Son zamanlarda Türkiye'nin nüfusunun büyük bir sorunla karşı karşıya olduğu haklı olarak fazlasıyla tartışılıyor. Türkiye'nin doğurganlık hızının çok kısa sürede çok büyük bir düşüş yaşadığı ve hatta demografik olarak çöktüğü söylenen Batı Avrupa ülkelerinin bile altına düştüğü görülüyor.
Nüfusun düşüşünün ve dolayısıyla da nüfusun yaşlanmasının bir milletin güvenliğinden üretimine kadar tüm güç unsurlarını olumsuz etkileyen bir faktör olduğunu biliyoruz.
Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" kitabında anlattığı gibi, genç nüfus en önemli jeopolitik güç unsurlarının başında geliyor.
Maalesef son yıllara geldiğimizde ise nüfus artış hızının sürekli bir düşüş yaşadığını görüyoruz.
Nüfus artış hızının bu kadar hızlı düşmesi üzerine yapılan tartışmaların ise sosyoloji biliminden habersiz, birtakım kolaycı çıkarsamalarla yapıldığına şahit oluyoruz.
Kolaycı yorumların başında da Türkiye'de azalan doğurganlık oranını hemen son yıllarda yaşanan hayat pahalılığına bağlayıp işin içinden sıyrılmak geliyor. Elbette hayat pahalılığının bir etkisi olduğu düşünülebilir ama mesele bundan ibaretse o zaman şunu sormak gerekiyor: Düşük gelir gruplarına mensup ailelerdeki çocuk sayısı mı daha yüksek, yoksa yüksek gelir gruplarına mensup ailelerde mi? Cevap, tabii ki düşük gelir gruplarına mensup aileler.
Ya da şöyle soralım: Türkiye'nin alım gücü bakımından altın bir dönem yaşadığı 2000'lerin sonunda ve 2010'lu yıllarda doğurganlık hızı düşmüyor muydu?
Türkiye'de çocuk artış hızının düşmesinin sebeplerinin başında Türk toplumunun artık neredeyse tamamen şehirleşmiş olması var. Şehirli olmak bireyleşmeyi, hanelerin küçülmesini, kadının çalışma hayatına daha da fazla katılımını beraberinde getiriyor.
Özellikle kadının çalışma hayatına katılması bu konuda kilit rol oynuyor. Çalışma hayatına katılan, kamusal bir aktör hâline gelen kadının bu kamusal hayattan doğum ve bebek bakımı vesilesiyle kopmasının toplumsal bir maliyeti bulunduğu düşünüldüğünden bu durum doğurganlık hızını düşürecek bir etkene dönüşebiliyor. Bu noktada kuşkusuz kreş ve çocuk bakım konusu, annelik izinlerinin de geliştirilmesi konusu gündeme geliyor. Buradan kalkarak kadının çalışma hayatına katılımına karşı çıkmak ise cinsiyetçi bir önyargıdan başka bir anlama gelmiyor. Önemli olan çalışma hayatından kopmadan kadınlar için anneliği mümkün kılmak.
Ayrıca hanelerin tek kişiye indiği bu hayatta aşırı bireyselleşmiş insan tipinin evliliğe karşı mesafeli durması gibi bir netice ortaya çıkabiliyor. Aşırı bireyselleşme çocuk sorumluluğunu almak istememe halini beraberinde getirebiliyor.
Dahası evlilik oranlarının düşüşü, evlilik yaşının yükselmesi ve boşanma oranlarının artması da doğurganlığı doğrudan etkiliyor. Çünkü evlilik yaşının yükselmesi anne doğurganlığı için süreyi kısaltırken, boşanma oranlarının yükselmesi de boşanma riskinin artmasından dolayı evliliğe dair güven hissinin kaybolmasını ve çocuk sahibi olma sorumluluğundan kaçınmayı beraberinde getiriyor.
Burada konuşulması gereken son önemli boyut ise kültürel hegemonya meselesi. Uzun yıllar "Türkiye'nin nüfusu fazla, o yüzden biz fakiriz, gelişemiyoruz" diye bir anlatı hegemonik hâle getirildi. "Doğum kontrolü" kampanyaları bizzat Batı veya onun uzantısı büyük sermaye tarafından yapıldı. Ünlüler de kampanyalarda başrol oynadı. Bir yandan sinema filmlerinde bir yandan dizilerde bir yandan da medyada sürekli çok çocuk sahibi olmak itibarsızlaştırıldı ve aşağılandı.
Çok çocuk sahibi olmayı köylülükle, cehaletle, geri kafalılıkla özdeşleştiren bu küresel dili tespit ve mahkum etmek gerekiyor. Az çocuk sahibi olmayı veya çocuksuzluğu bir statü meselesine indirgeyen, bunu bir model olarak sunan bu küresel dile karşı çıkmak gerekiyor.
Akşam Gazetesi, Oğuzhan Bilgin