Kederinden devesine binip yollara düşen ak saçlı Nayman Ana, Avarlar tarafından esir alınıp Mankurt yapılan oğlunun izini çaresizce Sarı Özek bozkırında aramaktadır. Ya ölmediyse? Ya kurtulduysa? Bir ümit. 

Dere tepe günlerce devam eden yolculuk sırasında geceleri kuyu başlarında mola veriyor, Akmaya adlı devesini sıcağın altında bomboş topraklara sürüyordu. Tam ümitlerinin tükeneceği anda rastladığı deve sürüsü onu umutlandırmış ve kalbi küt küt atarken deve çobanının yanına yaklaşmıştır. 

Evet, oydu, oğlu Jolaman’dı bu. 

“Ah oğlum! İki gözüm!” diye atılan anne tam sevinecektir ki asıl büyük şoku yaşar, bulduğu anda onu kaybettiğini anlar. Karşısında duran oğlu, kendisine sıkı sıkıya sarılan yaşlı kadınla hiç mi hiç ilgili değildir. İşte elini omuzundan itmiş, deve sürüsünün yanına gitmiştir bile.

Nayman Ana oğlunun peşini bırakmaz. Oturup konuşurlar:

-Beni tanıdın mı?

Başını sallar oğlu. 

-Adın ne? diye sorar ardından.

-Mankurt diye cevap verir oğlu. Annenin buna tepkisi şu olur:

-Ne yapmışlar sana oğlum!”

Kılı bile kıpırdamayan oğluna söylenmeye devam eder Ana içi yanarak:

-Bir insanın elinden malı, mülkü, bütün zenginliği, gerekiyorsa biricik hayatı alınabilir. Ama hafızasını köreltmeye, beynini sakatlamaya kim cüret edebilir?

“Adın ne senin?”

“Mankurt” kavramını efsanelerden bulup güncelleyen Kırgız yazar Cengiz Aytmatov Gün Olur Asra Bedel adlı romanında (Çev.: Mehmet Özgül, Ketebe, 2022) yukarıdaki yürek yakan sahneden önce bizi “mankurt”la tanıştırır. Buna göre Sarı Özek bozkırında yaşayan Kazak göçebelere akınlar düzenleyen Avarlar (Juan-Juanlar) aldıkları esirleri ya satar veya saçları kazınmış kafalarına taze kesilmiş devenin derisini geçirip güneşin altında bırakırmış. Deniz bonesi gibi kafalarına yapışan ve sıcağın etkisiyle kafatasını sıkmaya başlayan derinin altındaki adam ıssız bir yere götürülür ki feryatları karşısında işkenceyi durduracak kimse bulunmasın.

Sonrasını şöyle anlatır Aytmatov:

Problem siyasi iradenin bulunmayışıdır Problem siyasi iradenin bulunmayışıdır

“Kolları, bacakları bağlı esir orada, güneşin altında aç, susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa hafızalarını yitirerek geçmişlerini hatırlamayan birer mankurt olurlardı.”

Ölenler hem deve derisinin bir mengene gibi kafalarını sıkmasından, aynı zamanda da büyümeye başlayan saç kıllarının deriden dışarıya çıkamayınca tekrar kafasına diken gibi saplanmasından hayatlarını kaybederdi. Ancak bu aklı yitirerek yaşanan ıstıraplı ölüm bile sağ kalanlara kıyasla iyi sayılabilirdi.

Böylece kim olduğunu, soyunu, sopunu, nereden geldiğini, çocukluğunu, anasını, babasını bilmeyen mankurt mal sahiplerinin evlerindeki hayvanlardan farksız hale gelmiştir. Böylece bir Mankurt, kaçmayı bile düşünemeyen, tam itaatkâr, söz dinler ve verilen işten başkasını aklına getirmeyen değerli bir köle olarak verilen işi yapar, üstelik sahibine ömür boyu minnettar kalırdı.

İşte Nayman Ana’nın Sarı Özek bozkırında fizik olarak ayakta ama hafızası elinden alınmış, beyni boşaltılmış, kim olduğu unutturulmuş oğluna rastlamış ama bu rastlayış ona en katmerli trajedilerden birini yaşatmış ve yavrusuna kim olduğunu hatırlatmak için günlerce çırpınmıştı.

Lakin romancı muhayyilesi bu, bizi bir kuyu gibi daha derine çekmekte mahirdir. 

Hafızası harap olmuş oğluna kavuşan Nayman Ana, yanına gittiği bir başka gün oğlu tarafından okla öldürülecektir. Yalnız devesinden yere düşerken başındaki ak yazması kayar, bir kuş olup havalanır ve anne yerine ak yazma çığlık çığlığa şunları haykırır:

-Adın ne senin? Kimin oğlusun? Hatırla adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!  

Gerçi romanın sonunda o ak yazmadan sudur eden beyaz kuş yine çıkacak karşımıza ve aynı sözleri bir kere bağıracaktır. Bir hafızanın beyaz başörtüye emanet edildiği bu hayal gücünü tutuşturan sahne, Aytmatov’un eserinin finali olmuştur.

Böylece edebiyata, yalnız edebiyata mı, psikolojiye ve diğer sosyal bilimlere de girmiş bulunan ve mankurtizm diye bir terime dönüşen bu yürek dağlayan efsane bugünü de anlatmayı başarmaktadır. Bugünün dünyasını ve bugünün Türkiye’sini elbette…

Mankurtların tarihi de olmaz, şiiri de

Adam habire konuşuyor: 

Zaten Osmanlı Batıdaki matbaa devrimini ıskaladı, sanayileşme trenini kaçırdı, Avrupa ilerlerken teknolojide nal topladı, estek köstek.

Besbelli durduğunu düşündüğü yer, Batı… Orada durup burayı yargılıyor adam. Ama bir farkla: bunu bir Batılı kimliğiyle yapmıyor. Bizdenmiş gibi konuşuyor. İşin garibi, konuşan bizden biri değil. Kafa, Partha Chatterjee’nin dediği gibi ortadan ikiye bölünmüş. İlginç olan nokta, kendisini Türk zannediyor ama konuştuğu zaman buraya değil, oraya, Batı’ya ait bir tarihin sözcüsü gibi konuşuyor. Daryuş Şayegan’ın deyişiyle “bölünmüş bir zihin” bu. Bir nevi şizofreni yani. Ürettiği gerçekliği realiteden daha gerçek sanma hastalığı.

İşte mankurtlaşma bu. Nasıl romandaki Jolaman kaçırılıp mankurtlaştırılınca kim olduğunu hatırlamayan, kendisinden ne olması isteniliyorsa onu üstlenen ve annesi Nayman ve babası Dönenbay’ı unutan bir anonim tip olup çıkmışsa, öz anasını tanımamışsa bizdeki mankurtlar da ecdadını tanımıyor, hatta reddediyor ve kendisini başka bir kültürün parçası sayıyor. Tarih ve kültürüne tepeden, uzaktan ve anlamsız bakışlar fırlatıyor. Kendini buraya ait hissetmiyor. 

Devşirme dediğimiz bir aydın zümrenin Batı tarafından batılı olmayan kültürlerin böğrüne sapladığı hançer böyle bir şey işte. 

Biz de diyoruz ki:

-Kim olduğunu hatırla! Bu tarih senin tarihin, sevsen de sevmesen de. Başından atma lüksün de yok onu. Var ve böyle. Bu kadar. Burada yaşıyorsan kaçışın yok. Öğreneceksin, beğensen de beğenmesen de. Başka bir diyara gitsen bile bu tarih ardından kargoyla gelecek. 

Ama öyle bir zehir akıtıyorlar ki, bu soruları sormak dahi yasak eğitim sisteminde. 

Siz de okumuşsunuzdur:

-Efendim eski yazı kargacık burgacıktı, öğrenilmesi zordu, okuryazarlık bu yüzden düşük kaldı!

Bir kere sen kutsal kitabımızın yazılı olduğu alfabeye hakaret etme hakkını nereden alıyorsun?

İki: Dediğin gibi şayet “kargacık burgacık” yazı ilerlemeye engelse Japonya, Güney Kore ve Çin nasıl kalkındı? (Japonlar ve Koreliler alfabeyi Çin’den aldı, tıpkı bizim Araplardan aldığımız gibi.)

Fakat beyin ve hafıza bu topraklarda olmalı ki bunu düşünebilsin. 

Anne ve babasını inkâr eden “Batı tekkesi” (tabir şair Ece Ayhan’ındır) Prof. Şerif Mardin’in deyişiyle Cumhuriyet devrinde Türkiye’ye “şiiri unutturmuştur”. 

Neden mi? Mankurtlar şiir yazamaz da ondan. 

Mustafa Armağan, Yeni Akit