Batı çizgisinde bir sistem ve hayat tarzı, Türkiye’de sürekli yabancılaşmış aydın ve iktidarlar ile halkın arasında bir mücadele alanı olmuştur.
Sami Şener kimdir?
Araştırmacı, yazar. 1949, Erzincan doğumlu. İstanbul Bayrampaşa İlkokulu (1963), Şehremini Ortaokulu (1966), Sultanahmet Ticaret Lisesi (1969), Vefa Lisesi (1970), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü (1975) mezunu. İstanbul Pertevniyal Lisesinde iki yıl (1976-78) sosyoloji öğretmenliği yaptı. Askerlik dönüşü İstanbul Teknik Üniversitesi Sakarya Mühendislik Fakültesine asistan olarak girdi, daha sonra İşletme Fakültesine geçti (1980). Doktorasını verdiği aynı fakültede doçentliğe ve profesörlüğe yükseldi.
Memleketimizde maddi sıkıntılar, yüksek enflasyon, ekonomik sorunlar geçmişte bugüne nazaran daha fazla olduğu halde şükür de daha fazlaydı ve günümüzdeki kadar maddi kaygı yoktu. Toplumdaki bu dönüşümün sebebi nedir?
İnsanlar, nasıl yaşarlarsa öyle bir hayat tarzına alışırlar. Eskiden, hayatımızda “kanaat kültürü” hakimdi. İhtiyaçlar, gerçek ve lüzumlu ihtiyaçlardı ve bunların karşılanmasıyla insanlar, temel görevlerini ve sorumluluklarını yerine getirirlerdi. İhtiyaç kavramı, hayatın her alanını işgal etmemişti.
Bugün, maddi ihtiyaç ve gereklilikler, o kadar çeşitlendi ve arttı ki, insanların; bunları karşılamak için, insan üstü bir çaba ve gayret içine girmeleri gerekiyor. Çünkü maddi ihtiyaçlar, hayatın gayesi haline geldi ve insanlar sosyal, manevi ve kültürel ihtiyaçlar dünyasından uzaklaştırıldı. Bedeninin, midesinin ve cinsi beklentilerin kölesi haline geldi.
Halbuki hayat, daha yüce ve önemli ihtiyaç ve gerekliliklerle yürüyor. İnsanın, hayvan ve diğer varlıklardan farkı da, bu noktada ortaya çıkıyor.
Hayata bakış ve hayatın nasıl geçirileceği ile ilgili düşünceler; farklı değerler ile örüldüğünden, maddeci ve zevkçi bir insan tipi oluştu. Dönüşüm; bir manada, insanın eşyalaşması ve hedonik yönelişler içine girmesi olarak açıklanabilir.
Maddi kaygıların bu denli artması manevi bir ideal, ruhi bir imar eksikliği sebebiyle midir?
Maddi kaygıların artması, insanın maddeyi kutsallaştırması ve onun ihtiyaçtan öteye gaye haline getirmesiyle ilgili. İslam; insanı manevileştirmekten çok, maddeyi mananın emrine vererek, onu; ihtiyacın ötesine geçirmemek düşüncesinde olmuştur. Yani ne sadece maneviyatçı, ne de maddiyatçı bir dünya görüşünü benimsetmektedir. Hem mana ve hem de maddi ihtiyaçların bir arada gerçekleştiği bir anlayış sunmaktadır.
Bazı doğu felsefeleri, sadece manevi hayat ile insanın mutluluğa erişebileceğini iddia ederken; batı felsefeleri ise, maddi ihtiyaç ve gerekliliklerin insanı mutlu edeceğini iddia ettiler. Fakat, bu iki görüş de, insanı mutlu ve huzurlu bir dünyaya yöneltemedi. Çünkü insan; öncelikle manevi, fakat aynı zamanda maddi ihtiyaçlar ile hayatını sürdürebilen bir varlık.
Sizin bir yazınızda da geçiyor: Toplum bir duyarsızlık içinde, neyi niçin yaptığının idrakinde değil. Bu şuursuzluk hali bahsini biraz açabilir misiniz?
İnsan; hayatını şuurlu bir şekilde sürdüren bir varlık. Şuur, sadece akıl ile gerçekleşen bir olay değil. Çünkü akıl, insanın gelişimini tek başına sağlama imkanına sahip değil. Aynı zamanda ruh dünyasının da gelişmesi ve olgunlaşması gerekiyor. Eğer, insanı sadece akıl yönüyle güçlendirirseniz, sadece o yönünü geliştirebilirsiniz. Böylece, kendine ve topluma ait özel duyarlılıkları çalıştırabilme imkânı kalmaz.
Şuur; sadece akıl ile değil, manevi değerler ile insanın neyi, niçin yapabileceğini anlayacak bir idrak seviyesine ulaşmasıyla ortaya çıkıyor. Belki buna, “duyarlılık özelliği” de diyebiliriz. Bu duyarlılık, kişinin kendi kültürel dünyasının ihtiyaçlarına uygun bir yaşayıştan uzaklaşmasını engellemektedir. Bu duyarlılığı kaybeden kişi ve gruplar, neyi niçin yaptığını bilememenin getirdiği şuursuzluk hali içinde olur ve neyi kazandıklarını, neyi kaybettiklerini bilmezler.
Hazcı bir toplumdan söz ediyor, her şeye kolay yoldan ulaşmak, bilgiye dahi zahmet göstermeden erişmek, hiçbir çileye, ızdıraba razı olmamak... Bu hal insanı nereye götürüyor?
Haz, insani bir özelliktir. Fakat, Müslüman, hiçbir zaman tek boyutlu ve haz merkezli bir hayatı sürdürmemelidir. Çünkü haz, sadece nefsi ihtiyaçları karşılar. İslam’da nefis, belli bir noktadan sonra, insanı azdıran özellikler taşımaktadır. Bu yüzden İslami hayat, zorluklar, sorumluluklar ve yerine göre fedakarlıklarla dolu bir hayattır. Zaten hayat tecrübesine sahip olanlar, hayatın ne sadece üzüntü, ne de sadece neşe dolu bir dünya olmadığını bilirler. Aslında, insanın yetişmesi ve sorumlu bir hayat yaşaması, “tek düze” bir hayatın olmaması ile mümkündür. İnsanın yapısı ve ruhu da, bu tür tek boyutlu hayat tarzından rahatsız olmaktadır.
Batı’nın, kolay, cazip ve bencilce yaşama kültürü; mutluluğun sadece kişisel ihtiyaç ve zevkleri karşılamakla sağlanmadığını iddia etmektedir. Bu hayat, uzaktan başka kültürlerce cazip görülmüş ve aynen taklit edilmiştir. Dolayısıyla, yanlış hayat felsefesi tüm dünyayı etkisi altına almıştır.
Batı dünyasındaki teknolojik gücün hakimiyeti ve cinsi hayat serbestliği; insanın yaşadığı hayatın manasız hale gelmesine sebep olmuş ve intihar, cinsi sapıklık ve müzik çılgınlığı gibi huzursuzluk ve mutsuzluğun hazin sonuçlarına yol açmıştır. Bu gidişat, maalesef iyi değildir.
Ruh ve madde dengesinden uzak, insanı insanlıktan soyutlayıp tek tip haline getiren bir yapıyla karşı karşıyayız. Toplum olarak bu sorunlardan nasıl korunabilir, değerlerimizi koruyabiliriz?
Ruh ve madde dengesi, bizim insan olarak temel dinamiklerimiz. Batı ve Doğu kültürleri, bu iki temel özelliği birlikte değerlendirmek ve sürdürmek yerine, birini ön plana almakla, hayatın dengesini bozmuştur. Toplum olarak, ruh ve madde birlikteliğini veya akıl ile değer dayanışmasını hayatımızda sürdürmekle, hem kendi dengemizi, hem de toplumun dengesini muhafaza etme imkanına sahip olabiliriz. Burada ruh, iman ve ahlâk değerleriyle gerçekleşen manevi dünyadır. Akıl ise, maddi dünyanın gerçeklerine cevap verebilecek bilgi ve tecrübedir. Biri, bizzat insanı imar ederken, diğeri, hayatı imar etme görevini yerine getirecektir. Her olaya ve nesneye, gereği kadar değer vererek, kendi varlığımızı koruyabileceğimizi düşünüyorum.
Hayatımız düşüncelerle değil istatistiki bilgilerle çerçevelenmiş durumda. Ayrıca entelektüel ilgi ve meraktan yoksun, “sır idraki”nden uzağız. Bu durumda ahlaki ve içtimai anlamda insan doğru düşünebilme kabiliyetini de kaybetmiş oluyor değil mi?
İstatistik, hayatımızı yönlendiren veya belirleyen şey değildir, hayat faaliyetlerimize ait durumumuzun ölçülerini göstermektedir. Bilginin, bir ahlaki yönü, bir de ilmi yönü bulunmaktadır. Ahlak ilmi, insanın eğitimi ve yönlendirilmesi ile ilgili çalışmaları yerine getirirken; pozitif ilim, insanın fiziki dünya ve çevre ile ilgili bilgileri edinerek fiziki ve teknolojik dünyanın ihtiyaçlarına cevap vermektedir.
Sosyal bilgi, insanın kendini ve içinde yaşadığı toplumu tanıması ile ilgili, hayatın ihtiyaç duyduğu önemli bir bilgidir. İnsanın varlık sırrı, İlahi emirler doğrultusunda kendini geliştirmeye odaklanmakla gerçek hedefine ulaşmaktadır. Doğru düşünme ise, bilgiyi anlamak ve iyi kullanmak ile gerçekleşebilir. Fakat, doğru bilginin; doğru hedeflere varabilmesi için, bu bilginin değerler doğrultusunda hareket etmesi gerekmektedir. Yani, iman ve ahlakın istikametinde yürümesi gerekir. Çünkü; insanın kültürel değeri, bilginin insanı yozlaştırıp, başkalarına zarar vermeyecek bir nitelik kazanmasıyla gerçekleşir. Bu hal, insanın gerçek varlık sebebini yerine getirmesi demektir.
Cemiyetin içinde bulunduğu bu vaziyet çerçevesinde devletin mesuliyetinden de bahsedebilir miyiz? Cemiyete manevî bir ideal aşılayacak en önemli müessese devlet değil midir?
Bir toplumun sorumluluğu, toplumu yönetenlerin mes'uliyeti altındadır. Çünkü idare, toplumdaki iktisadi ve bayındırlık gibi çalışmaların ötesinde insanın ve toplumun iyi ve doğru bir şekilde, hukuk ve ahlaka uygun bir şekilde yönetilmesini gerekli kılar. Bugün yönetim denince sadece işlerin yönetilmesi anlaşılıyor. Halbuki İslam hukukunda aklın, dinin, neslin, malın ve canın muhafazası devletin en önemli görevi olarak belirtilmektedir. Bugün, bu sayılan faktörlerin hepsi tehlike altında olup, ciddi tedbirler alınanamakta ve toplum, kültür ve tarihinden uzaklaştırılmaktadır. Böyle önemli bir görevin aksatılması veya yerine getirilememesinin telafisi bulunmamaktadır.
Cumhuriyet ile beraber kendi değerlerimizden kopuk ve Batı taklitçisi bir rejim inşa edildi. Bu rejim 100. yılı gelmesine rağmen ne ruh ne de şekil bakımından devletin bir temeli olmadığını görüyoruz. İnancımızdan ve kültürümüzden tevarüs eden bir idare ruhu ve çağın ihtiyaçlarına karşılık veren bir devlet modeline ihtiyacımız yok mu?
Türkiye, kendi medeniyet ve hayat anlayışı çerçevesinde siyaset yapmayı, batılı elitler ve batıyı yüceltmiş siyasetçiler sebebiyle yüzelli yıl öncesinde bırakmıştı. Siyaset; Batı’daki menfaatçi ve hakimiyetçi anlayış çerçevesinde gelişti.
Türkiye, önce Cumhuriyetin kurucu partisi CHP ile, tek partili bir dönem yaşadı. Bu dönemde, baskıcı ve kendinden başka hiçbir siyasi güç tanımayan, toplumu dikkate almayan bir siyasi dönemle karşılaşıldı. Halktan zorla vergi toplayan, dini ve kültürel değerleri yasaklayan otoriter bir dönemin arkasından halk, Demokrat Parti’yi ezici bir çoğunluk ile iktidara getirdi. Halk, ilk defa, kendine yakın bir iktidar bulmuştu ki, Batılı güçlerin direktifinde hareket eden ordu, üniversite ve sendikal güçlerin ortak operasyonu ile, 1960 ihtilali yapıldı ve üç başarı siyasetçi Menderes, Zorlu ve Polatkan Yassıada Askeri Mahkemesi tarafından, hiçbir suçu olmadığı halde idam edilerek, bir nevi halkın tercihlerinin geçerli olmadığı mesajı verildi.
Askeri ihtilaller, sanki bu ülkenin kaderi olmuştu. Halka dayalı her iktidar döneminde, Batıcı ve ülkenin sahibi olduğunu iddia eden bir grup aydın, orduya işaret veriyor ve darbeler ile, demokratik sistem askıya alınıyordu. Son yıllarda, çeşitli araştırmalardan öğrendiğimiz kadarıyla ABD ve Batı ittifakının isteği ile bu darbelerin yapıldığı öğrenilmiştir.
Batı çizgisinde bir sistem ve hayat tarzı, Türkiye’de sürekli yabancılaşmış aydın ve iktidarlar ile halkın arasında bir mücadele alanı olmuştur. Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi’nin kapatılması, Batı ülkeleri ve ideolojileri dışında bir yöneliş potansiyeli taşıdığı için bu partiler kapatılmış ve liderleri yasaklı hale getirilmiştir. Ama bugün, HDP gibi bir parti; halkın çocuklarını kaçırıp, katliam ve terör oluşturmasına karşılık; yine aynı hareketin mensuplarınca korunuyor ve cezalandırılmasına karşı çıkılıyor. Bu olay bile, Türkiye’de siyasetin, hangi dinamikler üzerine kurulduğunu anlamak için yeterli.
Siyasi eksiklik veya hatalar, her iktidar için vardır. Fakat, mevcut iktidarı hainlik ile suçlamak, aklı başında olan insanların yapamayacağı bir tavırdır. Ben, hükümetin ahlak, eğitim ve kültür alanlarında henüz kendi özüne dönemediğini düşünmemle birlikte, herkese; meşru sınırlar içinde düşündüğünü söyleme ve yapmak istediğini yapma fırsatı verdiğini görüyorum. Dediğiniz mânâda bir değişim de bu çerçevede gerçekleşmesi gereken bir zarurettir. Hikmetli bir cümle olarak; “Her toplum, layık olduğu iktidarlarca yönetilir.” hakikati, her devirde ortaya çıkmış bir sosyal kanundur.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Baran Dergisi 767.Sayı