Sağlıklı bir vücut kendini farkettirmeden çalışır. Bedenin herhangi bir yerinde eğer bir rahatsızlık varsa, o her fırsatta kendini gösterir. Hatta mekanik aletlerde de durum aynıdır. İyi bir usta sadece motorun sesini dinleyerek arızayı tesbit edebilir. İyi bir şoför sürüş aksamında bir şey “farkettiği” ânda, bela geliyor demektir. Fikir, sanat, aksiyon sahalarında ortaya konan her eserde belirecek taka tuka sesler, yalpalama ve savrulmalar iyiye işaret değildir.
Ahlâklı bir insan, ahlâk üzerine nutuk çeken insan demek değildir. Ahlâk da elegance-zerafet gibi, kolaylıkla, doğal bir refleks gibi kendini açığa çıkarır. Her hâlinden, her davranışından tüten bir buğu gibi olmadığı takdirde, iş şova dönüşür. Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, sofrada; “Yemeğe tuzla başlamak sünnettir” diyerek ölçü “anons eden” edep noksanlığına; “Ekmekte tuz vardır!” diye mukabele edişindeki hikmet üzerine uzun uzun düşünmek gerekir. Bir Batılının; “Şimdiye kadar sürekli sıhhatten bahsedip de sağlıklı olan hiç kimseye rastlamadım.” sözüne hak vermemek elde değildir.
Bakmayın siz “Mülkiye”ye “Siyasal Bilimler(!)” denmesine, savaş gibi devlet idaresi de şiir gibi bir sanattır. İngilizlere atfedilen bir söz vardır; “Mükemmel devlet, görünmeyen devlettir” Ayak bileğini geçmeyen idrâk sularında oynaşan kurbağaların şişinerek kendilerini balina gibi göstermeye çabaladığı derin(!) devlet özentiliği değil elbette kastedilen. Kendini gizlemeye çalışmak değil, “görünmez olmak.” Sanat kısmı burada.
Eğitim öğretim mevzuunda da aynı durum net olarak görülebilir. Eğiteceği, öğreteceği –artık neyse- şeyi talebenin kafasını açıp huniyle dolduracağını sanan veya çivi gibi çakmaya çalışan bir hoca, dışarıdan seyredildiğinde ne de zavallı gözükür. Neticede hiçbir verim elde edemeyeceğini belirtmek de lüzumsuz. İyi bir hoca, öğrencisinin kendi kendine doğru sonuca ulaştığını sanmasını sağlayandır. Sokrates bunu, annesinin mesleği olan “ebelik sanatı”na benzetir. Kendisinin hiçbir şey bilmediğini sadece konuşurken muhatabından düşünceler doğurttuğunu söyler.
Bir dans gösterisinde birbirini takip eden figürlerin başladığı ve bittiği anı, bir resim veya bestede, renklerin ve notaların tonalitelerindeki değişimi ve geçişleri sert bir şekilde farkettiğiniz anda o şey çuvallamış demektir. Ters yüz edilmiş bir kazak gibi dikiş yerleri meydanda olan her form çirkindir, zavallıdır. “Fuzulî’nin Su isimli kasidesi, saf şiirin en güzel numunesidir. Form içinde formu aşmak deyince… Kimse karşısındakini seyrederken onun iskeletini düşünmez. Allah öyle giydirmiştir ki onu, iskelet bir nevi temel gibi olur; ama iskeleti çıkan şiir felakettir… Form düşmanlığı ise iskelet düşmanlığıdır!” (Ölüm Odası B7 / Baran Dergisi 387. Sayı)
Açıkta bir iskelet göremediklerinde, bazı külyutmaz(!) sivri zekâlar apaçık olanı inkâr yoluna giderler. Batıda Homeros ve Shakespeare için, bu kişilerin gerçekte yaşamadıkları veya en azından bilinen-bildirilen kişiler olmadıkları, değişik tarihlerde değişik kişiler tarafından meydana getirilmiş eserler olduklarını iddia ederler. Bizdeki mukabillerini Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Dede Korkut gibi şahsiyetler hakkında öne sürülen şüphelerde gördüğümüz bir öküzlük.
“… Ona (Homeros) göre her şey ustaca düzenlenmiş tiyatro dekoruydu, ama her zaman kendisine ait değildi bu dekor parçaları. Ara sıra farklı üslupta olmalarına ya da perspektifi kaydırmalarına şaşmamak lazım.
Yine de yönetmenin elini hiçbir yerde hissetmeyiz. Bunu bile, şairliğin en büyük kanıtı olarak görme yerine, Homeros’un varlığından kuşkulanmakta kullanmışlardır. Homeros eserinin ardında kaybolur, yine de en ufak parçasında bile varlığını sürdürür, tıpkı ruhun bedende, Tanrı’nın dünyada olduğu gibi: Her yerde ve hiçbir yerde. Shakespeare’de de durum aynıdır; Hamlet’te ruhla ilgili söyledikleri kendisi içinde geçerlidir: “Şuradadır”, “buradadır”, “yoktur” Dünyanın en büyük iki şairi, ikili anlamda anonimdir. Evrende, tabir yerindeyse, yalnızca yenilebilir olanın var olduğunu belleyen insanlar, buradan, Tanrı ile ruhun, Shakespeare ile Homeros’un eserlerinin atom kompleksleri olduğu sonucuna varırlar.” (Antik Yunan’ın Kültür Tarihi / Egon Friedell- Dost yay. Sh.63)
“İlimde tecrid teşhis için, sanatta teşhis tecrid içindir” (Salih Mirzabeyoğlu) Konumuz itibariyle bu tarifin sanat kısmıyla ilgilendiğimize göre, demek ki fikir-sanat-aksiyon alanlarında ortaya konulan her eser-eylem de teşhis, yani form, asıl gaye değildir. Gayenin gerçeklik kazanabilmesi için vasıta veya vesile hükmündedir. Tecridin de “alakalardan soymak” olduğunu düşünürsek, bu soyulma yahut tasfiye-saflaştırma işlemi sonucunda murad edilen “öz”, ‘zaman-mekan’ kaydından kurtarılarak meydana çıkarılmış olur. Ve bu tümüyle zihnî bir işlemdir. Şekle saplanıp kalmak bir tür putperestliktir. Öte yandan; “suretler olmadan mânâlar ebediyen tecelli etmez” Bu perspektiften bakıldığında da formun zarureti açığa çıkar. Suretin mânâlaşması ve mânânın şekil kazanması; daire sırrı hikmetince, biteviye devam eden dinamik bir süreçtir. Bu sürece uyum sağlayabilecek ölçekte donanımlı bir şuura sahip olunmadığında takırtılar tukurtular, kesiklikler, kopukluklar, donmalar, apışmalar baş gösterir.
“Toplumun genel çerçevesine Büyük Doğu’yu yerleştirmek” olarak hedeflendirilmiş; “telkin ve tebliğ” cenahında konumlanmış insanların bu inceliklere vakıf olmaları gerekmektedir. Kuşatılan bir şehirle, savaş hukuku açısından, yapılacak ilk muamele hakkında İmam-ı Ebu Yusuf’a; “Önce tebliğ etmemiz mi gerekir, yoksa doğruda harbe girişmek caiz midir?” şeklinde bir soru sorulunca; “İslâm ordularını karşılarında görmeleri tebliğ şartının yerine gelmesi demektir” diye cevap vermiştir. Bu örneği zikretmekten maksadımız; “telkin ve tebliğ” işinin kapsamının genişliğine vurgu yaparak ve kesinlikle; züppeleşmiş entelektüel kaprislerden bahsetmediğimizin altını çizmeye dairdir.
Günümüzde, yabancı hükümetler dahil, ücretlerini ödeyebilen herkese hizmet veren, uluslararası lobicilik ve PR (Public Relation)-halkla ilişkiler şirketleri; reklam, propaganda, şimdilerde moda olan “algı yönlendirme operasyonları”, “kamu diplomasisi” gibi değişik dal ve şubelerde faaliyet gösteren psikolojik savaş mekanizması, bahsedilen bu usülleri “etkili uygulama” ustalığına dayanır. Mücadelenin önkoşulu olarak düşmanını tanımanın gerekliliğini idrâk etmeden ve “düşmanınızın silahı ile silahlanın” ölçüsüne kulak asmadan, kuru kuruya hamaset nutukları atmak ve kültür emperyalizminden şikayet etmek gayenin tahakkuku yolunda hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, düşmanı daha çok cesaretlendirecek muzır bir etkiye sebep olacaktır.
Yazı: Cemil Şahin
Baran Dergisi 392. Sayı, Temmuz 2014