Sizin için de uygunsa eğer hürriyet bahsiyle başlayalım istiyoruz. Biz, Batı Medeniyeti ile İslâm kültürü arasında sıkışıp kalmış bir milletiz... Özellikle sekülerleşmeyle birlikte biz nefsimize olan tutsaklığımızı hürriyet zannediyoruz. Hâlbuki bizde önce mutlak hürriyete esaret ve sonra hürriyet değil mi?

Esaret değil de, İslâm’da selâmet bulmak… Söze girerken, hürriyet, varlık, ölüm gibi tefekkür bağlamında şeyler sundunuz. Ben kültürün tefekkürden ziyâde bir hayat tarzı olduğuna inanırım. Herkesin inancı kendine göre ama herkesin başka Allah’ı yok! Bir tane Allah var. Herkesin Allah’ta merkezi var. Herkesin din telâkkisi de farklıdır. İslâm anlayışına göre Allah bize hesap soracağı zaman,  düşüncelerimiz ve duygularımızdan hesap sormayacak. Zilzal Sûresi’nde bir tek kelime ile toplamış: “Fe mey ya'mel miskale zerratin hayray yerah-şerray yerah.” Bir zerre tanesi kadar hayır veya şerriniz de olsa “amel”inizden soracaklar. Ancak amele, fiile, eyleme, düşünce tesir ettiği için, hayır düşünerek, hayırlı şeyler yapmaya zemin hazırlamak… Bunun, şimdi, zamanımızda yeni modası, “İslâm olmasın da ne olursa olsun!” Böyle bir yanlışlık var. “Olumlu mesaj ver doğaya!” Bunun adı 1400 sene evvel konulmuş. “Hüsn- ü Zan”dır bunun gerçek adı… Kötü düşünmemek… Ama kötü düşündün de yapmadın, günah terettüp etmez. Ama Allah’ın rahmetinin gazabından ileride olduğunun göstergelerinden biri olarak, hayırlı bir şey düşündün ama yapamadıysan, yapmış gibi ecir nasip ediyor Allah… Dolayısıyla düşünce çok önemli değil… Hareket önemli, fiil önemli… Çünkü İslâm bir inanç sistemi değildir, bir hayat sistemidir. Benim her referansım İslâm’dır. Bir tek örnek vardır: M……. Mustafa Efendimiz…(S.A.V) Başka örnek edinenler de farkında olmadan, İslâm dairesinin dışına çıkmış olurlar… Öyleyse, hürriyet; Fransız İhtilali’nin bir köşe taşı teşkil ettiği tarihî dönemden sonra ortaya çıkmış bir kavram değil, Hazret-i Adem’den başlamış ama zaman içinde bozukluklara, değişikliklere, nefsaniyetlere uğramış ama Peygamber Efendimiz’den sonra fiilen bozukluklar olmasına rağmen, prensip bozulmamıştır. Bizim yanılma sebebimizi Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de anlatmış: "Ve mâ halak-tü'l cinne ve'l inse illâ li ye'budun.“ Parçalayarak incelersek bu ayeti; “Ben sizi kul olun diye yarattım.” Bitti! Kul! Sizi derken; cinler ve insanlar… Bir de Arapçada bir kâide vardır, bir mânâya kuvvet vermek için önce olumsuz sonra olumlu söylenir. “Lâ ilâhe…”; İlâh yoktur. “İllallah.”; Allah’tan başka… Yâni tam mânâsıyla önce fikir haznesi, inanç haznesi boşaltılır, sonra doldurulur. Ayette de “ve mâ halak” diyor; “yaratmazdım”… “Cinleri ve insanları”… Demek ki kul olmak gayesiyle yaratıldığımıza göre, yaratıcımızın gayesine muhalif davranmamız mümkün değildir. Kime kul olduğumuzla başlıyor iş. Bakınız, bana kul olun demiyor âyette. Demek ki her yaratılmış insan Allah’ın kulu değil. Konuşuyorlar; “gâvur deme”. “Onlar da Allah’ın kulu değil mi?” Değil…   Allah’ın kulu olsa gâvur demem. Nefsinin kulu onlar… İşte, kul olmaya mecbur olarak yaratıldığımız için konu kime kul olacağımızda düğümleniyor. Kul olmaktan kurtuluş yok… Ya nefsine kul olacaksın, ya da Allah’a…

İşte hürriyet de burada. Nefsine kul olanlara sorarım, senin nefsin ne kadar hür olabilir? Düşüncen kadar… Düşüncen kadar hürsün. Ve gidebildiğin yere kadar hürsün. Hareket olarak. Gidebildiğin yer ile sınırlı bir hapishanede yaşıyorsun. Hazret-i Mevlâna, Miraç bahsini anlatırken; “Resûlullah yegâne şahittir. Çünkü yegâne hür O’dur.” Diyor. Nereye bağlayarak söylüyor bunu? Biliyorsunuz kölelerin şahitliği kabul edilmez. Çok mecbur kalınırsa bazı hukukî prensiplere göre bazen iki, bazen dört köle lâzım gelir, şahitle ispat edilebilecek konularda.  Bazıları şahitle de ispat edilmez, yazılı evrak lâzımdır. Tabiî bu arada parantez içinde aklıma gelmişken söyleyeyim; Allah Teâlâ “anlaşmalarınızı yazın, yazmayı bilmiyorsanız âdil bir kâtibe yazdırın” diyor. Biz kendi kendimize bir erkeklik icat etmişiz, “benim sözüm senettir” diyoruz. Allah öyle demiyor ama…

Allah Resûlü de her şeyi yazdırırmış.

O zaman nereden çıktı bu “benim sözüm senettir” lâfı? Benlikten, nefsaniyetten çıktı. Burası parantez içindeydi. Yazılı evrak isteyen ispatlar haricinde köleler normalde şahitlik yapamazlar. Resûlullah’ın Miraçta bedenen gittiği yer ki; bunu ruhî, düşünce ya da hayâl olarak görmek, Kur’an-ı Kerim’in İsra Sûresindeki “bi abdihî” sözünü anlamamak demektir. Abdiyet, ruh, meal, ceset; insanda olur. Ruhta abdiyet olmaz.

O da nefsaniyetten kaynaklanıyor değil mi? İllâ onu kuşatacak, aklının alacağı hâle sokacak… Rüyada gitmiştir diyor, çünkü aklı kuşatmaktan aciz aklıyor…

İdraksiz… İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez, zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez! Yetmiyor aklı… Yetmez ki… Kaç yaşındasın?

28.

10 sene evvel 18 yaşındasın. 10 sene evvel ki bütün fikirlerin doğru mu?

Değil tabiî…

O zaman da aklınla hüküm veriyordun, şimdi de aklınla hüküm veriyorsun. 10 sene sonra yine hüküm vereceksin, bugünkü hükümlerini beğenmeyeceksin. Bak, akıl kendi kendini beğenmiyor zaten. Nasıl oluyor?

Hazreti Ebûbekir’in bir sözü var: “İdrakin aczini idrak idraktır' diye…

Efendimizin yüceliğini anlayamamak anlamaktır. Bu da Hz. Ebûbekir’e atfedilir. “Çok büyüksün de, büyük lâfı senin yanında küçük kalıyor” deyince, işte bu kadar oluyor. Lâf yetmiyor. Çünkü “lâf” da mahlûktur. Efendimiz ise sebeb-i hilkat-i âlem’dir. Aynı teraziye konamaz. Sen bakma anlayışsızlara… “Ene beşerun mislukum” âyetini söyleyip “Ben de sizin gibi insanım” diye anlayan insanlara. “Ben de sizin gibi insanım” demiyor ki, “ben de sizin cinsinizden insanım” diyor. “Sizin gibi insan” başka “sizin cinsinizden insan” başka… Miraçta Efendimiz nereye gitti? Sidret-ül Müntehâ’nın dışına… Sidret-ül Müntehâ ne? Yaradılmışlığın hudûdu… “Ol” emriyle yaradılmışlık var. Peki, “Ol” emrinin dışında bir şey yok mu? İşte oraya gitti. Cebrail Aleyhisselâm da yaratılmış olduğu için Sidret-ül Münteha’dan sonra Efendimize ne arz etti? “Ya Resûlullah, buradan öteye ben gidemem.” Neden? Mahlûk da ondan… Gidersen ne olur, “beni bırakma” buyurdu Efendimiz. “Yanarım Ya Resûlullah” buyurdu Cebrail. Demek ki tek hür, Allah’ın Sevgilisi… “Onun her husustaki şehâdeti doğrudur” diye bağlıyor Hazret-i Mevlana… İşte hürriyet budur. Çünkü Efendimizin zatî yüceliği haricinde sen hiçbir zaman Sidret-ül Müntehâ’ya kadar bile gidemezsin. Ama Allah’a kul olursan, Allah seni isterse, Sidret-ül Müntehâ’nın da haricine çıkarır. Hangisi hürriyet? Dolayısıyla hür davranmak, hür düşünmekten daha önemlidir. Çünkü hür düşünce denen şeyde, yalan olur. Fiilde yalan daha az olur. Yahut fiildeki yalan daha kolay anlaşılır. Adamın boğaz damarları fazla atar, yüzü kızarır, ter basar, burun delikleri açılıp kapanır. Bunlar ki hele ilm-i sima denen bir ilim vardır, onunla meşgul olanlar tarafından “şıp” diye anlaşılır. Herkes anlamaz ama nasıl ki mütehassıslar beden ilmiyle ilgili olarak kendi ihtisas alanlarından anlıyorlarsa, bu da bir nev’i ihtisas alanıdır, günümüzde çok yaygın olmasa da… İşte, hürriyet düşüncede değil, fiilde ortaya çıkan bir şeydir. Ancak biz beden olarak belli bir adresteyiz. Ev adresi değil, beden adresindeyiz. Benle beraber bedenim de geziyor ama ben bedenime hapisim. Sen de bedenine hapissin. Senin de bir hürriyetin var. Benim hürriyetim senin hürriyetine, senin hürriyetin benim hürriyetime tecavüz etmeyecek! Nasıl bedenlerimiz birbirine tecavüz etmiyorsa… Özellikle belgesellerde gösterildiği gibi hayvanatın kendine çizdiği hüküm alanı lâzım. İdrar bırakıyorlar, bilmem ne yapıyorlar falan... Senin de bir düşünce ve fiil alanın var. Benim düşünce ve fiil alanım, senin düşünce ve fiil alanına girmeyecek. Ayrıca, dünyada ne kadar anlaşmazlık varsa, kişiler, toplumlar ve devletlerarasında, diyalogsuzluktan kaynaklanır. Konuşunca genellikle meseleler hâlledilir. Konuşulmazsa, sen benim hakkımda yaptığım işten dolayı yanlış düşünüyorsun, ben de senin hakkında; sonra hiç birbirimize bir şey yapmadan düşmana dönüşürüz. Düşmanlıkların da, sevgisizliklerin de çözümü diyalogdadır. Bir çeyrek de anlaşmazlık olacak. O da ne? Esmâ çatışması. Allah Zülcelâl bir çok sonsuz esmânın mâliki. Piyasada dolaşan 99 Esmâ algısı da fevkalâde yanlıştır. Allah’ın sonsuz ismi vardır. O sonsuz Esmâ içerisinde Efendimiz Hazretlerinin tâlim buyurduğu 99 tanesi bilinir. Ama böyle anlayan maalesef az. Tesbih tanesiyle paralellik kuruyorlar. Yâni insanoğlu hurafelere sarf ettiği aklı hakikate sarf etse filozof olur… İşte hürriyet, davranış biçimi serbestliği değil; davranış biçimi disiplinidir. Başıboşluğun, serseriliğin önüne geçmektir. Disiplin, faşistlik değildir. Her kurum bir disipline sahiptir.

Disiplin aynı zamanda âhenk demektir değil mi?

Evet, disiplin ahenk demektir. Sazı akord etmezsen çalamazsın. İstediğin kadar doğru perde bas, akord yok! Onun gibi… Nasıl sazı çalmadığın halde, akord ettiğin zaman o bir disipline giriyorsa ve öyle kullanılabiliyorsa, hürriyetini de disiplin dâhilinde kullanabilirsin. Günümüzde başıbozukluğun ve nefsaniyetin adını hürriyet koydular. Ama öyle olmadığı ve insanların mutluluğunu temin edemediği ortada…

Bugün gençler uyuşturucu kullanıyor, alkol kullanıyor.

Neden yapıyor bunu?

Ruhunu tatmin edemiyor.

Evet. Oyalanıyor. Avunuyor. Oyalanmak ve avunmak için gelmedik… Kumar da böyledir...

Aslında benlik gayesine erebilmek bizim amacımız. Bu amaç doğrultusunda hareket etmeyi kendimize şiar edinemiyoruz. Mevzu orada…

Biz benliğimizin gereğini yapmayacağız. “Festekim kemâ ümirte”; “Emrolunduğun üzere istikamet sahibi ol”.

İşte asıl ben davası da orada değil mi?

Evet. Ama benlik de var. Bu “benlik” eskiden tasavvuf ekolleri olan tarikatler ve tarikatlerin lokalleri olan tekkelerde terbiye edilme sistemine sahipti. Bugün o sistem yok. Dinin mükellefiyet kanadı camide icra edilir. Muhabbet camide icra edilmez. Allah ve Resûlüne olan muhabbette lâubâliliğe yer yoktur. Lâubâlilik de bir nev’i disiplinsizliktir. İşte “din” kurumunu insanı yükselten ve ilerleten bir kurum olarak gördüğümüzde -ki doğrusu budur; kuş örneğine bakacak olursak, nasıl ki kuş yükselip ilerlerken iki kanadını çırpıyorsa ve tek kanat ile yol alamıyorsa, din de tek kanat ile yükselmez, ilerleyemez. Ancak yürür. O da aksak yürür. Biz mükellefiyeti eda etmeye çalışıyoruz, muhabbeti bilmiyoruz. Onun için de kurum bizi yükseltmiyor ve ilerletmiyor. İslâm Medeniyeti dünyaya örnek olduğu zamanlar böyle değildi… İşte, en büyük noksanlık, muhabbetsizlik. Allah ve Resûlünü sevmeyen, insanları sevmeyi bilemez. Bugün bir takım yanlış yunluş lâflar dolaşıyor; “hayvanları sevmeyen insanları sevemez” diye… Sen hayvan sevmiyorsun ki… Sen, sana itiraz etmeyecek, her dediğini yapacak, bağırıp çağıracağın, canın istediği zaman seveceğin, besleyeceğin bir mahlûku seviyorsun. Bir yetim çocuğu alsan, büyütsen; yarın-öbür gün o çocuk sana itiraz edebilir.

Bir bedeli var. Nefse zor gelen bir tarafı var.

Onun için kendini hayvansever zannediyor. Yalnızlığını unutmaya çalışıyor. Hayvan sevmiyor.

Filistin’de bombalanan çocuklar da o yüzden umurunda değil. Çünkü bir tepki verse, buğz etse belki bir bedeli olacak…

Şimdi, 3 yaşında torunum var, bana akıl öğretiyor, “o öyle değil, böyle” diyor. Neden? Çünkü insan! Akşam anasına yardım etmek için kabak dolması yediriyorum, “kabağından verme, etinden ver” diyor. 3 yaşında daha… Ama köpeğin önüne yemek koyduğunda öyle demiyor.  Onun için bir yetim çocuk alıp büyütmüyor, kedi-köpek büyütüyor. Ve kendisini “ben hayvanseverim” diye ortaya koyuyor, yalan söylüyor. İnsan sevmeyi bilmiyor. Sevgisizlik öyle bir içtimâî hastalık ki… İnsanın en yakını zevci ve zevcesidir. Evladı, ana babası değil… Çünkü bir tarafında çıban çıksa karın bakar. Çocuğun bakamaz. Peki, Türkiye toplumunda karısına iltifat edene ne diyorlar? Kılıbık! Kocasına iltifat edene ne diyorlar? Yalaka… Yani sevgiyi dile getirmek ayıp. Böyle bir şey olur mu yahu? Resûlullah Efendimiz Yemen civarına bir memur tâyin ediyor, bugünkü anlamda vali gibi, en son talimatlarını buyurmak üzere konuşurlarken, huzurda bulunanlardan bir zatın çocuğu geliyor. Babasının kucağına oturuyor. Babası da işaret ediyor, “sus bak, burada Resûlullah var, büyükler var” diyor. Çocuk da sakin sakin oturuyor. O vali tâyin edilen zat sıkılıyor ve suratı asılıyor. Efendimiz lâfı kesiyor, “sen çocuğunu kucağına alıp sevmez misin?” buyuruyor. “Sevmem Ya Resûlullah” diyor. Hiç cevap bile vermiyor Efendimiz. “Ya Ebûbekir, kendi çocuğuna şefkat göstermeyen ahaliye şefkat göstermez, biz başka bir adam tayin edelim” buyuruyor. Efendimizin sevgi anlayışı… Muaz bin Cebel bir gün yanında Süheyl-i Rumî ve Bilal-i Habeşî ile sohbet ederken, bir zat gelip kendisine; “biri Rum köle, biri Habeş’li köle… Ne konuşuyorsun bunlarla” deyince, sinirleniyor. Ensesinden tuttuğu gibi Resûlullah’a götürüyor. “Ya Resûlullah, bu böyle böyle dedi” diyor. Efendimizin cevabı orijinal; yüzüne bile bakmadan, “ateşe gitsin” anlamında bir söz söylüyor. Deyim olarak kullanırsan “cehenneme kadar yolu var” demek. Orjinali “Def’i ile’n-nâr”

İnsanı hor görüyor çünkü.

Asalet meraklısı hâlâ. Çünkü Müslümanlık içine işlememiş hâlâ. Yatmayı, kalkmayı namaz kılmak, aç durmayı oruç tutmak, para vermeyi zekât vermek zannediyor. Ben zekât verdiği adamın elini öpen adam tanıyorum. “Beni borçtan kurtardın, kabul ettin, teşekkür ederim sana” diye… Muzaffer Efendi Hazretleri… Beyazıt Camiînde zarf ile zekât dağıtır, alanların hepsinin de ellerinden öperdi.

Burada bir parantez açalım, siz bunları televizyonda da anlatıyorsunuz. Bu insanlar da dinliyorlar. Peki, niçin anlamaya çalışmak yerine size düşmanlık ediyorlar? İnsanlar neden hiç birbirlerini dinlemiyorlar? Çok enteresan değil mi? Herkes her şeyi biliyor ama…

Heh işte! Herkes herşeyi biliyor…

Her şeyi bir kenara bıraksak, bu başlı başına çok büyük bir problem değil mi?

Onun sebebi de sevgisizlik. Şimdi bakınız, çocuk büyümeye başlıyor… Daha tercih etme hakkından bile haberdar değilken, komşular, akrabalar başlıyorlar çocuğa sormaya “anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” diye… Hâlbuki anne anne gibi, baba baba gibi sevilir. Çocuk tercih etmesi gerektiği zannı ile büyüyor. Bu zanlar onu ileride kendinden başka kimseyi sevemez hâle getiriyor. Buradan başlıyor yanlışlık. Akrabalar, doğan çocuğun etrafına toplanıp, “gözü sana benziyor, kaşı bana benziyor” Ben! Sevgisizlik. Hâlbuki çocuk parmak izinden DNA’sına kadar, farklı bir mahlûk… Benzeyebilir birilerine ama benzemekle ne oluyor? Anneanne geliyor “dayısına benziyor” diyor. Bu ne demek? Bizim aileye benziyor demek, ben demek. Öteki taraftan babaannesi geliyor “amcasına benziyor” diyor. Yine “ben”! Sevgisizlikten dolayı dinlemiyor. “Sen kimsin be?” diyor. Hâlbuki yine Hazret-i Mevlâna’dan örnek verirsek, “bir çobanı bile dinle, hiçbir şey bilmiyorsa, senden iyi koyun gütmesini biliyordur” diyor. Dünyada cevher sahibi olmayan hiçbir insan yoktur. Deliler hariç. “Lâf” gibi geliyor bunlar ama bir fonksiyonu var ki söylenmiş. Her günü bayram, her adamı “Hızır” bileceksin. O zaman dinlersin. Kendini “Hızır” zannedersen kimseyi dinlemezsin.

Üstad Necip Fazıl’ın, estetik idrakini ön plana çıkartır. Bir Müslümanın sanat ve estetiğe bakışı nasıl olmalıdır?

Bu benim içimde kanayan yaralardan biridir. Kâinatta ne varsa Allah Teâla’nın Esma tecellisinden olur. Allah Zülcelâl’in “El Mübdi (c.c.)” diye bir ism-i şerifi vardır. Bugün lisanımız sadeleştirme adı altında fevkalade fukaralaştırılmıştır. Sen bile estetik diyorsun. Neyce estetik?

Latince.

Bediîyat demiyorsun. Bediîyat desen, Allah’ın “El Mübdî” ismini bilirsin. Bediî eserler. Maalesef tercümelerde büyük yanlışlar olduğu için, tercüme üzerine hüküm binâ etmek büyük yanlışlıklara sebep oluyor. Bundan toplumumuzun kurtulması lâzım. Esmâ-ül Hüsna tercümelerine baktığınız zaman, “benzersiz-modelsiz eser yaratan” diyor. Öyle değil. “El Hâlık” ismi şerifinin içinde “benzersiz” kavramı var. “Mübdî” estetik demek, estetik yaratan demek. Rahmetli şeyhim, akşamüzeri güneş batmasını seyrederdi. Çok severdi. Özellikle lodostan sonra acaip renkler olur İstanbul’da. Bakar bakar, sigarasını da yakar, gözünden yaş süzülürdü. “Usta yaman” derdi. “Subhanallah” diye bağırırdı. Hangi tabloda güneşin batışı saniye saniye değişerek güzelleşir? Tan yerini O’nun kadar güzel resmeden yok. En büyük ressam O… Musavvir; tasvir eden; o tasvirinde de estetik var. Gergedan niye estetik değil?

Neden hocam?

Burnu, boynuz gibi de ondan. Hipopotamın ağzı kocaman. Ama ceylan öyle değil. “ben onu da yaparım, onu da yaparım” diyor Hâlik-ı zü’l-celâl. Onda halîkiyet esması, ceylanda bediî esması var. Tarikat, Esma ile nefsin terbiyesi yoludur… Mevlevîlik tek bir Esmâ ile, ism-i Celâl ile nefis terbiyesi yapan bir sistemdir. Allah Zülcelâl’in her yarattığında El Mübdî Esmâ’sının zerresi de olsa vardır. Allah Zülcelâl bütün Esmâ’nın tecellîsidir. Biz verdiği kadarıylayız. Ve bunların bir kısmı da hafif veya ağırlıklı olarak vardır. Her müzisyende El Mübdî Esmâ’sının tecellîleri vardır. Ama kulak yoksa adamda, bu adamdan müzisyen olmaz. Benim gibi düz çizgi bile çizemiyorsa, ressam, grafiker, mimar olmaz. Kabiliyeti yoktur. Ama meselâ güzel bir şey gördüğünde keyiflenmek var. O da El Mubdî ismindendir. Bugün kaç tane ezan dinleyebiliyorsun? Benim oturduğum mahallede, merkezi sistem var. Bazen onu bağlamayı ihmâl ediyorlar, biri okuyor. Hiç davet gibi değil, böğürüyor adam… Bunun adına ezan okumak diyor.

Bir de hocam hoparlörden gelen ses…

Hoparlörü kullanmak da estetiktir. Ağzına ne kadar sokacaksın? Sesi ne kadar ayarlayacaksın? Bunun çözümü için Mehmet Nuri Yılmaz’a da, Ali Bardakçı’ya da, Mehmet Görmez’e de yani Diyanet İşleri Başkanlarımıza “müftülüklere birer tane “tonmaister” tâyin edin” diye söyledim.  Kadronuz yoksa, müftülere söyleyin zenginler yapsın. Ben bir “tonmaister”e maaş veririm. Gelecek, camileri gezecek, hoparlör ayarlarını yapacak, müezzinlere ve imamlara mikrofon kullanma tâlimi yapacak. Meselâ bir buçuk saf cemaat var, adam mihraba geçiyor, evvela mikrofonu yakasına takıyor. Bir buçuk saf! Mahalle camiîsinde bir buçuk saf, Sultanahmet’te değil! Ayrıca, dışarıda cemaat yok, neden dışarıya ses veriyorsun? Helâda olan var vesaire… Bütün bunlar estetik! Lacivert pantolon, kahverengi ceket, gri çorap… Sonra “Resûlullah beyaz giyerdi” deyip sünnet söylüyor bana… Sen sünnet bilmiyorsun, beyaz giymek sünnet değildir. Ortama uygun giyinmek sünnettir. Biz sünnete uygun giyiniyoruz. Resûlullah’ın yaptıklarının tekrarı sünnet değildir. Niye, neden, ne için yaptığını tefekkür edip, o hikmete uygun davranmak sünnettir. Var mı böyle bir düşünce? Ha çocukken “Peygamber Efendimiz böyle yaptı, sen de böyle yap” deyip, öğreteceksin. E büyüdü, koca adam oldu; hâlâ mı taklit edecek? “Resûlullah’ın taklit edilmesinden insana bir zarar gelir mi?” Aslâ. Ama mukallitlikte kalırsın. Resûlullah, bizzat kendisi kullandığı âletleri değiştirmedi mi? Mescid-i Şerif yapıldığında aydınlanma hurma kütüğüyle oluyordu. Sonra Yemen’den bir zat geldi -Resûlullah Efendimizin iki omuzundan tutup kendine yaklaştırdığı ve uzun uzun dua ettiği bir zattır- yağ kandilini getirdi. Kolaylık, is yok, tehlike yok, istediğin zaman söndür. Sabah namazı, yatsı namazı mutlaka aydınlatma lâzım. Efendimiz o kadar memnun oldu ki… Resûlullah meşale ile aydınlanıyordu, biz de meşaleyle aydınlanacağız” demek nasıl salaklıksa, herhangi bir fiilini alıp, “biz de aynısını yapalım” demek aynı salaklıktır. ‘Neden öyle yapıyordu’yu mutlaka tetkik edeceğiz, nedenini bulabildiğimiz kadarıyla.

Üstad’ın bir sözü var hocam, İslâm yenilenmez, anlayışı yenilemek lazım. Tam buna tekabül ediyor.

Gayet tabiî. Dinin yenilenmesi gerektiğini düşünenler, hiç farkında olmadan İslâm dairesinin dışına çıkanlardır. Yâni Allah eksik yapmış, sen doğrusunu yapacaksın! Hadi canım…

İslâm bir güneş, güneş yenilenmez göz yenilenir…

Güzel bir misâl. Ama yenilenmesi gerektiğini düşünen, Allah’lık taslıyor, Firavun! Allah’ın eksiğini tamamlayacak! İşte estetik demek Allah Zülcelâl’i tanımak demektir. El Mübdî Esmâ’sını tanırsak, estetikten anlarız. Efendimiz Hazretlerinin Mekke’ye müezzin tâyin ettiği bir zat vardır; Ebû Mahzure… Ebu Mahzûre Hazretleri, Efendimiz Taif’ten dönerken Cirâne mevkiinde ihramlandı. Huneyn’den döndükten sonra Cirâne’de konakladı ve ihramlandı. Orası da subaşı gibi bir yer, Mekkeli gençler var 15-16 yaşlarında… Ezan vakti geldi, Efendimiz ezan okuturken keratalar bir kayanın arkasına saklanıp dalga geçtiler, ezan sesini taklid ederek… Ezan bittikten sonra Efendimiz "Siz gelin bakayım buraya" dedi. "Ne güzel okuyorsunuz, hadi bakalım, sen bir şey oku, dinleyeyim seni". Ebu Mahzûre’nin sesi billur. "Sen bir daha oku bakayım…” O da bir şeyler okudu. ‘Şimdi benim söylediklerimi tekrar ederek oku bakayım’ dedi. "Allahu ekber Allahu ekber" ezanın tamamını. Efendimizin cemâliyle çocukların gönlü doldu. Aynı zamanda, Ebu Mahzûre Hazretleri ileri gelen bir ailenin çocuğuydu. Dedi ki; "ya Resulallah, madem ki beni beğendiniz, beni müezzin olarak tayin edin.” 1870lerin ortalarına kadar o aile Mekke’de müezzinlik yapmıştır. Seçim sebebi ne? Efendimiz estetikten ve musikiden anlar. Niye Hazret-i Bilâl? Ebubekirciği var, Ömerciği var, Aliciği var, Abdurrahmancığı var, Ebu Ubeydeciği var da neden Hazret-i Bilâl? O’na müşrikler "emin" lakabı takmıştı. “Ümmetimin emini Ebu Ubeyde’dir” buyuruyor. Böyle iltifat etti. Hayır, bunların hiç biri değil. Bilâl, Habeşli bir köle…Neden o okuyor? Çünkü yanık sesi var, çok güzel okuyordu. Öteki müezzin Medine’deki Abdullah İbni Ümmü Mektum… Kör ve ihtiyar. Bir de Efendimizin onun için Allah’tan azar işittiği bir zât. Mekkelilerle konuşurken gelip “bana da anlat” dediğinde Efendimiz onu bekletince âyet geliyor. Efendimiz de ara sıra takılırmış, ‘Rabbimden senin için azar işittiğim kardeşim’ diye. Mescid-i Şerif’in kıble istikametinde oturuyor. Hazreti Ömer beklermiş yolunu Abdullah İbni Ümmü Mektum’un, ‘elinden tutayım yardım edeyim’ diye. “Niye böyle yapıyorsun” diye sorduklarında “Resululllah'ın iltifat ettiğine ben iltifat etmeyeyim mi?” diyor. Peki, niçin O müezzin? Bunları anlamak, bilmek lâzım. Gür sesli… Hz. Bilâl’in telaffuzu bozuk, şikâyet ediyorlar Efendimize… ‘Eşhedü diyemiyor, eshedü diyor" diye. Efendimiz hafif kızıyor, ”Bilâl’in ‘sin’i sizin ‘şın’ınızdan hayırlıdır” buyuruyor… Ve o gür sesli Abdullah İbni Ümmü Mektum, Kadisiye Savaşı için Hazret-i Ömer’e direniyor ”beni de gönderin” diye. ”Yahu sen ihtiyar bir körsün” diyemiyor tabiî Hazret-i Ömer… ”Sen bize Resulullah’ın yadigârısın. Bilâl Şam’a gitti, bari sen kal.” ”Hayır” diyor… ”Müezzinlik çok yüksek bir kademedir ama cihat kadar değil” diyor. ”Ne işe yararsın” da diyemiyor. İhtiyar ve kör, ne işe yarar hakikaten? Ama yarıyor. Kadisiye’de ”beni bir tepenin üstüne çıkarın” diyor. Oradan bağırıyor, ”haydi aslanlar, Allah aşkına, Muhammed aşkına” diye… Düşünün harbin gürültüsünü, o sesi bastırıyor. Sonra bir ok isabet ediyor ve bir rivayete göre orada, başka bir rivayete göre götürüldüğü yerde şehid oluyor… Üç tane müezzin. Resûlullah’ın müezzinleri… Estetik mânâda bakıyoruz. Şimdi, ”musikî haramdır” diyen zavallı cahillere, güzel bir cevap var ”şeytan bunun neresinde?” diye… Âletin Müslümanı olmaz. İslâm, Allah’ın dinidir. Kullar Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Din de ancak insana mahsustur, alete değil.

Aletin kullanımı insanın ahlâkına göre şekilleniyor.

”Televizyonu eve sokmak yasak!” diyor… Neden? ”Kötü film çıkıyor” diyor. Hiç kötü film olmasına gerek yok, frekansı ona göre ayarla, ona göre olsun. Çıkma ihtimali var diye neden makineye kızıyorsun? Benim hanım, yeni televizyon istedi, Mekke’deki hutbeyi izliyor. ”Arapçanı mı geliştiriyorsun?” diye takılıyorum, ”Hayır, ben o anda oraya gidiyorum” diyor. ”Her cuma gidiyorum” diyor. O da televizyon! Sazın da bu şekilde Müslümanı-gâvuru olmaz. Hazret-i Peygamber’deki ölçüleri görüyor musun? Gür ses; Abdullah İbni Ümmü Mektum, yakıcı ses; Bilal Habeşî, melodili ses; Ebu Mahzûrî Hazretleri… Aynı şekilde Hazret-i Ömer imam tayin ederken, teravihe Ubeyy Bin Kâ’b’ı tayin ediyor. Çünkü o da en güzel Kur’an okuyan zat. Yani değerler var… Peki, bugün ne var? Süleymaniye Camiî’nin imamlarının ne gibi vasıflar içermesi gerektiği vakıfnâmede yazılı. Arapça, Farsça, Latince bir de herhangi bir Batı Lisanı bilecek, tefsîr, hadis, kıraat gibi ilimlerden başka…

Neden peki hocam?

Cahilin arkasına takılınmaz da ondan. İstanbul’un yarısı gâvur o zamanlar. Cevap verecekler. Ben bugün bir papazla ve hahamla elhamdülillah Hristiyan ve Yahudi akidesini konuşurum. Ayinlerini bilmem. Onun için Fener Patrikhanesi konusunda meselâ benle konuşamazlar… Ekümenik olacakmış! Olmaz. Çünkü İznik Konsili kabul etmiyor. Utanmadan gazetelerde yazılar yazıyorlar. Bilmiyorlar konuyu. Bartelemous uğraşıyor, doğru… Ama Hristiyan akidesinde yok. Üç tane Patrikhane apostolik kökenli, yani havarinin kurduğu, Antakya, İskenderiye ve Roma… Bunların dışında hiç bir patrikhane ekümenik olamaz. Bu kadar basit. Ermeni diyorsunuz, Ermeniyi millet zannediyorsunuz. Ermeni millet değildir. Ermenilik bir din topluluğudur. Aran Bölgesi vardır. Kür Irmağı ile Aras Irmağı arası. Yani Güney Kafkasya… Orada yaşayan Aranîler Gürcüdür, Türktür, Azerîdir, Çerkezdir ve saire… II. Bizans Kralı Basilien vardır. En büyük Ermeni soykırımını bu yapmıştır. Gregorien Ermenilerine… Çünkü Ortodokstur. Gregorien şemsiyesi altında toplanan insanlara Ermeni derler. Ermenilik bir millet değildir. Cehalet kol geziyor. Bu cehaletten kurtulmanın yolu sevgidir. ”Nereden çıkardın bunu” diyeceksiniz. Ne mezunusun sen?

Uluslararası İlişkiler.

Sen?

İşletme.

En çok muvaffak olduğun ders hangisiydi?

Türk Siyasî Tarihi.

Neden? Ya dersi seviyordun, ya da hocayı seviyordun öyle mi? Yâni muvaffak olduğun derste bile sevgi ağırlıklı. Seversen öğrenirsin. Ben, Efendimiz aleyhine yazılan kitapları da okurum, ne saçmalamışlar diye bakmak için. Öğreneyim ki, cevabına argüman hazırlayayım diye…

Muhyiddin İbn-i Arabî’nin bir sözü var: ”Küfrün hakikatini bilmeyen gerçek imanda olamaz” diye

Siyaseti sevmem ben ama, Milliyetçi Hareket Parti’sinden kalın bir adam geldi, o zamanlar Fener civarı tamir ediliyordu. ”Patrikhaneleri böyle böyle yapacaklar, satılmış bunlar” dedi. Ona bunları anlattım. Ekümenik olamayacağını. ”Biz bunları bilmiyorduk” diyor. Bilmiyorsan ne konuşuyorsun, öğren! Vatikan’ı mahalle sananlar var.

Dünyadaki tek teokratik devlettir.

Ama İtalya’da toprak birliği olmadan önce, toprakları çok geniş bir devlettir. Otranto’yu Fatih kimden aldı? Papalıktan aldı. Ayrı mesele, toprağı küçük ama tesiri büyük. Kadıköy Metropolitliği’ne bağlı Kafkas ahalisi Ortodoks, Revan Patrikhanesine bağlılar Gregoryan. Gregoryanlar kim? Kirkoryan;  Kirkor. Kayseri’nin bir köyünden, Papaz Kirkor…  Bir dini şemsiyedir Ermenilik. İşte sevgi cehaleti çözmede bir numaradır. En sevdiğiniz hocanın dersi örneğinde olduğu gibi.

İmanda da öyle değil midir aslında? Resulullah’ı anandan, babandan çok sevmen gerekiyor.

Gerekiyor ile olmaz. Anan-babandan daha çok sevemezsin. Çoklukla ilgisi yok bunun. Bunu bizzat Efendimiz anlatıyor; Hazreti Ali Efendimiz bir akşam asık suratla eve gelmiş. Fatıma annemiz soruyor “ne oldu diye.” ”Yahu Resûlullah bir şey sordu, altından kalkamadım” diyor. ”Ne sordu” diyor. ”Allah’ı mı çok seversin, beni mi, Fatıma’yı mı, çocuklarını mı?” Fatıma annemiz, ”bunda cevap veremeyecek ne var?  ‘Allah’ı kulluğumla, sizi ümmetliğimle, Fatıma’yı erkekliğimle, çocukları da babalığımla severim’ dersin, biter” diyor. Hemen Resûlullah’ın yanına gidip, “Ya Resulullah, Allah’ı kulluğumla, sizi ümmetliğimle, Fatıma’yı erkekliğimle, çocukları da babalığımla severim” diyor. Efendimiz “bu cevap biraz Fatıma kokuyor ama doğru söylüyorsun” diyor. Birbirine karışmaz! Anandan babandan çok sevemezsin, Resûlullah’ı Resûlullah gibi seversin.

Burada mühim olan nokta şu, Efendimiz’i tanıyıp da sevmeyen görmedim. Meselâ bir avukat zat vardı. Efendimiz’in Hatice annemizle evlenmesini afedersiniz jigolo kelimesiyle izâh etmişti. Cenazesine bile gitmedim. Usanmadım, liste çıkardım. O günkü toplum şartlarını bilmiyorlar. Efendimiz Hazretleri’nin maddî imkânlarını çıkardım. Evet, Ebû Talib de fukaraydı ama Abbas? Ebû Leheb? Çok zengin bir adam… Peygamberlik meselesinden vazgeçsin diye ne diyorlar? “Reis ol paralar pullar senin olsun.” Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Bir elime güneşi verseler, bir elime ayı verseler vaz geçmem.” Hangisi daha zengin? Paraya ihtiyacı yok ki. Hücre-i Saadet’in boyutlarını biliyor musunuz? Bu evin ölçüsü 2,85’e 3 metre. 9 metrekare bile değil. Parayla alakası yok ki. Orada üşenmedim anlattım. “Ben böyle bilmiyordum.” dedi. Bilmiyorsan ağzından çıkanı kulağın duysun! Efendimizi nasıl seveceğiz? Tanıyacağız… Her okuduğumda sevgim çoğalır mı? Hayır, sevgi çoğalmıyor da, bir şey oluyor, ya boğazım tıkanıyor, burnun tıkanıyor ya da gözün yaşarıyor. Aynısını okuduğun zaman bile. Neden? Çünkü ben o lâfı, dünkü Tuğrul olarak okumuştum, bu gün başkayım ben. Bugün başka tesir tutuyor. Veya yirmi sene evvel okumuşum. Peki, sadece okumak mı? Hayır. Okuya okuya, öğrene öğrene, onun gibi olmaya çalışıyorsun ama buradaki “gibi”lik de şu çok önemli: haddini bilerek. Meselâ Rumeli’de bir dergâhta -orada dergâhlar açık ama maalesef içi boşalmış vaziyette, yavaş yavaş içi de dolar inşallah- her akşam teheccüd kılınıyor. Dedim ki: “yanlış yapıyorsunuz. Her akşam teheccüd kılamazsınız. Nasıl, visal orucu tutamazsınız, akşam iftar etmeden ikinci güne uzatamazsanız, yasaksa, her gece teveccüh de kılamazsınız.” O, Efendimize mahsus bir şey. Haddini bilmek… Efendimize benzemek, ama haddini bilmek. Ne kadar; ben benim kadar, sen senin kadar. Ama kapasiteni, mümkün mertebe tamamını ona benzemeye harcayarak kullanmak. Ona benzediğin zaman, evde kavga olmaz, huzur başlar. Sokakta kavga olmaz, saygısızlık yapmadığın hep sevgi gösterdiğin için sevgiden anlamayan mahlûk yoktur. Bak isterseniz deneyin. Sen evlisin galiba?

Evet.

Sen?

Değilim.

Evlen inşallah. Çünkü ”sizin şerlileriniz bekârlarınızdır” buyuruyor Efendimiz, ona göre. Hanıma söyle; iki küçük saksı, aynı gülden iki tane kessin diksin. Birini okşayarak severek sulasın, ötekini “al sana su” yapsın. altı ay sonra dikenlerini saysın. Çok basit, dikenlerini saysın. okşadığında 10 tane, ötekinde 30 tane.

Ofiste bir çiçek var, arkadaşlar su veriyor, suyu döküp gidiyorlarmış. Ben o çiçeği mesela suladığım zaman yapraklarını temizliyorum, siliyorum, solmuyor. Ama arkadaşlar mesela 1 ay su veriyor, yaprakları dökülmeye başlıyor. Sevmedikleri için.

Ot da anlar sevgiden. Efendimiz deveyi sevdiği için, Medine’ye gittiği zaman deve pazarına giderim mutlaka. Mesela simsiyah deve gördün mü sen?

Yok.

Bembeyaz?

Beyaz duydum.

Simsiyah deve de var. Nasıl simsiyah kuzu var, aynı. Bayılırım. Böyle sakin sakin oturur, izlerim. Orada anlattı oranın bakıcısı, sahibi veya neyse işte… Bir deve, gebe… Doğuramıyor. Gece yarısı, böğür böğür böğürüyor, doğuramıyor. Haber veriyorlar bu adamcağıza, Yaşlı bir adam… “Çobanın nerede” diyor. “Çobanı yok başka bir yere gitti” diyorlar. “Çabuk çobanını bulun” diyor. “Yahu nereden bulalım?” diyorlar. “Nereden bulursanız bulun, çaresi bu” diyor. Tabiî oda yüzü asık, uykusu bölünmüş kalkıyor gidiyor. Neyse çobanı getiriyorlar. Çoban deveye: “ne yaptın niye doğuramadın?” diye güzel güzel konuşup okşuyor. Hemen yavru çıkıyor. Anladın? Hayvan da anlar. Babamın bir atı vardı, ben de hayâl meyâl hatırlıyorum. Bursa’nın bir kazasında… Kolonu gevşek bağlamışlar, yokuş çıkarken hayvanın sırtı açılmış. Getirmişler tavlaya, sırtını açınca bakmışlar büyükçe bir yara açılmış sırtında. Tabiî bağırmış çağırmış babam “ne yaptınız siz?” diye. Sonra tedavi etmiş, krem sürmüş falan. Babam tayin olup da gideceği zaman ağlamış at. Hayvan da anlar… Peki, eşref-i mahlûkat olan insan anlamaz mı? Dolayısıyla her türlü münasebet, sevgi ile. Bütün sorularınızın tek bir cevabı vardır kardeşçiğim. Sevgi… Çünkü sevgi kâinatın yaradılış sebebidir. Bu yaradılış sebebinin maddî unsuru, Efendimiz’in mübarek bedenidir. Daha doğrusu bedeni değil vücududur. Vücudu yâni varlığı, Allah Zülcelâl O’nda toplamış, odaklaştırmış. Şimdi, güneş bütün kâinatı aydınlatıyor ama şu merceğe tuttuğun zaman? İşte Resûllullah Efendimiz Hazretleridir, Allah’ın bütün mahlûkatına olan sevgisinin odak noktası. O’nu sevdiğin zaman, kâinatın O’nun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını bilirsen, kâinatı da seversin. O zaman yerdeki taşı alır kenara koyarsın. Şimdi öyle bir şey var ya “en ufak sevap” diye tasnif ederler. Sevabın ufağı büyüğü olmaz, Allah neye ne ecir vereceğini bize mi soracak? Taşı kenara atmak değil mi? Ayağın ile atmayacaksın. Eğileceksin, alacaksın kenara koyacaksın. Alıp atmayacaksın. İşte bunların hepsi tasavvuf terbiyesidir. Eve girerken kapıyı öpeceksin, yatağa yatarken yastığı öpeceksin, yorganı çekerken yorganı öpeceksin, ceketi giyerken omzunu öpeceksin, neden? Sana hakkı geçiyor. Ayaklarını yere vura vura yürümeyeceksin, zaten ayet var kadınlar için. Niye vura vura yürümeyeceksin? Çünkü ayaklarının altında o zemin olmasaydı çamura girerdin. Ayağın ile okşayarak yürüyeceksin yerde. Ne bu? Muhabbetin ısharı. Bu kadar sevgi dolu olduğun zaman, münasebetsizlikte de tahammülün artar. Çocuklara olan müsamahan artar, ”büyüyünce yapmaz yahu” dersin, geçer gidersin. Ve bütün iddialara rağmen, mesut olamayışlar, mutlu olamayışlar biter. Bütün bu yanlışlıkları yapıyorlar. Ve maalesef mutlu olamıyorlar. İşte en son meşhur bir tane artist intihar etmiş, asmış kendini,

Amerika'da.

63 yaşındaymış daha, sizin için belki biraz ileri yaş olabilir ama ben geçeli altı sene oldu.

Siz aynı zamanda avukatsınız, doğru biliyoruz değil mi?

Evet

Türkiye özelinde bir soru sormak istiyoruz hocam. Bugüne kadar Türkiye’de hep çeşitli kesimlerin kendi menfaatleri doğrultusunda işletilmiş bir hukuk vardı. Bugünden sonra bu hukuku, aslî gayesi olan adalet noktasına getirmek için ne yapılması gerekir, nasıl getirilir, devlet olarak ne yapılması gerekir?

Bu tarladan bu hıyar çıkıyor, bu hıyar söğüş olarak yenmez, sarımsak kuvvetine cacığa doğranır. Yâni insan kalitemizi yükselttiğimizde, adaletimiz de yükselir. Adalet ayrı, maarif ayrı, askeriye ayrı, idare ayrı düşünülemez! Deveye sormuşlar 'niye boynun eğri?' 'Nerem doğru ki?' demiş. Sadece adalet mi bozuk Türkiye de? İnsan kalitesi bozuk. İş döner dolaşır eğitime değil maarife gelir. Ben insanların eğitilmemesi gerektiği fikrindeyim. Eğitim demek; eğitenin, eğitileni istediği gibi yetiştirmesi ve emrine muhalif olmayacak hareketlerle talim etmesi demektir. Rejim maalesef bunu yapar. Osmanlı tarihlerinde ve mekteblerinde pek Selçuklu göremezsiniz, Cumhuriyet mekteblerinde de Osmanlı'yı göremezsiniz. Sadece 'tu kaka'dır. Ders kitaplarında Osmanlı'nın bütün başarıları askerîdir. Sen hiç Süleymaniye'yi okudun mu ders olarak?

Yok hocam okumadım.

Niye? Anlatabiliyor muyum? Bu kadar militarizmle olmaz. Bir memleketi asker fetheder ama kültür, yani sanat ve ilim muhafaza eder.

Napoleon’un bir sözü var hocam: ”Büyüklükte ben Fatih Sultan Mehmet'in çırağı bile olamam, çünkü ben, kılıçla zapt ettiğim yerleri henüz hayattayken geri vermiş bir bedbahtım. Fatih ise fethettiği yerleri nesilden nesle intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır.”

İnşallah öyle olur ama unutma ki Endülüs 700 sene Müslümandı, İstanbul 550 senedir… Allah’ın ”ben velilerimin olduğu yeri muhafaza ederim” diye bir vaadi yoktur. Endülüslerde kaç tane veli vardı? Allah bilir sayısını ama çoktur herhalde.

Kültür açısından da çok ileride bir medeniyet…

Medeniyet açısından Osmanlıyı bile bozar. Osmanlının idareciliğini bozamaz. Ama şunu unutmamak lâzım, İslâm dünyası içerisinde en yüksek kültür medeniyetini Türkler ortaya koymuşlardır. Bilim ve kültürde Türklerdir bir numara. Yâni İslâm fıkhı bile İmâm-ı Âzam Hazretleri ile başlamıştır. İmâm-ı Âzam Hazretlerini bir mezhep imamı olarak görmek eksikliktir. Çünkü başka mezhep imamları da var ama O’nun gibi hukuku koordine eden başka bir adam yok. Onun koordine ettiği sistem ile mezhepler kendilerini korudu ve güçlendi. Onun için İmâm-ı Âzam Hazretleri önemli. Kitap… Ne Arapların ne de Hint Müslümanlarının bizimki kadar ileri de değildir. Endülüs kütüphanelerini tabiî bilemiyoruz. Madam Curie’nin bir lafı var: ”Endülüs kütaphanelerinin yüzde onunu okuduk ve buralara geldik. Hepsini okusaydık ne olurdu?” Tabiî Türkiye’de başka bir problem de yazı devrimidir. Dünyanın en büyük kütüphane yangınları, İskenderiye Kütüphanesi, Bağdat Kütüphanesi ve tabiî genel olarak Endülüs Kütüphaneleridir. Bunlar birer şehir kütüphaneleridir. Yazı devrimi ile Türkiye’nin bütün kütüphaneleri yanmıştır. Okunamaz hâle gelmiştir. Yüzyıl önce, çok da değil.

Bir İngiliz yüzyıllar öncesini okuyabiliyor ama biz okuyamıyoruz.

1928... Sen dedenin mezar taşını okuyamıyorsun. Belki sen okursun, deden gençtir ama ben dedemin mezar taşını okuyamam. Dolayısı ile bu kültürsüzlük ile bu köksüzlük ile bu kadar oluyor. Ama ben sizden epey yaşlıyım. Şunu iyi bilin, genç olarak, benim sizin yaşınızda olduğum zamandan, bu günkü gençler daha iyi. Siz iyi tarafını göremezsiniz belki… Çünkü siz daha iyi olsun istiyorsunuz. Ben benim yaşadığım dönemin gençlerini biliyorum. Siz benim gençliğimden iyisiniz. Bunu unutmayın. Çok iyiye gidiyor Türkiye. Çok zaman kaybetti çünkü falan ama mesela şöyle bir şey söyleyeyim: Irak kendisini bir toplasın, İslâm dünyası toplanır. Pakistan kendisini bir toplasın, İslâm dünyası toplanır. Endenozya bir toplansın, İslâm dünyası toplanır. Böyle bir şey yok. Ama bir Türkiye toplansın İslâm dünyası şahlanır.

İslâm Âlemi’nin ve bütün dünyanın içinde bulunduğu vaziyet malûm. Özellikle İslâm Âlemi’nin içinde bulunduğu içler acısı vaziyet, Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorluyor ve gözler Türkiye’ye dönüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Türkiye’nin bu misyonunu üstlenmeye yönelik bir yol haritası var mı?

Var.

Kim güdüyor peki?

Toplum şuûru… Bir takım kendini ”memleketi idare ediyorum” zannında olan kişiler 1950 seçimlerinde DP kazandığı zaman meclise giren ilk DP mebuslarına, ”onlar mı, bu potorlular mı Türkiye yi idare edecek” diyen zihniyet hâlâ var. Ama o potorluların yaptığını siz yapamadınız. Toplumun bir şuuru var. Belediyeler, vilâyetler, bir takım kuruluşlar eski binaları tamir etmeye başladılar. Restorasyon çok ciddi bir faaliyet hâlinde… Peki, bu belediyeler, vilâyetler, ticaret odaları ve saire… Kim bunlar? Senin enişten, benim dayım, onun ağabeyi… Yâni biziz. İşte bu... Bursa’da Ulu Cami’nin kıble istikametinde Postahane binası var. Orası Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin dergâhıdır. Onun hemen arkasında da Kurşunlu Medrese vardı benim çocukluğumda, yıktılar, apartman yaptılar. Benim çocukluğum dediğim 1950’li yıllar. Şimdi medrese yıkılıyor mu? Bilâkis tarumar olanlar bile ortaya çıkartılıyor. Peki, ne olur binadan? Kuş kafeste yaşar, sen bir kafesi yap. Allah kuş gönderir içine…

Mimarî de ayrıca medeniyet demektir.

Mimar ne demek? Tamir, mimar, mamur.. Kökü ne? Ömür... Mimar ömürlendiren demektir. Mamur ömürlendirilmiş demektir. Tamir ömürlendirme demektir. Yani ömür kökünden gelir. Balkan Harbi’ni kaybettik, iç çekişmelerden ötürü… Sonra Sırpı, Bulgarı, Makedonu birbirine girdi. Ondan istifade ile Edirne’yi geri aldık. Niye Edirne’yi geri aldık.

Selimiye…

Evet Selimiye… Hâsılı, Türkiye kendini toparlamakta. Meselâ kurumsal bir örnek vereyim; bundan 10-12 sene önce yurt dışı kültürümüzle, kültür varlıklarımızla, insanımızla ilgilenecek resmî bir kurum yoktu, Dışişleri Bakanlığı’mızdan gayrı… Ve maalesef ben yurt dışında bulunduğum süre içinde şahit oldum. Bir-iki istisnası dışında yanlarına yaklaşılmazdı konsolosluklara da sefaretlere de.. Şimdi, bir kere Dışişleri Bakanlığı böyle çalışmıyor. Ahâlî ile, oradaki iş adamlarıyla ve vatandaşlarla… Meselâ Kutlu Doğum Haftası için Hollanda’ya ve Almanya’ya gittim. Bulunduğum şehirlere en yakın konsolosluktan geldiler ve konuşma yaptılar. Bir konsolosun, Resûllah Efendimiz hakkında bir konuşma yapması, resmî olarak, 15sene evvel önce düşünülemezdi. Bu bir… İkincisi TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) diye Başbakanlığa bağlı bir kurum var. Dış Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı diye bir kurum daha var, Başbakanlığa bağlı… Yunus Emre Enstitüsü, Milli Eğitim Bakanı’nın Başkanlığını yaptığı bir enstitüdür. Bunların hepsi Dış Türkler ve Akraba Topluluklar ile ilgileniyor. Belediyeler keza… Meselâ Bursa Belediyesi Üsküp’te bir takım işler yapıyor. Pendik Belediyesi Sırbistan’ın Sancak bölgesinde Yeni Pazarda bir şeyler yapıyor. Bunlar birer misal. Bosna’da bir şeyler yapılıyor. Ben Rumeli’ye gittiğim zaman, Suriye’de Irak’ta Lübnan’da Ürdün’de yaşamadığım kadar yakın hissediyorum kendimi. Hâlbuki meselâ Beyrut’un İslam toprağı oluşu Hz. Ömer zamanında. Bosna 1463 Fatih zamanında… Çok yeni değil mi? Ama orada bizim kültürümüz var. Bu kültür bizim ve biz bu kültürün babası değilsek de ağabeyiyiz. Ve bizim estetik olarak, ilim olarak, teknik olarak kimseden bir şey almaya ihtiyacımız yok. Arap tarzı, arabesk ezan okumak maymun taklitçiliğidir. Neden hıyarlıktır? Sen karını severek evlendin değil mi? Karına sevgini ifade etmek için müzik yapsan ne müziği yaparsın?

Türk müziği yaparım herhalde...

Allah’a ve Resûlüne olan sevgini ifade ederken neden Arap müziği yapıyorsun. İşte din ile dünyayı ayırma farkında olmadan onlarda var. İslâm’da lâiklik yoktur. Müslüman lâik olamaz, her yaptığı iş Allah rızası için olacak. Camide derviş, sokakta keşiş olunmaz. 24 saat 365 gün Müslüman olacaksın. Helâya girerken de çıkarken de. Helâ da bile… Oturup gazete okumayacaksın helâda, işini çabuk bitirip çıkmak emir ağırlığında sünnettir. İşin bitecek, çıkacaksın… “İyi olmayan yerlerde çok durmayın, felâket yerlerde çok durmayın” diye bizzat Efendimiz söylemiyor mu? Her şeyin dine uygun olacak. O zaman günlük hayattaki duygularını nasıl ifade ediyorsan dinini de öyle ifade edeceksin. Abdussamed’i dinleyebilirsin. Güzel Kuran okuyor, evet. Ama senin içini titreten okuyuş istesen de istemesen de İsmail Coşar’ındır. İsmail Biçer’indir. Aburrahman Efendinindir. Sen böyle yaşıyorsun. Ama dinini başka türlü yaşamaya çalışıyorsun. Neden Arap gazeli okuyorsun yahu? Seni, Arap, Batı, Çin, Hint Müziği duygulandırmaz. Onlar neymiş diye dinlersin, öğrenirsin. Onlarda da estetik var, amenna…  Sen Beethoven’ı ıslık ile çalamazsın ama Dede Efendi’yi çalarsın. O yüzden ezanı da öyle okuman icab eder. Kur’an’ı da öyle okuman icab eder. Senin bir mimarîn var. Arap da mimarî yoktur. ”Memlûk mimarisi var” diyeceksiniz. Memlûk Türk değil mi? Hepsi Türk değil mi? Kutup Minar’ı yaptıran adamın adı ne? Aslanboğa... O da Türk. Hint Memlûkleri. Dolayısı ile hiçbir şey için hiç kimseden bir şey almak gerekmez. Senin ecdadın sana da yeter kâinata da yeter. Var mı bir tane Mimar Sinan?  Sinan’a bile “Türkler bu işi yapamaz” deyip Ermeni dediler. Gidip Kayseri’nin Ağırnas Köyü’nün etnik yapısını, 500 sene evvelki hâlini inceledin mi? Müslüman köyüdür orası. Babasının adı Numan’dır. Devşirme diyorlar. Her devşirmenin gâvur olduğunu kim söyledi sana? Şahkulu İsyanı çıktığı zaman, Sultan Bayezid emir verdi; ‘Avrupa’dan devşirilen çocukların arasına Anadolu’dan yetişmiş, o görgü ile yetişmiş numuneler koyun” diye. Bu arada Kayserinin Ağırnas Köyü’nden Sinan getirildi. Kabiliyetinden dolayı istihkâmcı oldu. İstihkâm subayıdır aslı. Yeniçeri değince akla kılıç geliyor. Yeniçeri sadece kılıç mı sallar?  Senin ordunda sadece piyade mi var? Lütfü Paşa’nın sadrazamlığı zamanında bir yerden biri yere geçmek için bir köprü kurulması icap eder. Ancak köprü kalırsa arkadan düşmanın yetişme ihtimali vardır. Yâni hem yapmak hem yıkmak lâzım. Sinan Ağa diyor ki ”ben yaparım.” Yapamazsa kellesi gidecek. 4 günde köprüyü yapıyor. Kilit taşının ortasına kocaman bir demir halka takıyor. Halkaya da kocaman da bir zincir bağlıyor. Ordu geçiyor, öküzlerin çektiği zincir halkayı çekince köprü yıkılıyor. Seferden dönünce Lütfü Paşa Padişah’a söylüyor. ”Sinan kulunuz böyle böyle yaptı” diye. Sultan Süleyman da ”alın o zaman yeniçerilikten” diyor. ”Mimar odasına verin.” Ondan sonra Haseki Sultan’ın hastanesini yapmaya başlayınca mimarî değeri ortaya çıkıyor. Şehzade Mehmet’in ölümünden sonra yaptığı Şehzade Camiinde de artık mimarbaşı olarak tayin ediliyor. Ayrıca Ermeni olsa ne olacak? Sokullu Mehmet Paşa da Sırptır. Doğru. Kadırga’da yaptırdığı camiiyi biliyorsunuz. Unkapanı köprüsünün başındaki de Sokullu Camisidir. Ama Kadırga’da bir de Kırk Odalı Tekke vardır. Şeyhi için yaptırmış. Ama şeyhinin ömrü vefa etmemiş. Rami’den Eyüp Sultan’a inen yokuşun başındaki tekkede vefat etmiş şeyhi Nûreddîn-zâde Muslihiddîn Efendi, Oğlu Ömer Efendi Kırk Odalı Tekkeye yerleşmiş. Hürrem Sultan’a laf söylüyorlar Rus diye... Sen Türk’sün de ne yaptın şimdiye kadar? Haseki Hastanesi hâlâ çalışıyor mu? Hürrem Sultan’ın değil mi orası? Onun yaptırdığı medresede hâlen Diyanet İşleri mensuplarının yüksek kademesi ders görüyorlar mı? Rodos’ta yaptığı vakıflar hâlâ duruyor mu? İçinde artık gâvur var o ayrı… Mekke ve Medine’de yaptırdığı vakıflar ne yazık ki 1926’da Harem-i Şerif’in genişletilmesi sırasında yıkıldı. Sen Türksün de ne yaptırdın? Ayrıca Allah, sen kabre konulduğun zaman, ”sen Türk müsün? Rum musun?” diye sormayacak. ”Rabbin kim? Peygamberin kim? Kıblen neresi? Kardeşlerin kim ? Kitabın ne?” bunları soracak. ”Dişi misin? Erkek misin?” bile yok orada. Çünkü ebedi hayatta üreme yok ki dişi erkek ayrılsın. Hala huriyi dişi sanıyorlar. Kendine göre düşünüyor. Peki, kadına ne verilecek? Sen sadece kendi karını mı kadın zannediyorsun. Hz. Hatice de kadın değil mi? Hurinin cinsiyetinin olmadığını bilmiyor adam. Şarap içecek huri ile yatıp kalkacak! Cenneti bu zannediyor. Böyle bir İslâm anlayışı olur mu? Tesirleri azaldı gerçi Elhamdülillah. Tahsil, insana tahsil etmeyi öğretir. Okumak bu nev’i yanlışlıkları reddetmekte, güzel bir kalkandır. Okumak iyidir.

Hocam eklemek istediğiniz son birşey var ise alalım...

Yok hayır.

Teşekkür ederiz, hocam.

Rica ederim.

Aylık Dergisi 120. Sayı, Eylül 2014