düşüş başlamıştır. Ruhtaki idrak melekesinin kaybolması, ruhî sukutu (düşme) getirmiştir. Bu sukutu durdurmak da ancak; tekrar ruhî inkişaf ve idrak melekemizi zihinlerde inşa etmekle mümkün görünmektedir.
Ruhen inşa dediğimizde, iman, edep, ahlâk hepsi birlikte devreye girer. Tabiî ki bu mevzular materyalist bir havzadan neşet eden, pozitivist bilim ve eğitimi aşar. O zaman geriye kalan çözüm, “Milli maarif” sisteminin kurulmasıdır. Kurulması hayat-memat meselesidir; çünkü ruhî deveran başka türlü devam edemez. Devam edemediğinde, tüm hayat alanlarına kan pompalayamaz, pompalayamadığında, hayat boşluk kabul etmediği için, farklı bilgi evrenlerinin bilgisi o alanı doldurur. Farklı bir eklektik durum oluşur, bu da tevhidin zıttıdır. Bu hususta çözüm, sürekli ruhî deveranı işletebilmek, meseleleri dondurmadan her an diri kalacak bir terkibe ulaşmak en uygun yoldur. Ruhî deveran olmadığında tatbik sahasındaki suret korunarak sabitlenme, donma meydana gelir. Oysaki İslâm, insan ve hayatta derinleşmeyi tavsiye eden bir dindir. Bu da sürekli keşif ve idraki elzem kılar. O da inkişafı sağlar. Necip Fazıl’ın “İslam yenilenmez, anlayış yenilenir” ifadelerinden de anlaşılacağı gibi sürekli diri bir idrak ve akl-ı selimin zarureti ortaya çıkar.
Yeni bilgi üretimi kaçınılmazdır, yeni bilginin kadim müktesebata uygunluğu da söz konusudur. Binlerce, Alim, Arif ve Mütefekkirin akl-ı selim ve kalbi selimine mutabık bilgi üretilmesi mevzusu mühim bir meseledir, aynı zamanda da geleneğinde devamıdır. Müktesebatın tedvini ve muhafazası, ilimler tedvini içinde zaruridir. Hayatı hangi mecralarda inşa edeceğimizin bilgisini üretmede kadim müktesebata muvafık hareket etmek mühim bir mevzudur. Kadim müktesebat mühimdir; çünkü medeniyetimizin hayata ve insana bakışımızdaki derinliği nazara verir. Milletimizin tarihindeki derinliği müktesebatla anlaşılır. Kadim müktesebat ihya ve idrak edilmediğinde yeniyi kurmak zordur. Kadim müktesebata doğru idrak kanallarını açmak ve ona ulaşmak için tüm imkânların sonuna kadar seferber edilmesi en acil meselemizdir.
Bülent Civan, Aylık Dergisi 196. Sayı Ocak 2021