16 Aralık 1886’da başarılı bir çay tüccarı olan Vasily Sivestrovich Kandinsky ve Lidia Ticheeva’nın tek çocuğu olarak Moskova’da dünyaya gelen Wassily Kandinsky soylu bir aileye sahipti. Ailesi Kandinsky’yi küçük yaşlarda Venedik, Roma, Floransa gibi kentleregötürmüş, piyano ve çello çalmasını öğretmişti.
Henüz öğrenciyken hukuk, ekonomi ve psikolojiye ilgi duyan Kandinsky, resim yapmaya okul sıralarında başlamış olmasına rağmen kariyerini sanat üzerine kurmayı düşünmemişti. Moskova Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almaya karar veren Kandinsky, buradan dereceyle mezun olduktan sonra Dorpat Üniversitesi’nin hukuk bölümünden kadro teklifi aldı. Bu teklifi geri çevirerek Moskova’daki N. Kusverev baskı fabrikasında işe başladı.
Saman Yığınları
1893 yılında doktorasını tamamlayan Kandinsky, kendine uygun bir eş olarak gördüğü kuzeni Anna Chimyakina ile evlendi. Geçen süreçte önceleri yalnızca hobi olarak gördüğü resim çalışmalarına daha fazla ağırlık vermeye başladı. Radyoaktiflik keşfedildiğinde hukuk sistemine ve mantığa dair inancı sarsılan Kandinsky, hayat hakkında farklı cevaplar peşine düştü. Aradığı cevaplar 1896’da Moskova’da açılan, Fransız izlenimcilerin eserlerinin gösterildiği sergide karşısına çıktı. Monet’in sergide yer alan, Saman Yığınları serisine ait bir resmine özel ilgi duyan Kandinsky, bilim ve hukukta bulamadığı farklı bir cevabı bu resimlerde buldu. Resimleri gördükten aylar sonra hukuk kariyerine son vererek Münih’e gitti.
Form, Çizgi ve Renk
Kendini "yeniden doğmuş" biri olarak gören Kandinsky için Münih biçilmiş kaftandı. Babasının maddi yardımıyla dönemin ünlü ressamlarından Anton Ažbe’nin açtığı resim okulunda eğitim almaya başladı.
1900 yılında Münih’teki Sanat Akademisi’ne başvurdu.
Form, çizgi ve renk konularına yoğunlaşan Kandinsky, okulun muhafazakâr sınırlarını terk ederek Phalanx (Falank) hareketini kurdu. 1901-1904 yılları arasında Phalanx on iki sergi açtı. Hareketin getirdiği ilgiyle beraber Phalanx Okulu’nu da kuran Kandinsky, kısa sürede birçok öğrenciyi cezbetti. Bunların arasında Münih Kadın Sanatçılar Cemiyeti’nin kurduğu Kadın Akademisi’nde ders almış olan Gabriel Munter de vardı.
Sinestezi
1900’lerin başında Kandinsky’nin sanatsal üslubunda ve sanat anlayışında değişimler başlamıştı. Eserlerinde pek az figür kullanan Kandinsky, zaman içerisinde soyutlamalarını geliştirerek onu "soyut sanatın babası" kılacak kadar özgün bir noktaya ulaştırdı. Söz konusu yeteneği aslında sinestezi olarak bilinen nörolojik bir sorundan kaynaklanıyordu. Bu sorunun Kandinsky’deki temel belirtisi ise müziğin zihninde imgeler ve canlı renkler oluşturmasaydı. Duyduğu her notanın zihninde bir renge karşılık geldiğini keşfeden Kandinsky, bunu bir fırsata dönüştürerek müziği resme dönüştürmeye başladı.
1912 yılında soyutlama yaklaşımının mantığını açıkça anlattığı Sanatta Ruhsallık Üzerine (Concerning the Spiritual in Art) isimli kitabında her renk için bir tını, çalgı aleti ve duygu tanımlayabiliyordu. Tınısı en yüksek renk olan sarı yoğunlaştırıldığında acı verici sesi tizleşiyordu. Sarı, beyazla karıştırıldığında hareketleniyordu. İlahi bir renk olarak gördüğü mavinin hareketini arttırmak içinse onu siyahla karıştırmak gerekliydi. Dinginlik hissi veren mavi rengi koyulaştıkça keder duygusunu açığa vuruyordu. Açık mavi flüte, koyu mavi çelloya, daha koyu mavi kontrabasa, en koyu mavi ise orga karşılık geliyordu. Çelloya karşılık gelen kırmızı renk kederli bir sesi ifade ediyordu ve üzerinde her zaman maddenin izinin kaldığını söylüyordu.
Soyutlama
Kandinsky, sanat kariyerinin soyutlamaya ağırlık verdiği olgunluk döneminde, 20. yüzyılın ilk soyut ressamı olup olmadığı ateşli bir tartışmanın konusu haline gelmişti.
Bu dönemde eserlerini sadece müzik terminolojisinde bestelerin türünü anlamak için kullanılan İzlenimler (Impression), Doğaçlamalar (Improvisation) ve Kompozisyonlar (Composition) olarak isimlendirmeye başladı. Her türlü bilimsel kaynaktan beslenen Kandinsky yeni formlar aramaya odaklandı. Ancak Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra sorunlar yaşamaya başlayınca Münih'ten ayrılarak Moskova'ya kaçmak zorunda kaldı.
1922'de Lenin’in soyut sanatı toplumun gelişimine hizmet etmediği gerekçesiyle yasaklamasıyla Almanya'ya geri döndüğünde savaş öncesi var olan kültür ve sanat ortamını bulamadı.
Bauhaus
Eski işlerindeki büyüleyici gücünü kaybettiğini düşündüğü dönemde, yeni bir sanat anlayışı ve estetik fikri geliştiren Bauhaus okulunun müdürü Walter Gropius'un davetiyle okuldaki duvar resmi bölümünün başkanı oldu. 1925'te Nasyonal Sosyalistlerin iktidarı ele geçirmesinden sonra Dessau'ya taşınmak zorunda kalan okul, 1932 yılında Berlin'e taşındı. Kandinsky, okulun kapatıldığı 1933 yılına kadar eğitim vermeye devam etti. Almanya'da artan politik baskı nedeniyle yeni rejimin hedefi haline gelen Kandinsky'nin eserleri Naziler tarafından müzelerden çıkarılıp bazıları yok edilince yaşamanın sonuna kadar hayatını geçireceği Paris'e yerleşti. Paris'e yerleştikten sonra maddi sıkıntılar yaşamasına rağmen sanatından hiç taviz vermedi. 1944'te yetmiş sekizinci yaş gününden birkaç gün sonra hastalanarak hayatını kaybetti.