1948'den beri, ben 40 senelik Büyük Doğucuyum. Üstelik Büyük Doğu ile bizim aramızda adeta akrabalık vardır. Bunun için Türk İslam Ülküsü Büyük Doğu ideolocyasının bir parçasından başka bir şey değildir. Hatta bir devamından başka bir şey değildir. Biz Necip Fazıl’ı kendi şairimiz, kendi edibimiz, kendi mütefekkirimiz ve kendi bayraktarımız kabul ederiz. Hatta bana göre Necip Fazıl 20. yy'da Resulullah'ın şairidir, edibidir.
Efendim, eserlerinizde sık sık rastladığımız bir adlandırma var; “Türk-İslam Ülküsü, Türk-İslam Ülkücüsü” gibi... Türk İslam Ülküsü kendi başına bir hareketin ismi mi?
Ben bu memleket gençliğinin çeşitli oyunlara gelerek Türkçü ve İslamcı kamplara bölünmesine karşıyım. Türk'ün İslam'dan ayrılması ve İslam'ın Türklükten tecrit edilmesi beni tedirgin ve rahatsız eder. Türk ve İslam şuurunun bir bütünlük içinde bulunmasını savundum hep. Türkiye'de Müslüman gençliğin iki kampa bölünmesini istemiyorum. Bütün maksadım bunu önlemek... Önce "sentez" dedik, sonra bizi tatmin etmedi. Çünkü haklı olarak denildi ki; sentez: tez ile antitez arasında üçüncü bir buluşma noktasıdır. Ve haklıydılar şüphesiz bunu söyleyenler... Çünkü Türklük ile İslamlık arasında zıddiyet yoktu ki; bunun sentezini yapalım. Ama bir kelimeye ihtiyacımız olduğu kesindi. İster buna Türk-İslam davası, ister Türk-İslam ülküsü, ister Türk-İslam kültür ve medeniyetinin yeniden ihya davası, ister Büyük Doğu, ister İBDA deyin... Biz Türk'ün İslam ile yeniden kurtuluşuna ve kültür ve medeniyetinin ihyasına çalışıyoruz...
Türk-İslam ülküsü, en azından bin yıldan beri süregelen, Abdülkerim Saltuk Buğra Han'dan süre gelen davanın, Yani Türk'ün İslamlaşması ve İslam ile yücelme davasının bir devamından başka bir şey değildir. Bir yeni ideoloji değildir. Tarihi bir oluşumun günümüzdeki devamıdır, Türk-İslam ülküsü... Yani Türk'ün İslam ile ebedi kaynaşması, bütünleşmesi, kültür ve medeniyetinin bununla yoğrulması demektir.
Türk-İslam ülküsü, ülkücü camia içinde zuhur etti ve aynı camia içinde tesir sahası bulup günümüze kadar geldi. Türk İslam Ülküsü'nün söz konusu camianın tabanında tesir sahası bulmasına rağmen, aynı sahayı tavanda, yani “öncü kadro”da bulamayışını neye bağlıyorsunuz?
Yaşlı nesille genç nesil arasında bilinen bir farklılık var. Biliyorsunuz genç nesiller eğitilmeye daha müsait. Yaşlı nesiller 10-15 yıl önce ele geçselerdi onlarda herhalde farklı olurlardı. Her şeye rağmen, samimiyetle söyleyeyim, onlarda etkilenmişlerdir. Bundan on yıl önceki falan beyefendi ile bugünkü falan beyefendi çok farklıdır. İsim vermiyorum... Yani biz Türk-İslam Ülküsü ile Türk-İslam Medeniyeti’nin yeniden ihyası davasını savunurken bu davanın içinde birçok gencin yanında lider kadroyu da eğitmişizdir; epey mesafe almışlardır. Ama gençlerin aldığı mesafe daha iyidir.
Hareketin teşkilatından diğer alanlarına kadar yöneliş olarak, daha uygun bir ifade ile icraat olarak Türk-İslam Ülküsü çizgisine mutabıklık bulmak epey zorca geliyor bana. Yani, söz konusu camianın yönlendirici kesiminde Türk-İslam Ülküsünün bünyeleşemediğine şahit oluyoruz...
Evvela fikrin kavranması sonra müesseseleşmesi söz konusu olabilir. Fikir müesseseleşmeden önce gönülleri ve kafaları fetheder ve sonra müesseseleşir. Evvela fikir gücüyle mevcut olacaksınız, sonrada o fikir müşahhas biçimde ortaya çıkacak. Türk-İslam Ülküsü davasının her geçen gün biraz daha güçlenerek yürüyeceğine ve Türk'ü ihya davası olduğuna inandığım için bu müesseseleşmenin durdurulamayacağı kanaatindeyim. Evet, durdurulamaz çünkü tarihi bir kökü var. İster buna Türk-İslam davası, ister Türk-İslam ülküsü, ister Türk- İslam kültür ve medeniyetinin yeniden ihya davası, ister Büyük Doğu, ister İBDA deyin. Biz Türk'ün İslam ile yeniden kurtuluşuna ve kültür ve medeniyetinin ihyasına çalışıyoruz.
Türk kesin olarak görmüştür ki İslam’ın dışında mahvolmaktadır. Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler... Ancak Müslümanlaşarak Türklük kendini kurtarabilmiştir. Ve böylece İslam'a hizmet etmiştir. Türk, İslam'ın dışında büyük tehlikelere maruz kalacaktır. Biz, İslam’la kaynaşıp bütünleşen kültür ve medeniyetini İslam’la yoğuran bin küsur senelik bir Türklük varlığına dayanarak konuşuyoruz. Gelecek yine bu tarihi temele oturarak sürecektir. Yani geleceğin Türkiyesi, İslami ve milli karakterini koruyan muasır bir Türkiye olacaktır. Kültür ve medeniyet planında konuşuyorum, yani siyasi planda değil.
Anlıyorum efendim. Şimdi de izninizle 12 Eylül’e gelelim. 12 Eylül bildiğiniz gibi birçok hareketi hem iç ve hem de dış (muhteva ve şekil) açısından büyük ölçüde etkiledi. Şimdi bu etkileme ve etkilenme neticelerine bakarak 12 Eylül Müslümanlar açısından yararlı mı oldu?
Şimdi, olan olması gerekendir. Ortada bir içtimai vakıa varsa, biz olmamalıydı diyemeyiz. Olmuştur çünkü. Şartlar, zaruriyetler... Neyle izah ederseniz edin, olmuştur. Olmuşsa mukadderdir. Yani, tarihteki falan hadise olmamalıydı, falan hadise şöyle olsaydı diye temenni edebiliriz ama bu hadiseyi meydana getiren bir sebep ve sonuçlar zinciri vardır. Ve onu durduramazsınız artık. Biz, zaman üç buutludur deriz, dün, hal ve gelecek... Bizim geçmişe söyleyecek hiç bir sözümüz yoktur. Hal üzerinde daha bizim etkimiz çok zayıftır. Bizim ancak gelecek hakkında ümitlerimiz, hayallerimiz ve düşüncelerimiz olabilir. Tabii bundan “geçmişten istifade edilemez” anlamı çıkartılamaz. Geçmişte yapılan hataları, sebep ve sonuç ilişkileri içinde değerlendirmekte muhakkak yarar var.
12 Eylül neden olmuştur? Bunun sebepleri üzerinde uzun uzun durmak mümkündür. 12 Eylül olmasaydı daha mı iyi olurdu? sorusuna bile cevap vermeyeceğim. Türkiye’de bugünkü durumu meydana getiren amillerden biridir. Günümüzü değerlendirmek ve yarına bir şeyler getirmek lazımdır.
12 Eylül İslami hareketin hedefine ulaşması açısından menfi mi, yoksa müsbet mi etki etti?
Biz Müslümanlar olarak evvela ne istiyoruz? Ne bekliyoruz? Realist olmamız lazım. Şimdi, 1988 Türkiyesinde biz Müslümanlar neler yapabiliriz? Ve bugünkü dünyada (bugünkü dünya dengesi içinde) ne isteyebiliriz? Kanaatime göre Müslümanların isteyebileceği şey, demokratik manada hürriyet nizamına kavuşmaktır. Yani, bugün bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman, bir Belçikalı, İsveçli kendi ülkesinde dini yaşama ve yaşatma, öğrenme ve öğretme hususunda ne kadar hürse bende o kadar hürriyet istiyorum. Şu şartlar içinde; Hem de ayaklarımı yere basarak söylüyorum. Müslüman Türk çocuğu da, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yazılı olarak haklarını kullanabilmelidir. Din hak ve hürriyeti mutlak kabul edilmelidir. Din ve vicdanlar üzerindeki her türlü baskı kaldırılmalıdır. Fert ve cemiyet kendi inançlarını ortaya koyabilmeli, eğitim ve öğretimini rahatlıkla yapabilmelidir. Müslümanların şu anda istediği budur. Bilmek gerekir ki cemiyetlerin istekleri şartlar değiştikçe değişir. Bu- günkü şartlarda biz Müslümanlar daha fazla bir şey isteyemeyiz. İstememeliyiz de... Ben bu bakımdan 12 Eylül'ün 1960'ın 27 Mayıs'ından daha iyi zemin hazırladığına kaniyim.
Komünizma... Bu sebep ortadan kalkınca kendi kendilerini sorgulama sürecini başlattılar. Bu da bazı yol ayrımlarına gelindiğinin işaretlerini verdi bize... Sizce gerçekten birtakım yol ayrımlarına geldi mi Ülkücüler?
Efendim Üstad’dan bahsettiniz... Necip Fazıl Bey'den... O da Ülkücülerdeki dinamizme, motor gücüne inanıyordu. Bence Ülkücüler bu dinamizmi kaybetmiş değillerdir. O dinamizm o günkü şartlarda öyle tecelli etmiştir.
Kanunlar ve nizam cemiyete hâkim olunca o dinamizm kültür planına yönelmiştir. 12 Eylül öncesi gençler okumaktan çok canlarını korumak zorundaydılar. Komünist teşkilat ve anarşi üniversitelerde sokak ve caddelerde bir istila hareketi haline dönüşmüştü. Mektebe gidip gelmek, bakkala gidip gelmek ve hatta dükkanını açmak bile büyük bir meseleydi. Çocuklar bırakın okumayı, yazmayı ve düşünmeyi; canlarını korumak zorundaydılar. Yalnız onlar değil, millet o duruma düşmüştü. Bu bakımdan 12 Eylül müdahalesi faydalı olmuştur. Yani cemiyet üzerindeki bu belayı kaldırmak bakımından... Sizin bahsettiğiniz fikir boşluğu bu terör kalktıktan sonra gençlerin, kültür ve fikir ihtiyacını görmelerine vesile olmuştur. Müthiş bir okuma ve araştırma safhasına girilmiştir. İslami teşkilat ve kültürünü araştırma, lisan öğrenme ve yabancı kültürleri tetkik ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bu noktada Ülkücüler bir reaksiyon hareketi değildir. Komünizm, Ülkücülerin antitezlerinden sadece biridir. Ülkücülerin karşısına dikildiği hareket pek çoktur. Bunların içinde komünistler apayrı bir yer tutar. Türkiye için komünizm bir tehlike olmaktan çıkmış mıdır? Dünyada da komünizm tehlikesi bir Sovyet emperyalizmi olarak devam etmektedir. Mesela Afganistan bunun çilesini çekmektedir hala. Sovyet ülkesinde milyonlarca Müslüman ıstırap içindedir. Ve Türkiye'nin dış siyasetine etki eden en önemli unsurlardan biridir Sovyetlerle komşuluğumuz. Mesela biz İspanya'nın yerinde olsaydık, Fransa bizim yerimizde olsaydı, Rusya ile ilişkilerimiz farklı olurdu. Bizim için Komünizm tehlikesi bitmiş değildir. En azından emperyalizm olarak, bir kızıl emperyalizm olarak...
Komünizm fikir olarak bitmiş olabilir. Dün Ortodoks kilisesinin hamisi olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği, bugün sosyalist hareketin merkezi olmak iddiasıyla sürdürdüğü istila hareketi, Romanya'yı, Macaristan'ı ve Çekoslovakya'yı istila etmiştir. Kaldı ki Rusların Anadolu üzerinde emellerini biliyoruz. Yani Komünizm ölse bile Rusya mevcut olduğu müddetçe bu tehlike devam edecektir. Boğazlar, İskenderun Körfezi, D. Anadolu'dan petrol sahasına inme arzuları ve hırsları bitmez. Yani bizi yok edecek tehlike bu değildir.
Ülkücü Hareket bir siyasi hareket olarak ortaya çıktığı zaman rahatsızlık doğacaktır. Bizim hareketimiz siyasi olmaktan ziyade bir kültür hareketidir. Daha doğrusu olması gereken budur. Zaten tartışma da buradan kaynaklanıyor. Yani Ülkücü hareket bir parti hareketine dönüşsün mü, yoksa bir kültür hareketi olarak mı yürüsün? Bu bir bölünme değil, tartışmadır. Arkadaşlarımızın bir kısmı hareketi bir siyasi hareket olarak sürdürmek istiyorlar. Yani bir parti hareketi olarak. Ben şahsen bir kültür hareketi olarak kalmasını istiyorum. Yani partiler üstü bir hareket... Hiç bir partiye ram olmadan, bir kültür ve medeniyet hareketi içinde yayılmasını istiyorum. Çünkü mesele Türk milletinin bütünlüğünü koruma meselesidir. Belki bizi savunan on tane parti olabilir. Benim için önemli olan bu değildir. Benim davamı savunan belki yirmi dergi çıkabilir... Hepsini savunurum. Yani beni destekleyen, bu davayı destekleyen herkesi destekleyeceğim. Ve beni köstekleyen herkesi rakip bileceğim. Bu yüzden partiler içinde bizi desteleyen olursa teşekkür ederiz. Biz siyaseti küçümsemiyoruz. Siyaset olmadan bir memleket idare edilemez. Memleketin Siyasi kadrolara ihtiyacı vardır. Ama memlekette siyasi hareketin dışında ona yön veren onlardan bağımsız fikir hareketlerine de ihtiyaç vardır. Yani fikri bir siyasi partiye mal ettiğimiz zaman fikir kaybeder.
Ben her zaman sağı destekledim. Yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada. Fransa'da Mitterand'a karşı Jan Jak’ı destekledim. Yine İngiltere’de muhafazakâr partinin işçi partisine galebe çalmasını istedim. Yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada solun bir alternatif olarak gelişini istemem. Türkiye'de de tavrım budur. Sağın güçlü olmasını isterim. Sola karşı her zaman olumsuz tavır almışımdır. Şimdi bir gün gelip de bütün milletimi kuşatacak bir siyasi hareket doğarsa, onu destekleriz. Ama bugün böyle bir hareket görmüyorum.
Efendim, benim görebildiğim kadarıyla, Ülkücü camiada sözünü ettiğiniz tartışmaların dışında başka tartışmaların da olduğunu düşünüyorum. Mesela bir kaç yıl önce bir grup genç ülkücü camiadan ayrıldıklarını ilan ettiler. Hatta "Yazı" adında bir de dergi çıkarttılar. Bunun gibi daha birçok ferdi ve grup kopuşlarına, saf değiştirmelerine şahit olduk. Bunun devamı da gelecek gibi geliyor bana. Öte yandan işin sevindirici yanı Ülkücü camiadan, Büyük Doğu’ya doğru büyük bir yönelişin başlaması... Şimdi bu büyük yönelişe bakarak Üstadın 1979’da Ülkücüler hakkındaki dileği gerçekleşiyor diyebilir miyiz?
Ülkücü Harekette her hareket gibi statik değildir. Donmuş bir hareket değildir. O da kendi ülkesindeki fikri ve siyasi cereyanlarla ister istemez bir etkileşim halindedir. Ve bunlar da her insan ve kitle gibi çeşitli telkinlere maruz kaldığı için, şu anda da bir merkezden organize edilmedikleri için ister istemez çeşitli varyasyonlar şeklinde görünüyor. Bu bir noktaya kadar normaldir ve hareketin gelişmesini sağlar. Biliyorsunuz sosyolojide bir kaide vardır; bir kültür hareketinin güçlenmesi, temaslarla mümkündür. Kapatın bir havzaya bir insan grubunu, orada ilkel kalır. Ama salın cemiyete kendi özünü kaybetmeden, temaslarıyla beslenir. Bence Ülkücü hareket şu anda kendini beslemektedir. Okuyup araştırmaktadır. Kendini sorgulamaktadır; Kritik etmektedir. Dününü bugününü ve yarınını o temel üzerine oturtmak istemektedir. Kimileri henüz bu kritiği yapmaksızın dergi ve gazeteler çıkartmakta 2-3 sayı sonra pişman olmaktadır. Sonra yeni bir dergi çıkartmaktadır. Bu, hareketin dinamizmidir. Burada hedef olarak gaye birdir. Türk-İslam medeniyetini ihya davasıdır. Nereye giderseniz gidiniz budur. Ama bu sadece Türkiye'ye mahsus bir hareket olarak kalmaktan da öte, bir gün Allah dilerse İslam aleminin, bir gün Allah dilerse beşeriyetin kurtuluşu için halka halka büyüyen bir harekete dönüşebilir. Yani dün düşük bir hareket olarak başladı, halka halka temas kurarak geniş kitlelere doğru açılıyor. Yarın nerede nasıl bir şekil alacağını bilemiyoruz. Ama bu hareketin durmayacağı önlenemeyeceği kesindir. Çünkü ben şuna iman etmişim; Türk ayağa kalktığı zaman İslam dünyası ayağa kalkacaktır. Selçuklu çöktü İslam dünyası köleleşti, Osmanlı çöktü, İslam dünyası sömürgeleşti. Biz ayağa kalkacağız ve İslam dünyası ayağa kalkacak. İslam dünyasının ayağa kalkması demek beşeriyetin büyük kurtuluşa adım atması demektir. Böyle bir ümit ve haz içinde bulununca, Ülkücü hareket bir fetih hareketi halinde, şu anda birçok noktayla temas halindedir. Bu temasla bir şeyler almakta ve bir şeyler vermektedir. Ama işin temelinde bir ihya hareketi, bir diriliş hareketi vardır. Necip Fazıl Beyin mesajı ülkücü camiada sandığımızdan daha çok yankı bulmuş ve bulacaktır. Bundan sonra da o mesajın gücü daha çok artacaktır. Bunun da sebepleri vardır. Üstadın son zamanlarında ülkücü camiaya duyduğu sempati ve haklarında yazdığı yazılar ve ikinci bir noktada bizim Üstada duyduğumuz sempatisi... Yani şahsen benim ve arkadaşlarımın Üstada olan sempatisi… Aynı zamanda bizim Büyük Doğu'dan yetişmiş olmamız. 1948'den beri, ben 40 senelik Büyük Doğucuyum. Bunun kökü bende 40 seneliktir. Ben 16 yaşımdan beri Büyük Doğu okurum. Üstelik Büyük Doğu ile bizim aramızda adeta akrabalık vardır. Bunun için Türk İslam Ülküsü Büyük Doğu ideolocyasının bir parçasından başka bir şey değildir. Hatta bir devamından başka bir şey değildir. Biz Necip Fazıl’ı kendi şairimiz, kendi edibimiz, kendi mütefekkirimiz ve kendi bayraktarımız kabul ederiz. Hatta bana göre Necip Fazıl 20. yy'da Resulullah'ın şairidir, edibidir. Bizim dehasına inandığımız, sevgisini kazanmak için çırpındığımız sevgisini kazandığımız ve kendisini çok sevdiğimiz Necip Fazıl Bey, bizim hayatımızda ve hareketimizde etkili olacaktır. Bu etkiyi her geçen gün biraz daha farkedeceksiniz.
Efendim; daha kestirme bir ifadeyle Ülkücüler yakın gelecekte Büyük Doğu bayrağının altında olacaktır...
Altındadır zaten.
12 Eylül öncesi Ülkücüler aksiyon ve hareketiyle rejimi savunma ve himaye etme durumuna geldi. 12 Eylül müdahalesi ise onlara büyük zayiatler verdirdi. Son açıklamalarında ise, 80 öncesi düştükleri hataya düşmeyeceklerini ifade ettiklerini görüyoruz. Şimdi bu gerçekleşirse, yani komünizm karşısında bir reaksiyon olma durumuna ve hatasına düşülmezse, bu haliyle Ülkücüler eski dinamizmlerini koruyabilirler mi?
Öncelikle şunu ifade edeyim; Ülkücü camia gerçekten de devleti savunmuştur. Türkiye'yi bölmek yıkmak ve parçalamak isteyenlere karşı dişini tırnağına takmıştır. Ve 12 Eylül harekâtı sırasında komünistlerle beraber tutuklanmasını yargılanmasını hazmedememiştir. Buna hayret etmiştir. Yani sükut-u hayale uğramıştır. İşte bu sükut-u hayal içinde bazı şeyler söylenmiş olabilir. Ama ben şuna eminim ki, yarın devlet tehlikeye girerse ülkücü camia devletin yanındadır. Yani devletin, milletin yanındadır. Bu sükut-u hayal içinde söylenmiş sözlerin, hissi karakterini de unutmamak lazımdır. Ben de gördüm, ben de işittim... "Bundan sonra bu devleti destekleyenin, bu vatanı bilmem ne edenin" falan diyen arkadaşlarımız olmuştur. Fakat onlar hapishaneden çıkarken söylenmiş sözlerdir. Hapisten tahliye edildiği gün, kelepçeleri söküldüğünde söylenen sözlerdir. Bu bir hissi reaksiyondur. Bizim işimiz devletle değildir. Bizim işimiz anayasa ve düzenle de değildir. Bakınız çok yanlış bir teşhistir; bazıları bozuk düzenle döğüşüyoruz diyorlar. Bizim için düzeni sağlayan ne anayasadır, ne kanunlardır, ne de yönetmeliklerdir. Düzeni sağlayan insandır. Siz bana bu anayasayı verin, hatta beğenmediğiniz bir anayasayı verin, yalnız kadromu kurmam şartıyla devleti ben idare edeyim. Önemli olan insan ve kadrolardır, anayasalar değil. Bir Fransız hukukçusunun dediği gibi; anayasalar maalesef mevcut rejimi gizlemeye yarayan paravanalardan ibarettir. Sovyet anayasasını okuyun, bilmem Bulgar anayasasını okuyun içlerinde pekala enteresan ve güzel şeyler vardır. Ama tatbik sahası bulamaz. Ben Rus anayasasının 72. maddesini gördüm. İsteyen Sovyet cumhuriyetinden ayrılabilir. Bu kadar hürdür. Mesela orada Türkistan, Özbekistan isterlerse müstakil bir cumhuriyet haline dönüşebilir. Ama buna imkân vermiyor. Yalan söylüyor. Din hürriyeti vardır diyor. Ama bunu vermiyor. Camiyi kapatıyor, bilmem ne yapıyor.
Evet anayasalar değil memleketi idare eden kadrolardır. Bilmem hangi ülke şu anda İslam devletiyim diyor. Ama İslam’ın zerresi yoktur. Şu an anayasası İslam’dır, Kur'an'dır. Oysa İslam da yoktur Kur'an'da yoktur. Yalan söylüyorlar. Anayasa bir paravana, kanunlar bir paravana haline gelirse ülke için tehlike olur. Benim için önemli olan devleti idare edecek fert ve kadroların vicdanlarında yatan değerlerdir. Siz neye inanıyorsanız anayasanız odur. Kadrolar neye inanıyorsa anayasası odur. Bana, anayasayı değiştirmek, kanunları değiştirmek rejimi değiştirmek hiçte isabetli bir hedef seçimi gibi gözükmüyor. Bana insanı değiştirmek, kadroyu değiştirmek mühim geliyor.
İnsanımızı ve kadromuzu değiştirmenin yolu da anayasadan geçmiyor mu?
Eğitim ve kültür yoludur. Bakınız biz insanı istenilen biçimde yetiştirebilirsek, özlediğimiz değerlere sahip olursak, netice almamamız mümkün değildir. Cemiyet özleyecek de elde edemeyecek, mümkün değildir. Peygamberimizin buyurdukları gibi, "Herkes layık olduğu idareye kavuşur." Kitleler neyse idare odur. Kanaatime göre mesele insan yetiştirme meselesidir. Bir maarifçiyim ben. İnsanı olmadan en güzel anayasaları ve kanunları verin bir netice alamazsınız. Öğretmenliğimde müşahede ettim; "şu ders çok güzel fakat hocası berbat. Hiçbir şey öğretemedi." Şu dersin adı bir şeye benzemiyor ama, hocası yaman. İyi öğretmen. İyi bir öğretmen kötü bir ders programını çok başarılı bir şekilde değerlendirebilir. Kötü bir öğretmen de çok iyi bir ders programını berbat edebilir. Anayasalar, kanunlar ve nizamlar insanların yapısına göre mahiyet değiştirirler. Ben 1982 Anayasası ile iktidar olayım, yani kadromla işbaşına geleyim herhalde muvaffak olduğumu görürsünüz. Zaten anayasalarda kanunların değişebileceklerini söylüyorlar. Kadro değişirse ona paralel çok şey değişir.
Benim görebildiğim kadarıyla sizin bahsettiğiniz anayasalar sizin ve kadronuzun iş başına gelmesini önlüyor. Dolayısıyla kadronuzun iş başına gelebilmesi için anayasaların tahrif edilmesi gerekiyor.
Anayasalar ve kanunlar hayatı düzenler. Görüyoruz ki Türkiye'de anayasaların değişmesi anayasalara göre olmuyor. Bütün dünyada aşağı yukarı anayasaların nasıl değiştiğini biliyoruz. Anayasalar zamanı gelince değişiyorlar. Bu bir kaderdir. Bu da ayrı bir mesele... Anayasalar değişmeye meyyal. Biz şimdi anayasalarla kanunlarla boğuşmuyoruz. Anayasa ve kanunların düzenlediği sınırlar içinde, kanunları ve sınırları elimizden geldiği kadarıyla, (Üstadın tabiriyle) gererek netice almaya çalışıyoruz. Yoksa kanunsuzluk zemininde dolaşmayacağız. Ülkücülerin, daha önce kanunsuz zeminlerde dolaştılarsa bundan sonra dolaşmayacağız demeleri tabiidir. Fakat ben dolaştıklarını sanmıyorum. Bazı çocuklar dolaşmışsa ve bazı kanallar tarafından buna itilmişlerse bir daha bu hale düşmeyeceklerdir. Gördük; bazı kuvvetler ülkücülere suç işletmişlerdir. Mahkemelerde gördük, suç işletmek için özel tuzaklar kurulmuş.
Ülkücülerin bir daha 12 Eylül öncesinde olduğu gibi devleti himaye hatasına düşmeyeceğini söyledik.
Mahkemelerde ülkücü hareket şöyle itham edildi: Devlet varken siz niçin bu işleri yaptınız? Bu iş devletin sorumluluğundaydı, siz memleketin düzenini sağlamaya kalktınız. Bu soru çok müşkül duruma soktu işi. Devlet yoktu diyeceksiniz suç, devlet vardı diyeceksiniz suç. Şimdi ülkücü hareket haklı olarak kendini toparlamıştır. Devletin yapacağı görevlere bilhassa asayiş görevlerine girmeyecektir, girmemelidir de. Böyle hareket etmesi uygundur. Devlet vazifesini yapmalıdır. Ülkücüler sadece bir kültür hareketi olarak çemberini genişletmelidir. O bir polis, bir jandarma hareketi değildir. Üniversitede anarşi varsa, sokakta anarşi varsa bu devletin sorunudur. Ülkücünün can ve mal varlığı tehlikeye giriyorsa bunu devlet önleyecektir. Ülkücüler, 12 Eylül öncesi boşlukta yaptığı hatayı tekrarlamak istememektedir. Ve inşallah o boşluk bir daha doğmaz. Gerçekten de 12 Eylül öncesi bir boşluk vardı.
12 Eylül öncesi, ülkücülere bir misyon verilerek bir denge oluşturmak gayesi güdüldü. Şayet ülkücüler şimdi böyle bir denge oyununa gelmeyecek olurlarsa...
Ama şimdi devlet daha güçlü...
Fakat yeniden olayların hızlandığını görüyoruz.
Bu daha çok Sol'un. Öyleyse devlet tedbirini alsın.
Bizi ilgilendirmiyor mu diyorsunuz?
Biz ne yapabiliriz? Devletin silahlı kuvvetleri güvenlik, güçlerinin onları ezeceğini sanıyorum. 12 Eylül öncesi boşluğun doğacağını sanmıyorum. Böyle bir boşluk doğarsa şayet o zaman kimin ne yapacağı bilinmez. Allah korusun. Orasını kimse kestiremez. Devletin gücünün işlemediği yerde anarşizm vardır. Şu anda o zemin yoktur ve kolay kolay kurulacağa benzemiyor. Ama bu Sol'un bir tehlike olmadığı manasına gelmez. İleride dengelerin sarsıldığı bir dönem olur mu bunu bilmiyorum.
12 Eylül öncesi ülkücü camianın bir sloganı vardı: "Yaşasın devlet yıkılsın düzen"
Yıkılsın düzen sözünü hiç hatırlamıyorum... Şüphesiz sloganların hareketlerin hayatında önemli bir yeri vardır. Politikaları bir bakıma sloganlar tayin ediyor. Ülkücülerin yıkılsın düzen sözünü hiç hatırlamıyorum. Milli devlet güçlü iktidar vardı. Düzenden ziyade iktidarın güçlü olması isteniyor. Devlet düzenine karşı değildir. O iktidarlardan şikayetçiydi. Biz de şikayetçiyiz. Yani iktidarlar "İktidar" olamayınca... Mesela bizde, üzülerek söyleyeyim Türkiye hiçbir zaman ümit ve arzularını gerçekleştirecek bir iktidar kuramadı. Tavizkâr davrandılar... Milletin oylarını alıncaya kadar çalıştılar. Millete güzel şeyler vadettiler, daha sonra bu vaatlerinin çoğunu unuttular; ülkücüler bu yüzden hep güçlü bir iktidar istemişlerdir; yani vaatlerini tutacak bir iktidar. Düzene karşı olanlar vardı ama ülkücüler değildi onlar. İşimiz dü- zenlerle değil, insanlarla, kadrolarla.
Teşekkür ederim
Ben teşekkür ederim.
Röportaj: Ali Hışıroğlu, Son Karar Dergisi 6. Sayı, Kasım 1988